raylar

Lindenstrasse'deki Jüdisches Museum Berlin, yukarıdan bakıldığında kırılmış bir Davud yıldızını anıştırsın istemiş Daniel Libeskind. Shoah'nın toplam karabasanını simgeleyen acı açılarla, eğimlerle, sivri, batıcı çizgilerle hareket eden yapının dış cephelerinde,  pencere düzenlemelerinde de sürüp gidiyor çizgilerin çekişmeleri. Çektiğim karelerden birini yerleştiriyorum buraya, çizme beceriksizliğimin kuyusuna daha fazla düşmemek için: Kamplara yönelen, tek yön rayların paramparça karşılığını okudum onlarda -

Enis Batur / Siyah Sert Berlin



Claude Lanzmann’ın Shoah belgeseli, geniş kitlelere, II. Dünya Savaşı boyunca yaşanan soykırım kâbusunda trenlerin oynadığı rolü gösterdi. Avrupa’nın dörtbir yanından toplanan Yahudiler, Çingeneler, Komünistler, Eşcinseller istasyonlara yığıldılar. Yük vagonları tıkabasa dolduruldu. Nihai hedefin ‘nihai çözüm’ olduğunu bilmiyorlardı. Raylar onları Dachau’ya, Auschwitz’e, Treblinka’ya, başka toplama kamplarının kapılarına götürdü.

Raul Hilberg’in araştırmaları, ‘sistem’in nasıl çalıştığını aydınlatıyor: Büyük, karmaşık bir kara dul ağını çağrıştırıyor ölüm trenlerinin güzergâhları. Kendi kendini besleyen, yöneten, masraf yükü bindirmeyen özel bir ekonomi bekliyor demiryolu örgüsünün arkasında.

Tren, ona ırkçı Azrail ordusunun biçtiği bu rolle yaralı, tarihinin silinmez sayfaları arasından son istasyona varıyor.

Ondan mıdır, trenden korkanlar vardır: Siderodromofobi, Freud’da da varmış!


Enis Batur / Başkalaşımlar  XXI - XXX



Sade: Güneşe Saldırı


...

Sade, bütün evrene karşı bir kundakçılık düşünür: "Tiksiniyorum doğadan. ..Tasarılarını bozmak, yürüyüşünü çelmelemek, yıldızların çarkını durdurmak, uzayda uçuşan küreleri altüst etmek, ona hizmet edeni yoketmek, ona zarar vereni korumak, kısacası yapıtlarında alçaltmak isterdim onu, ama bunu başaramıyorum," Evreni tuzla buz edecek bir makinist tasarlasa da boşuna, kürelerin tozunda yaşamın gene süreceğini bilir. Evrene karşı kundakçılık olur şey değildir. Her şey yokedilemez, bir kalıntı vardır her zaman. "Bunu başaramıyorum...", bu yatışmaz ve donmuş evren birdenbire zorlu bir hüzünde gevşeyiverir, Sade da hiç istemediği bir sırada bizi etkiler böylece: "Belki de güneşe saldırarak evreni ondan yoksun bırakabilir, belki de ondan yararlanıp dünyayı ateşe verebilirdik, işte bunlar gerçek birer cinayet olurdu doğrusu..." 

Başkaldıran Sade /Albert Camus

The Normal Heart (2014, Ryan Murphy)












GENET

249./

Jean Genet
iliklerine kadar tiksiniyor
kapitalist-burjuva toplumdan.
Özellikle kendi yurdundan, Fransa'dan.
Peki, Genet
sosyalist bir toplumda
bir "yaşa-dışı" olarak 
özgürlüğüne sahip olabilir miydi? 
Yazar Genet, böylesi bir toplumda 
ortaya çıkabilir miydi?

250./

J. Genet, evet, 
yetimhanede yetişti 
mahpushaneye düştü 
ama yaratıcı yüzünü 
ortaya koyabildi.
Sıradan bir yazar olarak değil,
XX. yüzyılın
en büyük yazarlarından biri 
olarak.

Böylece kabul gördü.
Ama gene de tek yataklı bir 
otel odasında öldü.
Daha fazlasını da beklemiyordu. 
Kitaplarının tüm gelirini de 
bir Arap çocuğuna bıraktı.


251./ 
Gene, J. Genet
Fransızlardan ve Fransa'dan
öylesine tiksiniyordu ki
Fransa'ya karşı olan herkese
gönül verebilirdi.
Almanlara gönül verdi.
Zencilere gönül verdi.
Araplara gönül verdi.
Fransa'ya onu bağlayan tek şey dildi. 
Kuşkusuz, bir başka dilde yazabilse 
(Beckett örneğinde olduğu gibi) 
o dilde yazardı.
Ama Fransızca yazarken de, 
burjuvalara olan tiksintisini 
öylesine dile yansıttı ki dili, 
o güzel Fransızcayı onların 
elinden aldı.
Serserilere, eşcinsellere, 
katillere, hırsızlara mâl etti.
Onlar için bir dil yarattı.
Kusursuz, eksiksiz, yanlışsız 
ve... olağanüstü.

Edgü / Ders Notları

Blog'da Genet:
...

Ayıp!


Ne krallar, ne kilise; ne otoriter, ne totaliter rejimler; ne anneler babalar, ne hocalar; ne coğrafya, ne de tarih, cinselliğin dışa vurmasının bir şiire, bir resme, bir romana, bir türküye, bir filme dönüşmesinin önüne geçememişlerdir. Çünkü cinsellik insan gerçeğinin bir parçasıdır. Zaman içinde, toplum töresi, gelenekleri değişir, ama bu gerçek değişmez. Bir gerçek varolsun da, insanoğlu onu dile getirmesin, o gerçek sanat yapıtlarına yansımasın, görülmüş şey midir bu? Görülmediği için de, insanoğlu kendini bildi bileli, cinsellik gerçeğini, kimi dönemlerde ve ülkelerde özgürce, kimi ülkelerde gizlice dile getirmiştir. Bunun da kimilerinin sandığı gibi ümmet ahlakıyla millet ahlakıyla bir ilgisi yoktur.

Yunan/Latin edebiyatı erotizmin başyapıtlarıyla doludur. Hindistan'da, tüm duvarları cinsel aşkın sahneleriyle donanmış tapınaklar vardır. Zen dininin Tantra mezhebinde, kadın ve erkek organları kutsal simgelerdir. Tantra'nun kutsal el yazmaları, cinsel organların (Yin ve Yang) ve çiftleşme (daha doğrusu tekleşme) sahnelerinin resimleriyle bezelidir.

Nietzsche'nin ünlü, "Eros'u zehirleyen tektanrılı dinler olmuştur" sözü bir gerçektir, ama zehirlenmiş de olsa, Eros yaşamını sürdürmeyi başarmıştır. Kilise baskısının en ağır olduğu Ortaçağ Avrupa'sı, cinsellikle dolu türküler, şiirler, destanlar, öyküler, masallar yaratmıştır. Belki tektanrıya inanan toplumlarda, cinsel sanat, Japonya'da, Çin'de olduğu gibi bir gelişme göstermemiştir, ama insan suretini yasaklayan İslam dininin geçerli olduğu ülkelerde, topluluklarda bile erotik bir sanat vardır. Kuşkusuz, her toplum, kendi özellikleri içinde bir cinsel aşk sanatı yaratmıştır. Bu nedenledir ki bugün, bir Japon, bir Hint, bir Çin, bir Avrupa, bir İslam, bir Afrika, bir Okyanusya erotizminden söz edilmektedir.

Başta, Binbir Gece Masalları olmak üzere, tüm İran ve Osmanlı (hem halk, hem divan) şiiri, Mevlana'nın ulu Mesnevisi erotik öğelerle, anlatılarla, betimlemelerle doludur. Tüm bunlar herkesin bildiği gerçekler.

Bu bilinen gerçeklere, daha az bilinen bir gerçeği ekleyelim: Cinsel aşk sanatının geliştiği dönemler, o toplumların en az sorunlu olduğu dönemlerdir. Yunan/Roma sanatına bakalım, Çin ve Japon erotizminin doruğa ulaştığı dönemleri inceleyelim, toplumun görece huzur içinde olduğu dönemlerdir bunlar. Yasaklamaların ağırlaştığı dönemlere baktığımızda ise, savaşları, toplumsal kargaşaları, ekonomik çöküntüyü ve siyasal yönetimin kendine olan güvenini yitirmeye başladığını görüyoruz.
Bugün, bizde olduğu gibi.

Dün, Batı toplumlarında olduğu gibi.

Örneğin, çok değil otuz yıl önce, 1956 yılının Kasım ayında bugün cep kitabı olarak satılıp da pek fazla bir okurun ilgisini çekmeyen cinsel aşk edebiyatının en cesur yazarı Marquis de Sade'ın kitaplarını yayımlayan Jean Jacqjues Pauvert adlı yayman kendini yargı organlarının önünde bulur.

Quills (2000, Philip Kaufmann)
Birçoğu 475 adet basılmış; en yüksek tirajı 2.000 olan bu kitapları yayımlayarak kamu ahlakını bozmakla suçlanan Pauvert'i savunan ünlü hukukçu Maurice Garçon, görkemli savunmasında, düşünce özgürlüğü ve yasaklamalarla ilgili tarihsel bilgileri verdikten sonra şöyle der: "İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi"ne çağımızın bu kutsal kitabına varabilmek için yüzyıllarca süren bir çaba göstermiştir filozoflar, bunun savaşımını vermişlerdir. Tüm uygar devletlerin imzaladığı bu bildirge kişinin inançlarından ötürü 'rahatsız' edilemeyeceğini öngörür. 3 Eylül 1971 Anayasası, her kişiye düşüncelerini söylemek, yazmak, basmak ve yaymak özgürlüğünü verir, yazılan, basılan, yayımlanan hiçbir şey sansüre tabi tutulamaz, önceden denetlenemez, der. (İki yüz yıl önceki bu anayasa maddesini, güncelliği dolayısıyla, "özel olarak" aktardım buraya.) Daha sonra şöyle der yargıçlara savunma avukatı Maurice Garçon: "Şunu da belirteyim ki kamu ahlakı konusunda, yargı organları, her zaman yaşadıkları zamanın otuz yıl gerisindedir."

Quills (2000, Philip Kaufmann)
Fransa'nın en saygın yazarlarının, düşünürlerinin savunma tanığı olarak yer aldığı bu dava sonucunda yayımcı Pauvert mahkum olmuş, Marquis de Sade'ın kitapları toplatılıp yok edilmiştir.

1956... Cezayir savaşının en kızgın dönemidir. Aradan otuz değil, on beş yıl geçmeden bu kitaplar, binlerce adet yayımlanmış ve hiçbir kovuşturmaya uğramamıştır. On beş yıl içinde kamu ahlakında ne değişmiştir ki Sade'ın kitapları, ahlak bozucu, yıkıcı, kışkırtıcı niteliklerini bu arada yitirmiştir?

Tek örnek ne Fransa'dır, ne de Marquis de Sade olayı. Örnekler her dönemde, her ülkede vardır.
Henry Miller'ın, kendi yurdunda, Amerika'da yayımlanması için otuz yıl beklemesi, Fransa'da ünlenmesi gerekmiştir. İngiltere, bırakın Lady Chatterley'nin Aşığı'nı, Majestelerinin bile okuyup anlamakta güçlük çekeceği Joyce'un Ulysses’inin yayımına izin vermemiştir. Eh, düşünce özgürlüğünün "Kâbeleri"nden sonra başka bir örnek vermek gerekir mi?

Quills (2000, Philip Kaufmann)
Tüm yasaklar, koruyacakları hiçbir şey kalmadığı zaman, bir şeyi korurmuş gibi görünmek isteyen siyasal iktidarların döneminde ortaya çıkar ve belli toplumsal tabakalardan güç alma amacı taşır. Bugün, Türkiye'deki durum da budur. Sağdan ya da soldan, ya da ortadan biri çıkıp sorabilir: Kamu ahlakını korumak gerekmez mi? Kuşkusuz gerekir. Ama kamu ahlakını yalnız uçkura indirgeyenlerin koruyamadıkları başka ahlak değerleri vardır, demektir. Toplumun tüm "maddi ve manevi' değerleri korunduğunda, cinsellik de, onun dışa vurumu da, sanatı da, yayını da, o ahlakın çerçevesi içindeki gerçek yerlerini alır. Böylece, yasaklamadan ve yasaklanmaktan kurtulunur. Yasaklama tutkusunu niteleyecek en hafif sözcük "AYIP"tır.

Ferit Edgü'nün 
1986 tarihli bir yazısı





The Normal Heart (2014, Ryan Murphy)

Ders Notları



"Yaşamın onun içine girmesi gerekti, o yaşamın içine girmeksizin."

Flaubert'in "sanatçı"dan söz eden bu cümlesi kadar Kafka'yı tarif eden bir yazı, bir kitap okumadım.
Kafka yaşamın içine girmedi. Bunun için gereken her şeyden yoksundu sanki.
Ama yaşam onun içine öylesine girmişti. (http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/10/kafka.html)


136./ 

Biz yazarlar birer çöpçüyüz
Hammaddemiz insanoğlunun çöplüğüdür.
Çöplükte gezinmeden 
o iğrenç kokuyu içine çekmeden 
yazar olunmaz.


151./

"In solıs sis tibi turba locis." (Tibullus)
(Yalnızlığında kendine bir kalabalık yarat!)
Kafka gibi.



227./
Kawapatha'nın intiharı
A. gazetede okumuş, ondan öğreniyorum.
A'ya şöyle dedim:
"Demek o da kendini ciddiye alanlardanmış."


**
Hölderlin tımarhanedeyken şiiri, 
dağlarda, ormanlarda dolaşıyordu özgürce. 

The Normal Heart (2014, Ryan Murphy)





Ders Notları


109./
Jean Genet'yi çıldırtacak bir imge:
"Geçen gece düşümde tüm bedenimin sözcüklerden oluştuğunu gördüm." (Abdelkebir Khatibi)

Beni de çıldırttı.



204./
Erotik yazın (başta Marquis de Sade olmak üzere)
kendime, içinde yaşadığım topluma, dünyaya
başka açılardan bakıp değerlendirmeye itti beni.
Marksçılığın başyapıtlarında olduğu gibi.


234./

Bacaklarının arasında bir yanardağı duymamış kişilerden
(kadın ya da erkek) erotik bir yapıt beklemeyin.
Eros düşlerde yaşamaz.
Yalnızca bacak aralarında dolanır.

Edgü / Ders Notları

FERİT EDGÜ

Yirmi yaşımdayken
ya Sartre gibi olurum
ya da hiçbir şey, diyordum. 

Şimdi kırkımdayım.
Sartre gibi olamadım.
Kendim gibi oldum.
Sartre'a olan hayranlığım değilse de 
saygım sürüyor.
Ama bugün, yeteneklerimin sınırlarını biliyorum.
Gün geçtikçe, daha da 
kendim gibi olmaya çalışıyorum.
(45./ Ders Notları)


***

Beni yazmaya iten okuma oldu. Okumaya itense yalnızlık, mutsuzluk. Yalnızlığın en korkuncu çocuk yalnızlığı, çocuk mutsuzluğu.

Yaşadığım dünyadan kaçmak, kurtulmak istiyordum. Böylece, nasıl oldu bilmiyorum, yavaş yavaş, kendi kendime okuma yazma ve hesap (dört işlem!) öğrendim. Okula gitmeden okuyor, yazıyor ve hesap yapabiliyordum. Hiçbir şey anlamadan, eve gelen gazeteyi (yanılmıyorsam TAN) okuyordum. Savaş yıllarıydı. Savaş haberlerini okuyordum. Babam okumaya meraklı olduğumu görünce kitap almam için para verdi, ama beni bir kitapçıya götürüp kitap seçmedi. Onu da kendim yaptım. Bu uzun ve acıklı bir öyküdür. Bir şansım oldu, hiç kötü kitap, yani piyasa romanları okumadım. Hemen hemen hiç. Kuşkusuz, rastlantıların da yardımı oldu. Hangi rastlantının sonucu geçti elime 12-13 yaşındayken Tolstoy'un Basübadelmevt başlıklı çevirisi. Sonra Dostoyevski, Gorki? Bilmiyorum.
Niçin hep Ruslar? Onu da bilmiyorum. Ama ortaokul son sınıfa geldiğimde artık yazmak istiyordum; Ama yazdıklarımı beğenmiyor, yok ediyordum. (Tıpkı bugünkü gibi!) Tabii, ilk "denemelerim" herkesinki gibi şiirdi. Ama mutlu bir rastlantı sonucu, lise birinci sınıftayken bir kitapla tanıştım: Şahmerdan. Küçük yeğenime yaş günü armağanı olarak Şahmeran masalını aldığımı sanıyordum. Armağanı vermeden önce bir okuyayım dedim ve... adına edebiyat denilen o tutkulu dünyanın kapısı önümde açılıverdi. Bunlar ne mene öykülerdi? Hiçbir olağanüstülük yoktu. Süslü cümleler yoktu. Bana öyle geldi ki bunları herkes yazabilirdi. Ben bile. Kimdi bu Sait Faik? Başka kitapları var mıydı? Kitabın sonunda yer alan Varlık Yayınlarından satın almak için, iki gün sonra Ankara Caddesindeki Varlık Yayınlarında, Yaşar Nabi'nin karşısındayım. (Yayınevinden aldığınız kitaplarda yüzde yirmi beş indirim vardı.) O gün aldığım kitaplar hangileriydi, tam olarak anımsamıyorum.
Orhan Velinin, Cahit Sıtkı'nın şiirleri, Sait Faik'in başka kitapları, bir de Panait İstrati olmalı. (Kuşkusuz, Yaşar Nabi Bey, kitap seçiminde bu yeni yetmeye yardım etmiş olmalı.) işte böyle başladı serüven. Sonrası çok çabuk geldi. Biraz fazla çabuk.

...

Sait Faik, o sıralar, bir takım kurma peşindeki Attila İlhan'la tanıştırdı beni. Çok kısa zamanda çok yakın iki dost olduk. Onun kitaplığından çok yararlandım. Neruda'nın, Eluard'ın, Aragon'un şiirleriyle tanıştım. Attila İlhanın bana bir yararı daha oldu: beni öyküye yönlendirdi. Ama tüm bunlardan önce, Taksim'deki, Fransızcamı ilerletmek için gittiğim Fransız Kültürde, tüm yaşamım boyunca dostum olacak, o günlerde benim gibi geleceğin yazar adayı Demir Özlü'yle tanışmıştım. Kabataş'ta okuyordu ve Necatigil gibi bir edebiyat öğretmeni vardı. Tanrım ne günler!
Beyoğlu, Baylan, Pano, Augiri... Yavaş yavaş değil, birdenbire kendimi bohem sanatçı yaşamının içinde buldum. 16 ya da 17 yaşındaydım. Ve aşağı yukarı aynı yaştaki yazar şair adayları, kaçınılmaz olarak birbirleriyle tanışmak zorundaydı. Onat Kutlar, Adnan Özyalçıner, Orhan Duru, Tahsin Yücel (o hepsinden önce), sonra Ankaralılar, Ahmet Oktay, Yılmaz Gruda, Özdemir Nutku...
 Bu arada, ortaokuldan arkadaşım Adnan Tayiz (o da şiir yazıyordu), "Gel, seni unutamayacağın biriyle tanıştıracağım. Amerika'dan yeni döndü. Bu cumartesi bizi bekliyor” dedi.
Beni bekleyen Vedat Günyol'du. Her şeyi merak eden ben, Yeni Ufuklarda yazmaya başladıktan sonra, kendimi çiçeği burnunda da olsa, bir yazar olarak görmeye başladım.

İşin garibi, çevremdekiler de.

(bkz: 50'ler - Ferit Edgü)











ARSLAN, NE SERÜVEN!


Resmin (plastik) değerlerine karşı çıkan
ressamlarla doludur yüzyılımız.
Bir tuvalin üstüne gelişigüzel atılan boyalardan oluşan resim
bir tuvali yırtarak oluşan resim
bir tuvali yakarak oluşan resim
bir tuvali tek bir renge boyayarak oluşan resim
bir tuvalin ortasına bir dörtgen oturtarak oluşan
resim...

Bunlar (yalnızca birkaçını saydım) resim sanatının öldüğünü
ama yeni bir resim dilinin yaratılabileceğini gösteren örneklerdir.

Arslan için, resmin, tek başına resmin
yani plastik değerlerin araştırıldığı
ya da eski değerlerin yadsınıp
yeni plastik değerlerin
(ya da karşı-plastik değerlerin)
yaratıldığı resmin
hiçbir anlamı yoktur.
O, bir düşünceyi resmetmek ister.
Bu nedenle, ressam sözcüğü ona pek yakışmaz. 
Öteden beri kendine yakıştırdığı sözcük 
"çizer-boyar"dır.
Oysa, "çizer-yazar" daha uygun düşer onun uğraşma.

Çünkü o, çizdiği kadar yazardır.
Esin kaynağı doğa değil, kitaplardır.
Onun resmi "bir şeyler" anlatır.
Resim sanatının kendine özgü değerleriyle
yalnız onlarla varolmayı seçmemiş biri
neyi anlatabiliyorsa, onu.
Her resmin bir öyküsü vardır.
Ama bu öykü, yazarın yazdığı öykü değildir.
Ressamın öyküsüdür.
Onun öyküsünü, yazar yazamaz
ya da (yazınsal anlatmaya kalksa) ister istemez
bambaşka bir biçimde anlatacaktır
-çünkü yazar sözcüklere mahkûmdur.
Arslan'ın sözcükleri ise
(onun resimlerinde öteden beri
çok sayıda sözcükler, heceler, harfler yer alır)
bir biçimdir, bir karalamadır, bir silmedir,
bir kazımadır.

II/

Resmin sorunsalı 
hemen hemen hiçbir zaman Arslan'ın sorunu olmadı.
Başlangıçta, Miro'ya, Klee'ye ilgi duydu.
Daha sonra ana kaynaklara gitti.
Halk sanatlarıyla, Karagöz figürleriyle,
Siyah Kalemle ilişki kurdu.
Ama plastik değerler, bu dönemlerde bile
onun üstünde durduğu birincil konular değildi.

Sorduğu soru,"Düşüncemi nasıl resmedeyim?"
oldu hep.

Bu sorusunun karşılığını
sanırım, bir resimden çok
bir kitapta
bir ressamdan çok
bir yazarda, bir düşünürde buldu.

III/

Sürrealizm ve Arslan

Sürrealist sanatı, alıştığımız sanat ölçülerinden hareket ederek anlamağa kalkışmamalı. Çünkü bu sanat, bu ölçülerin tümüne karşıdır. Gayesi bizi burjuva dünyasının kalıpları dışına çıkarmak; istediği hoşa gitmek değil, tepki uyandırmak. Akıl ve tabiata aykırı ne varsa, onu programlaştırıp bir korkuluk gibi öne sürmesi, bu işte başarı göstermesi için yetiyor. Vakar ve ciddiyeti ile, alışkanlıkları, idealleri ve kutsal saydığı herşeyle eğleniliyormuş gibi geldiği için, karşısındakini canevinden vuruyor ; bu etkinin karşılığı da yerine göre alınganlık, kırgınlık, öfke yahut şaşırma, yadırgama, ürküntü, hatta tiksinti oluyor.

Yüksel Arslan’ın da eserleri karşısında belki bu tepkileri gösterenler bulunabilir. Yüksel Arslan’ın dünyası iradenin işe karışmadığı, başı boş kalan şuuraltı kuvvetlerinin insan kişiliğini devirip onu otomatizme sürüklediği yerde başlıyor. Resimleri her türlü kontrolü iten böyle bir dünyadan haber veriyor. Şuuraltına itilmiş olan ne varsa ortaya çıkmış, loş bir yeraltı- dünyasının renksiz, insanla hayvan karışımı acaip yaratıkları, birbirine dolanan kopmuş organları ve kenetlenen ahtapot kolları ile her tarafı sarmış, haklarını arıyorlar. Her şekil, kılı kırk yaran bir incelikle işlenmiş, büyüteç altında görülmüşcesine bize yaklaşıyor, kâbus gibi üzerimize çöküyor.

Resimlerin çözümünü çok defa edebî bir eserin metninde, yahut konuşma dilinin bir deyiminde buluyoruz. Koçun güttüğü sürü, yahut üşüşen sinek motifleri Zarathustra’nın sembol dilinden alınmış ( Önsözler ve III. bahis « Çarşısının sinekleri »). « Nietzsche'nin portresi», kayalar, böcekler ve bir insan başından sürrealist bir montajla meydana getirilmiş bir Avrupa haritası Marquis de Sade’in bir cümlesine dayanıyor. Bu resimleri, kavramların tasviri, yahut metinlerin illüstrasyonu saymamalı. Kelime ile anlatılan fikrin resim diline çevrilmesi, şuuraltı mekanizmasının bir ürünü. Yüksel Arslan için kelime ve fikirler bu mekanizmayı sadece işletmeye yarıyorlar. O da Max Ernst gibi sanatçının «pasif» olması gerektiğine inanıyor. Sanatın ve sanatçının yaratıcılık gücü onun için de bir masaldan ibaret, «yaratma mitinin hazin bir kalıntısı.»

Eserlerin anlaşılmasını belki kolaylaştırır diye son bir söz daha: Yüksel Arslan'ın kendine yakın duyduğu yazarlar arasında Stirner, Nietzsche, Marquis de Sade, A. Jarry ve Rimbaud gibi burjuva dünyasının huzurunu kaçıran, uzlaşma tanımıyan davranışları yüzünden tek kalanlar geliyor. Psikoanalise karşı büyük bir ilgi duyuyor, yalnız bu gün salgın halinde herkesin yüreğine işleyen kompleks korkusunu yersiz buluyor. Kompleksler hayvanda değil, insan varlığında ürüyorlar; onlarla hesaplaşma tek insanın işi olmalı, psiko-analizi bir «îman» haline getirmemeli. Sanat alanında manieristleri rönesans ustalarından çok seviyor. Bu sonuncular arasında yalnız Leonardo’yu —gene zamanının dışında kalan biri— ayırıyor. Leonardo’nun eserlerinden anatomi ve teknik buluşları ile ilgili olan desenleri onu çok etkiliyor. Sürrealist ressamlar arasında en çok sevdikleri: H. Bosch, Arcimboldo ve Max Ernst.

M. Ş. İpşiroğlu

Yüksel Arslan / Ferit Edgü

Yüksel Arslan'ın Atölyesinde (Sanat Dünyamız 75)
"... Gözlerini Haliç’in kirli sularında aç dünyaya, mezarlıklar arasında büyü / kıçında don yokken / kendi çabanla bir yabancı dil öğren / o dilden, Nietzsche’leri, Sade’ları, Sartre’ları, Kafka’ları oku / bu arada kendi resmini öğren / boyanı bul, kişisel bir teknik geliştir / yepyeni bir resim dili yarat / Marx’ı bul / sonra kimsenin cesaret edemeyeceği bir işe başla / Das Kapital'i resme dökmeye çalış / Bu ancak bir Türk sanatçısının geçtiği yollar olabilir / Benzeri yoktur Yüksel’in...”

Ferit Edgü


Yüksel Arslan'ın Atölyesinde (Sanat Dünyamız 75)


Arslan - Philippe Krebs Mektuplaşmaları

23 Haziran 2000

Evet, sevgili Ph. Krebs, yaşayan ve ölü mükemmel dostlara sahip olma mutluluğundan ben de payıma düşeni aldım. Benliğimin derinliklerine nüfuz etmiş toplumdışılığıma karşın, 28 yaşımda İstanbul’dan Paris’e doğru yola çıkarken, yine de geride, Boğaziçi meyhanelerinde birkaç çok iyi dost bırakmıştım. Halâ benim sağlığıma kadeh kaldırdıklarını biliyorum, ben de aynı şeyi onlar için yapıyorum.

Otuz sekiz yıl boyunca Paris’te de sağlam dostluklar kurma şansı buldum. En çok da Roland Topor’la birlikte eğlendim. Söyleşmeye başladığımız anda ikimiz de eğlenceye sınır olmadığını, her yolun serbest olduğunu biliyorduk. İki göz iki çeşme yaş dökecek denli gülerken, o ve ben iki süper palyaço olarak tüm dünyayı katletmeyi başarıyorduk!

Tabii ki bu dostların arasında münzeviler, benim gibi ayılar var. Ama münzevilerin en münzevisi benim, evet, senin yazıştığın adam. Bunu bilmiyordun, eminim. Otuz yıldır Fransa sınırları dışına çıkmadım. Değişim mi, ne değişimi? Sadece en sevdiğim meslektaşlarımın tarihöncesi mağaralarda ve müzelerde saklanan çalışmalarını görmek üzere bir hafta şuraya, iki hafta oraya, başka bir köşeye gittim. Dostlarım, tıkabasa kitap dolu valizim ve defterimden oluşan küçük ailem vardı yanımda.



Güzel dünyamızı uzun zamandır terk ettikleri için hiç karşılaşamadığım öteki dostlarımdan da söz etmek isterdim. Burada kendimi tekrarlama tehlikesi var gerçi, ama birinci mektubumun bir ilavesi gibi, “sanatçı olarak silahlarım” ın neler olduğu hakkındaki soruna da böylelikle cevap vermiş olacağım.

İlk gençliğimin birçok yılını Nietzsche ile birlikte geçirdiğimi söyleyebilirim. Olgunluk çağımın on iki yılında da sabah akşam K. Marx ve onun dostu F. Engels ile birlikte yaşadım. Amma tuhaf dostluklar, diyeceksin. Ölülerle birlikte nasıl yaşanabilir ki? Bence her şey çok açık, o yüzden bu soruya cevap yok! Sadece, “sanatçının silahları” olarak o sonu gelmez kitaplar tarihine geri dönelim. Ayrıca Tarihöncesi’nden bugüne dek öteki sanatçılar, şairler ve düşünürlerle de birlikte yaşadım; Influences (Etkiler) kitabıma şöyle bir göz atılırsa, mükemmel dostların listesi ortaya çıkıverir!

