Sanat, Emek, Eşcinsellik (TANER CEYLAN)

 Yirmi yılı aşkın bir süredir cinsel kimliğim üzerinden sanat üretiyorum. Sanat ve gerçek hayat arasında yapılan seçimde, cinsellik dahil olmak üzere oluşturulan fantazi kendi gerçekliğini yaratıyor. Tuvalde yaratılan kişiler ve bedenler her şeyden daha gerçek oluyorlar. Sanatçı kendisini bu fantazinin yarattığı gerçeklik içerisinde ne kadar kaybederse sanatında da bir o kadar ikna edici oluyor. Cinselliğimin ve aşklarımın en ikna edici pratiklerini işte bu kurgusal alanda deneyimledim ben. Kendi kabul görme sürecime baktığımda, sanatçıların sanat tarihinde cinsel kimlikleri üzerinden neden varlık gösteremediklerini bir nebze olsa da anlayabiliyorum. Bu süreçte hem sanat anlayışım  hem de üretim yöntemlerim farklılaşıp dönüştü. Sonuçta emek ve işçilik bütün bunların üstünde ve ötesinde inkar edilemez bir kalkan olarak çok önemli bir rol oynadı.

 Sanat tarihi boyunca eşcinsellik ve diğer cinsel kimlikler, Antik Yunan'dan moderne kadar kendilerine has şifrelerle belli bir dizge oluşturuyorlar. Daha önce yaptığım araştırmalar gösterdi ki, bu tarihi başka bir kimliğin tarihi veya bir çeşit "latan eşcinsel sanat tarihi" olarak okumak mümkündür. Sanat tarihinin dolabından çıkması ya da açılması, barındırdığı eşcinsel kalabalığı ortaya çıkarması tam olarak ne zamana dek geliyor? Bu hangi koşullarda ortaya çıkmıştır? Bunun gerçekleşmesi için Türkiye'de neden 2000'li yılları beklemek zorunda kaldık?

Cinselliklerini yaşayıp bunu resmetmek bir yana sadece kadın oldukları için dışlanan isimsiz yeteneklerle dolu tarih. 1886 doğumlu olağanüstü yetenekli Mihri Müşfik Hanım, ressamlık kariyerini geliştirmek için Amerika'ya gider ve trajik hayatı kimsesizler mezarlığına gömülerek nihayet bulur. 1898 doğumlu Tamata de Lempicka  ise yokluktan bir sanatçı şöhreti elde eder ama Picasso'ya yenik düşüp kübizmi elinden kaptırır, lezbiyen ilişkilerini resmetmiş olsa dahi sanat tarihinde varlık gösteremez. 1880 doğumlu İzzet Ziya, 1844 doğumlu Thomas Eakins ile 1856 yılında doğan John Singer Sargent çıplak oğlanları neden benzer tavırda resmederler? Ve neden gün yüzüne çıkmaz bu resimler? Bunun cevabını kendi tarihini ortaya koyarak vermek bu metin için tercih ettiğim yol olacak, çünkü içinden geçtiğim yolun o vakitten bu vakte pek de değişmediğine ve bu anlamda kişisel deneyimimin bir anlamda "sanatçının ortak kaderi" olduğuna inanıyorum.

1991 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nden, Francis Bacon'ın resimlerindeki adamların bir güreş sahnesinin parçası olduklarını öğrenerek mezun oldum! Klasik bir eğitim almış olsam da, bu eğitim eksik ve taraflıydı. Üçüncü yılıma kadar, fakültede asistan olarak kalacağımı profesörlerim defalarca müjdeleseler de son yılımda resim pratiğimin içeriğinin cinsel duyarlılığımı net bir şekilde ifade etmesiyle eş zamanlı olarak bundan vazgeçtiler. Fakat aynı yıl Almanya'da karşılaştığım Bruno Gmünder Yayınları, Robert Mapplethorpe, Bruce Weber ve Herb Ritts'in eserleriyle artık geri dönüşü olmayan bir yola girmiştim. Başka bir dünya vardı. O güne kadar içgüdülerime dayanarak resmettiğim ortamların ve duyguların hayal ürünleri değil, hakikat olduklarını gördüm. Türkiye'de derin bir sessizlik vardı bu konularda. Bahsettiğim eserlerin yurtdışındaki orjinallerini görünce bu adeta bir travmaya dönüştü. Bu konuda ziyadesiyle bakir olan Türkiye'de, kendimi yapayalnız bulduğum bir mecradaydım. Tamamen sezgilerimle, hayal gücümle oluşturduğum resimlerimin hiçbir karşılığı yoktu; ne sergileyecek bir mekan bulabildim, ne de bir yandaş. Sanatıma duyduğum tutkunun bedeli yavaş yavaş kendisini sert bir şekilde göstermeye başladı. Galeriler ve mevcut sistem çalışmalarımı reddediyordu. Eşcinsel sanatçılar, modacılar, kulüp sahipleriyle görüşüp destek istiyordum ama nafile. Hepsi sözleşmiş gibi aynı nasihatte bulunuyorlardı: " İstediğini yap ama sesini çıkartma!" Yurtdışı bağlantılarımda ise Türkiyeli olmanın dezavantajlarını yaşıyordum. Aynı yıllarda Türkiye'de temasa geçtiğim eşcinsel örgütler vizyonsuzluktan dolayı oralı olmuyorlardı.