26 Haziran 2000

Demek ki kitaplar ve yine kitaplar. Evet, ben kendimi ancak şu işleri yaparken görebiliyorum:
okurken, yerken, sıçarken, yürürken ve...

Birden psikiyatri literatürüne geçmiş şu sempatik herif geldi aklıma; adam düzüşürken klasikleri
okuyormuş, herhalde yaptığı işten aldığı zevki uzatmaya çalışıyordu!

Kitaplar, işte benim “sanatçı olarak silahlarım” ve beynim, kollarım, ellerim... Şu son aylarda başka dostlarla da tanışacağımı bilmiyordum. İki düşünür var aklımda: Giacomo Leopardi ve Arthur Schopenhauer. Önümde güzel bir okuma dönemi. Birkaç arture daha üretebilmek için, onların her yazdığı ve onlar hakkında yazılmış her şeyi yutmakla meşgulüm. 

Selamlar,

DEFTERLER / YÜKSEL ARSLAN




defterler / "etkiler" den

YÜKSEL ARSLAN

Yüksel Arslan, sonsuz uzayın bu sonlu parçası, boğazından kahkahalar dökülürken İçsel uydular misali dönüp duran, çarpıştıklarında, ellerinin ve gözlerinin kıvılcımlarını fışkırtan iki yuvarlak taş tarafından sürekli katedilir.

Olağanüstü, karşıt ilkelere bağımlı, seyirlik manyetik etkiler oluşturan iki çakıl taşıdır bunlar. Birincisi, zamanında Hieronymus Bosch'un, dönemin cerrahları tarafından alınışını sevinçle karşıladığı Delilik Taşı'dır. Çok daha havaleli, ancak göründüğünden çok daha kırılgan olan İkincisiyse, uyku verici özellikleri Goya tarafından gözler önüne serilmiş Akıl Taşı'dır.

Birbirlerine çekilen ve birbirini iten, biri altlardaki sığınaklara tutkun, diğeri kafatasının kutup bölgelerinden kopamayan bu iki gök cisminin çarpışmaları, organik madde kalıntıları, kahkaha gazı ve küle, anılara, lavlara ve dumana dönüşmüş yanılsamalar eşliğinde şiddetli patlamalara yol açar. Oluşan bileşik elemanlar, soğudukça kristalize olarak, UNESCO tarafından ilan edilmesini beklemeden, insanlığın ortak kültürel mirasına kattığım birer doğal harika olan Arture'leri oluşturur.

Ne var ki kimileri, büyüsel güçler atfettikleri bu eserlere fazla yaklaşmamayı yeğlerler, yüzlerini bir düdüklü tencere kapağının ayrılması misali yitirebilirlermiş gibi.

Çok daha sempatik, cüretkar ve İhtiyatlı olan diğerleriyse, ailelerindeki uyuz koyunların yarattığı, çok eskilerde kaybolmuş bir uygarlığa ait arkeolojik parçalar şeklinde gördükleri Arture'lerden etkilenmekten çekinmezler. Böylesi bir kavuşma, elbette heyecan yüklüdür. "İki taşlı adam"ın eserleri, zamana, zemine ve izleyicinin ruh haline bağlı olarak dehşet, coşku, hüzün veya neşe duyumsatır.

Bir sanatçı olmayı kendine yasaklayan Arslan, bir rençberin boşuna gayreti ve sürgündeki bir hükümdarın kayıtsızlığı ile yeni bir Arture efsanesinin imgelerini oluşturdu. Bu efsane, cinselliğinin kaprislerine boyun eğmiş, kâbus ve hastalıklarının insafına kalmış, yerinde, yaşamı küçük bir kum tanesine bağlı ve de her halükarda, kendi yarattığı toplumsal örgütlenme tarafından öğütülmeye mahkum insanın acıklı serüvenlerini ustaca resmediyor.

Yalan tatlı, gerçeklik acıdır.

Ne var ki bu, kahramanı gülmekten kesinlikle alıkoyamaz.

*
Vaison La Romaine,
 Ağustos 1995
Roland Topor

A 87