Resim yapabilmek için sanattan uzak olmayan farklı türden işlerle kazanç sağlamaya çalışıyor, alternatif mekanlar kiralayıp sanat ortamının dikkatini çekmenin yollarını arıyordum. Bu amaçla yaptığım en önemli etkinlik The Monte Carlo Style isimli çalışmamdı. Artık her şeyden vazgeçmiş, bir daha dönmemek üzere yurtdışına gitme kararı almıştım. Oysa, insanların zaafını kullanıp onları beklentiye sokarak gerçekleştirdiğim bu sahte parti büyük bir başarıyla sonuçlandı. Bu happening'i bir çok sanatçı arkadaşımın yardımıyla gerçekleştirdim. İstanbul'da sesimi duymayan sanat ortamından intikam almaktı amaç. Hazırladığım davetiyeler de hayali bir yatta akşamdan sabaha sürecek büyük bir parti vaat ediyordu. Kısa bir süre içersinde bu parti için davetiye edinmek tüm sosyetenin ve entelektüel çevrenin en büyük emeli haline geldi. Yine sanatçı arkadaşlarımla kurye kılığına girip davetiye dağıttık. Etkinlik günü geldiğinde, sergi mekanının girişinde, tuttuğum iki görevli üst baş arıyor ve davetiye kontrolü yapıyordu. Uzun bir süredir etkinliğe hazırlanmış olan meraklılar içeriye girdiklerinde onları etkinliğin sözde sponsoru Bayan Vivette karşılıyordu. Burada sözü geçen Bayan Vivette "drag" kılığına girmiş ben ve iki arkadaşımdan başka kimse değildi. Mekan çöple doldurulmuştu. Bomboş arka odaların birinde boşlukla alakalı dört adet resmim asılıydı ve durumu açıklayan bir metin duvarın tümünü kaplıyordu...

 Ertesi gün bir anda herkesin tanıdığı bir sanatçıya dönüşmüştüm. Tüm basın benden bahsediyor, etkinliğin tesiri tüm şehirde konuşuluyordu. Güncel sanatın otoriteleri ise suskunluklarını koruyorlardı, çünkü birçoğu bu sahte partinin davetlileri arasındaydı! Ancak durumu serinkanlılıkla değerlendiren Prof. Kemal İskender ve sanat tarihçisi küratör Levent Çalıkoğlu ciddi makaleler yazıp etkinliğe hak ettiği itibarı verdiler. Bir ışık doğmuştu ve umudumu tekrar kazanmıştım. Bunu takip eden süreçte bir galeriyle anlaşmam yine de kolay olmamıştı. Tek resimlik ve tek gecelik sergim MORE, masrafları benim karşılamam koşuluyla bir galeride gerçekleşti. Ancak 2002'de profesyonel koşullarda bir galeriyle anlaşabildim. 1998 -2002 başlıklı sergimde, bir ressam olarak hayatımı, cinsel yönelimimi, fantazilerimi fotogerçekçi bir şekilde toplam 18 resimle sergiledim. Resimlerimi güncel medyada karşılaştığımız reklamların bendeki yansımaları üzerinden oluşturdum. Tuvale aktarmadan önce, dergilerden faydalanarak kolajlar yaptım, arkadaşlarımı fotoğrafladım. Katoloğum için o dönem Türkiye'de hiçbir küratör yazı yazmak istemedi. Bir matbaa hariç, tanıdık ve bildik matbaalar kataloğumu yayınlamaya çekindiler. Sergi çok büyük yankı buldu. Bu, Türkiye için bir ilkti. Bunun ne öncesi ne de sonrası vardı. Aynı dönemde Kutluğ Ataman'ın Lola Bilidikid'i (1999) gösterime girmişti. Murat Morova'nın çok simgesel de olsa bu konuda çalışmaları vardı.  

 2003'te öğretim görevlisi olduğum Yeditepe Üniversitesi, Aileye Mahsus isimli sergide yer alan Taner Taner adlı resmim nedeniyle işime son verdi. Sanat ortamının bu konudaki desteği ve çabaları çok büyük olmuştur. Olay hem basında yankı buldu, hem de sayısız mektupla protesto edildi. Ardından kişisel sergimi gören Dan Cameron'un küratörlüğünü üstlendiği 8. İstanbul Bienali'ne davet edildim. Artık geri dönüşü olmayan bir yola girmiştim. Uluslararası sanat ortamı bana kapılarını açmıştı. Çok katmanlı bir hikayenin parçası olmuştum artık. Kimi zaman kahraman ilan ediliyor, kimi zaman kurban seçiliyor, hatta bazen linç ediliyor, sonra tekrar kahraman ilan ediliyorum. Bunun en sivri örneğini çok daha sonra Kaos GL dergisine benim resmimi yayınlamalarından dolayı açılan dava sürecinde yaşayacaktım. Baştan beri dahil olmak istemediğim, içine sokulduğum bu süreç altı aydan iki yıla kadar hapis cezasıyla yargılanmam için kendi aleyhimde tanıklık etmem noktasına ulaştı. Dava beraatle sonuçlandıysa da dergiyle iletişim sorunları yaşadım. Bugün dergiyle iletişimim sağlıklı bir şekilde yürüyor. Buna rağmen görünürlük kazanmaya çabalayan birtakım sanat sektörü çalışanları bu konuyu hala kendilerine malzeme edebiliyorlar. Tekrar kurban seçildim, psikolojik ve fiziksel olarak rahatsızlanmama neden olacak yargısız infazlara maruz kaldım. Bu infazı yapanlar yine, "eşcinsel/queer sanat" üzerine çalışan ve bu alanda tanınan kişilerdi. Yapabildiğim tek şeyi yaptım, resmettim, tüm öfkemi tek bir resimde toplayarak , Sotheby's'in ilk kez düzenlediği Çağdaş Türk Sanatı Müzayedesi'ne Ruhani isimli resimle katıldım.


Taner Ceylan





*

Ruhani

*

   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder