Mahler: Symphony 3, movement 4 (Nietzsche: Midnight Song)





1900


1888 yılının sonlarında Friedrich Nietzsche, Torino kentinde heyecan yüklü günler geçirdi. Her şey onu şevklendiriyordu; kırsal alanları hiç aratmayan ve gezmekten çokça zevk aldığı sokaklar, en düşük fiyata en iyi yemeği yediği Piedmontların mükemmel mutfağı trattoria, dükkanlarda karşılaştığı ve ona sempatiyle bakan halk, ona tatlı üzüm satan ve indirim yapan ihtiyar kadıncağız... Kimselerin Alman olduğunu düşünmemesi keyfine keyif katıyordu. Ayrıca son yazılarından, en önemlisi Ecce Homo’dan ötürü ziyadesiyle hoşnuttu kendinden. Son kitabı şu esrarengiz cümleyle başlıyordu: “Öngördüğüm gibi kısa bir süre içinde, daha önce asla yapılmamış bir biçimde insanlığa en ciddi taleple hitap etmek zorunda kalacağım.” İhtiyatsızca olumlamanın geldiği en güzel dönemlerdi. Öğrenci önlüğü içinde ününü sergilerken yoldan geçenlerin omuzlarını sıvazlayarak sokakta yürüyordu: “Siamo contenti? Son Dio, ha faito questa caricatura" (Memnun musunuz? Ben Tanrı'yım.; bu karikatürü ben yaptım.) Yükselen gündü, gündüzdü, büyük öğle vakti yaklaşıyordu, gölgenin en kısa olduğu an, gölgenin kabul ediliş anı... David Fino akşamları saatler boyu piyano çaldığını anlatıyor, Fino’nun müzisyen olan kızı, hakkında en çok yorum yaptığı besteciyi yani Wagner'i tanıyordu. Kontrolsüz ve çelişkili bir tarzda, büyük bir şefkatle hayvanlara karşı büyük bir yakınlık duymaya başladı: Sık sık gittiği Torino’nun kafesinde kaza geçirmiş bir köpeğin kırık bacağını mendiliyle sararak bağladı; yağmurlu bir akşamda, arabacının kırbaçlamaları karşısında, yükünü taşımaktan aciz ihtiyar bir binek atının boynuna ağlayarak sarıldı. Diğerleri için dışarıdan görünen muazzam neşesi, keyfinin yerinde oluşu, aslında üzüntüsünün yansımasıydı. Onu bu dönem gören herkes, konuşmayan, bekâr ve sonsuz melankolik biri olduğunu söylüyordu. Paylaşmamış olsa birilerinin mutluluğu fark etmesi mümkün müydü? Sıra dışı şekilde sevinç taşan, esrarengiz biçimde utkulu mektup ve kartlar yazıyordu. Peter Gast'a: “Üstad Pietro: Bana yeni bir şarkı söyle: Dünya karardı ve bütün Tanrılar bundan zevk duyuyor.” İmza: İsa. Onu keşfeden Danimarkalı Georg Brandes’e: “Dostum Georg’a, Beni keşfettikten sonra, beni bulmak büyük bir şey anlamına gelmiyor, şimdi asıl zor olan beni kaybetmek...” Jakob Burkhardt’a: “Bir dünya yaratmış olmanın can sıkıntısını kendi kendime açıkladığım küçük şaka bu. (...) Ariadna'yla birlikte ben, sadece tüm şeylerin altın oranı olmak zorundayız." Ve imza: Diyonisos.

Aynı parafın altına Cosima Wagner’e de yazdı: “Ariadna seni seviyorum.” En son isteklerini iletir; Hohenzollern'ler hariç Avrupa’da hüküm süren hanedanları kongreye çağırır; İtalya kralının sevgili oğlu Umberto’ya ve Vatikan Devletinin sekreteri kardinal Mariani’ye mektup yollar; “Alman imparatorluğunun ve tüm Yahudi düşmanlarının havaya uçurulmasına,” hükmeder; eski Tanrı’nın terk edip gidişiyle boşalan yeri doldurmaya hazırlanır. Delilik midir bu? Diğer eserleriyle bunlar arasında katı bir tutarlılık yok mudur acaba? Onun tüm eserlerini bir delinin sanrıları olarak reddedenler, Nietzsche’yi son yazılarından, keskin sloganlarından ayrı tutanlara nazaran daha haklılar. Günde iki üç damacana su içmektedir, sokaklara devrilir ve yoldan geçenler tarafından pansiyonuna götürülür: Tüm komşuların irkilmesine neden olan tüyler ürpertici bir Oratoryo çalar piyanoda doğaçlama olarak. Bu sonun başlangıcıdır: Son mektubunu aldıktan sonra Burkhardt telaşla Overbeck’i haberdar eder. 8 Mayıs 1889’da bu sadık dostu Torino’ya Piazza Carlo Alberto’ya hareket eder. Nietzsche’yi, iki büklüm olmuş halde bir sandalyenin üzerinde elinde Nietzsche Wag-ner’e karşı eserinin denemeleriyle bulur. “ileri yeti kaybı,” ve “beyin sulanması” teşhisiyle Basel’de bir kliniğe yerleştirilir. Annesi gelip onu doktor Biswanger’in kliniğine Jena’ya götürür. Nietzsche kırk beş yaşındadır: Bir daha asla o çok sevdiği açık arazilerde, soğukta ve Alta Engadina dağında, batmakta olan güneşin son ışığının en alelade bir balıkçının çektiği küreği bile som altına dönüştürdüğü deniz kıyısında özgürce yürüyemeyecektir... Avrupa, eserini keşfetmeye başlar; Peter Gast ve kız kardeşi, tamamlanmış eserlerinin sorumluluğunu üstlenirler. Jena’dan Naumburgo’ya oradan Weimar’a taşınan Nietzsche ipe sapa gelmez, darmadağınık, aşırı coşkun ya da ölümüne mutsuz olmayı sürdürür. Bağırır, el kol hareketleri yapar, kendinden geçer, genellikle kimseyi tanımaz. Şüpheli doktor Langbehn tarafından tedaviler, egzotik haplar ya da terapiler uygulanmaya çalışılır. Freud, o zamanlar Charcot ve isteri üzerine denemesini henüz tamamlamış ancak psikanalizi henüz kayda gcçirmemiştir. Yeti kaybı ilerler, hastanın genel durumu kötüleşir. Nietzsche ilkin annesinin gözetiminde, onun ölümünden sonra da kız kardeşi Elisabeth’in özel korumasının altında yaşar. Gabriela Reuter’in anlattıklarındaki gibi yürek paralayıcı, duygu dolu anlar vardır:

  Kögel bize henüz el yazması halindeki İsa’ya karşı'yı okudu o genç ve erkeksi, heyecandan titreyen sesiyle. Bir anlığına sustuğunda yandaki odadan donuk bir homurtu, kafeslenmiş bir hayvana ait bir gürültüye benzer bir ses geldiğini işittik - küstahlık ve gözü peklikle dolup taşan bu kahramanca nazım parçasına eşlik eden uğursuz bir sesti; güçlü bir ruhun yüzyılların sofuca bağlılığıyla yukarılara taşınmış mihrapları yerle bir ettiği o kanayan ironiyle dolu bir ses... Nietzsche’nin sesiydi, titreyerek önünde eğildiğimiz eserini büsbütün unutmuş olan hasta ve mahkûm Nietzsche’nin. Ve buna rağmen hâlâ hayattaydı.



25 Ağustos 1900’de, onu bir bayrak ve şehit haline dönüştürecek olan yüzyılın eşiğinde, adına “delilik” denen bu esrarengiz on bir yılın ardından bir beyin kanaması Nietzsche'nin hayatını sona erdirir. Kollarında can verdiği kız kardeşi Elisabeth onun ölümünü, bizzat Nietzsche’nin yıllar önce Zerdüşt’ün sonunu anlatmak için kullandığı kelimelerle anlatır; Dudaklarını kımıldattı ve kapattı adeta hala söyleyecek bir şeyi varmış da tereddüt etmiş gibi. Ve onu görenler yüz ifadesinde belli belirsiz bir kızarma gördüklerini sandı. Elisabeth en son bakışının vakur ve sorgulayıcı olduğunu söyler.


*
Fernando Savater'in
Nietzsche'nin İdeası isimli kitabından

6 via Carlo Alberto / Torino


"Nietzsche olabilecek en tekdüze dış yaşamla, yalnızlıkta gerçekleştirilen düşünce eyleminin 
tek başına korkunç bir serüven olduğunu kanıtlar." 


Torino karlı ve puslu. Mısır galerisinde, kumdan çıkartılmış sargısız mumyalar soğuktan iki büklüm. Taş döşenmiş, geniş caddeleri seviyorum. Duvarlar kadar geniş alanlardan da oluşmuş kent. Nietzsche'nin çalıştığı, sonra deliliğe gömüldüğü 6 via Carlo Alberto'daki evi görmeye gidiyorum. Overbeck'in geliş öyküsünü hiçbir zaman ağlamadan okuyamadım, Overbeck'in deli Nietzsche'nin kendini kaybettiği odaya girişi, ardından da Nietzsche'nin ağlayarak kendini Overbeck'in kollarına atışı. Bu evin önünde, her zaman hayranlıktan çok şefkatle sevdiğim Nietzsche'yi düşünmeye çalışıyorum, ama nafile. Onunla, basık gökyüzüne rağmen, sevdiği ve neden sevdiğini çok iyi anladığım kentte karşılaşmam daha iyi. 

24 kasım 1954 / Defterler 

Lou Salome / Nietzsche

Lou Salome Nietzsche'yi aşkla sevmemiştir; ama daha sonra,
Nietzsche üzerine olağanüstü güzellikte bir kitap yazacaktır.

Gilles Deleuze


Anısına sadık kalarak,
isimsiz birine adanmıştır (1894)




MOTTO - " Yaşam, yaşama ya-
pılan yatırımın geri dönüşüdür:
İnsan bilgisiyle kendisine ne ka-
dar çekidüzen verse de, kendisi-
ni objektif olarak ne kadar övse 
de, son hesapta, anca kendi ya-
şam öyküsüyle terk eder."

-Friedrich Nietzsche
(İnsanca, Pek İnsanca I, 513) 





sf. 10 - 13

Nietzsche’nin görünümü yüzeysel bir gözlemciye dikkate değer hiçbir şey söylemezdi. Nietzsche orta boyluydu, sade ama apaçık bir özenle giyinirdi, sakin bir tavrı vardı ve dûz, kahverengi saçlarını geriye tarardı; kolayca gözden kaçırılabilirdi. Büyük, gür, taralı bıyığı ağzının güzel ve son derece manalı çizgilerini neredeyse tümüyle örterdi. Sessizce gülerdi ve omuzlarını dikkatli ve düşünceli bir şekilde biraz eğerek, gürültüsüz bir tarzla konuşurdu. Onu bir kalabalık arasında hayal etmek oldukça zordu; bir kenara çekilmiş, yalnız bir izlenim vermekteydi. Ellerinin iç ruhunu gözler önüne serdiğine inanırdı ve uygun bir şekilde bunu beyan etmişti: “bir akla sahip olması kaçınılmaz olan insanlar vardır; açığa vuran gözlerinin önünde ellerini nasıl eğip büktükleri ve tuttukları değildir önemli olan (...sanki eller açığa vurmazmış gibi!) (IKÖ, 288). “Rezil şeyler için” otantik kulaklar olduğunu söylediği fevkalade küçük ve güzel biçimli kulaklarına da benzer bir anlam atfederdi (“Önsöz", 9, BBZ).

Ve gerçekten, gözleri konuşurken istemeden açığa vururlardı. Her ne kadar yarı kör olsalar da, ne gözetleyen ya da çekinen bir özellik taşırlardı, ne de, kendilerini istenmeyen şekilde başkalarına dayatırlardı, miyopların görüşünün yaptığı gibi. Her şeyden önce, gözleri, davet edilmeyenlerin gözüne ilişmeyecek hâzinelerinin -sessiz sırlarının- muhafızı ve koruyucusu gibi görünürdü. Görme bozukluğu yüz çizgilerine tamamen eşsiz bir büyü kazandırmıştı, yüz çizgileri bu yüzden değişen, dış izlenimleri yansıtmak yerine sadece iç varlığında cereyan edenleri yansıtırdı. Bu gözler içeriye bakardı ve aynı zamanda, yakın nesnelerin ötesine, uzaklara bakardı: Daha iyi bir ifadeyle, içerisi bir uzaklık gibiydi. Aslında, bir filozof olarak yaptığı araştırmalar, insan psişesinin keşfedilmemiş dünyası için ve bu psişenin, kendisinin durmaksızın oluşturup yeniden şekillendirdiği “halen bitmemiş olasılıkları” (ÎKÖ,45) için insan psişesinde yaptığı araştırmalardı. Kendisini heyecanlandığı bir diyalogun büyüsüne bıraktığında, gözlerinde, aynı hızla gözden kaybolması olası, dikkat çekici bir aydınlanma belirirdi bazen. Fakat, karanlık bir ruh hali içinde olduğu zamanlarda, yalnızlığı tekinsiz derinliklerden, içinde hep yalnız kaldığı ve hiç kimse ile paylaşamadığı derinliklerden gelerek, kasvetli ve neredeyse tehditkâr bir şekilde konuşurdu gözlerinden. Bazen, bu derinlikler onu dehşetle yakalardı, ve sonunda aklı bu derinliklerde boğuldu.

Nietzsche’nin davranışları da benzer bir münzevilik ve gizlilik izlenimi bırakırdı. Çoğunlukla büyük bir nezaket, neredeyse feminen bir uysallık ve geniş yürekli bir iyi huyluluk sergilerdi. Stile ilişkin adetlerden zevk alırdı ve bunlara iyi gözle bakardı. Aynca giyinme şeklinin de bir faydası vardı, çünkü pelerin ve maske nadiren dışarı vurulan bir içi örtüyordu. 1882’de bir bahar günü Roma’da St. Peter’de Nietzsche ile ilk kez konuştuğumda çalışılmış, şık halinin beni şaşırttığını ve yanılttığını hatırlıyorum. Ama ıssızlıktan ve dağlardan gelmiş ve geleneksel tarzda giyinen biri gibi maskesini beceriksizce takmış bu münzevinin insanı yanıltması çok da sürmezdi. Kendisinin şu sözlerle formüle etmiş olduğu bir soru su yüzeyine çıkar hemen: “Bir insan ne zaman bir şeyin görünür hale gelmesine izin verse ona ‘ne saklıyor?’ diye sorulabilir. ‘Bakışları nereden uzaklaştırmak istiyor? Nasıl bir önyargı hangi önyargıyı uyandırıyor? Ve dahası: Bu maskenin şeytanlığı hangi uca kadar gider? Ve, tüm bunlarda, kendini yanlış mı anlıyor?” (TK, 523).

Bu düşünce eğilimi, Nietzsche’nin iç yaşamının onun aracılığıyla anlaşılacağı yalnızlığın diğer yüzünü temsil etmekteydi sadece -sürekli artan bir kendini yalıtma ve kendisi ile meşgul olmayı.

Bu eğilimin artmasıyla orantılı olarak, tüm nesnel gerçeklik görünüme -sadece, yalıtılmış derinliğin, insan gözünün idrak edebileceği geçici bir yüzeye dönüşmek için kendi etrafında ördüğü yanıltıcı bir örtüye- dönüşür. “Derin düşünen insanlar, anlaşılmak için ilk önce bir yüzeyi taklit etmek zorunda olduklarından, başkalarıyla ilişkilerinde komedyen gibi hissederler kendilerini.” (İPİ, II, 232). Evet, Nietzsche’nin düşünceleri bile -teorik ifadeler oldukları sürece- bu yüzeyin parçası olarak düşünülebilir, bu yüzeyin ardında düşüncelerini doğurmuş olan iç deneyimler sessizce ve derinlemesine uzanır. Bunlar “bir şeyler açığa vuran ama daha fazlasını saklayan” (İKÖ, 32) bir teni andırırlar, çünkü, “insan ya düşüncelerini saklar ya da onların ardına saklanır" (İPİ, 11,338) der Nietzsche. Düşüncelerinin berraklığında kendilerini gizleyenlere atıfta bulunarak, bu anlamda “ışığın perdeleri altında saklananlar”dan (İKÖ, 44) bahsettiğinde kendisi için güzel bir isim bulur.

Bu nedenle zihinsel gelişiminin her evresinde biçim ya da tarz bakımından ayırt edici bir sahte görünümle karşılaşırız: “Derin olan herkes maskeyi sever...her derin ruh bir maskeye ihtiyaç duyar; üstelik, her derin ruhun etrafında sürekli bir maske gelişir” (İKÖ, 40). “Gezgin, kimsin sen?...Dinlen burada...sağlığına kavuşmak mı? İyileşmene ne yardım eder?...”Benim iyileşmem mi? Benim iyileşmem mi? Ah, meraklı seni, ne diyorsun sen! Bana onu ver sadece, yalvarırım...” Ne? Ne? Söyle ne istediğini! _“Bir maske daha! İkinci bir maske...”” (İKÖ, 278).

Ve şu bizim için kesinlikle nettir ki kendi kendini feda edişinin ve karamsar geri çekilişinin daha kapalı bir hal alması ölçüsünde, dönemsel maskeli balosunun anlamı da derinleşir, böylece gerçek varlık kendisinin ifade ve görünüm biçimlerinden daha belli belirsizce geri çekilir. Zaten “Gezgin ve Gölgesi”nde (İPİ, 175) “maske olarak vasatlık”a işaret eder. “Düşünceli insanın takabileceği maskelerin en mutlusudur vasatlık, çünkü büyük kitle ya da alelade olanlar onu bir maske olarak görmez. Ve yine de, onlar için, onları kışkırtmamak için ve çoğu zaman bir acıma Ve iyilik hissi ile takar bu maskeyi.” Bu zararsız maskeyi ürkütücü bir maske ile, altında daha da ürkütücü şeyler saklayan bir maske ile değiştirir: “bazen deliliğin kendisi o talihsiz, kutsal olmayan, herşeyi çok fazla bilen bilgi için bir maske olur” (İKÖ, 270); ve sonunda, acıyı güzelliğe dönüştürmeyi hedefleyen ilahi bir kahkahanın aldatıcı bir resmine dönüşür. Ve bu yüzden Nietzsche, son felsefi mistisizm döneminde son bir yalnızlığa, sessizliği içinde artık onu takip edemeyeceğimiz bir yalnızlığa gömülür yavaş yavaş. Geriye sadece, semboller ve amblemler gibi, yoruma açık düşünce-maske’si kalırken, bir zamanlar bir arkadaşına yazdığı mektupta attığı imzaya çoktan dönüşmüştür bizim için:

“Ebediyen kayıp biri” (Temmuz 8, 1881, Sils-Maria).

Bu içsel yalnızlık ve münzevilik Nietzsche’nin tüm dönüşümlerinde, resminin bize baktığı değişmez çerçeve olarak kalır. Nasıl giyinmiş olursa olsun “gittiği her yere, çölü ve kutsal, dokunulmaz çemberi” daima kendisiyle birlikte taşımıştır (“Gezgin ve Gölgesi,” İPİ, II, 337). Ve bununla birlikte, 31 Ekim 1880’de İtalya’dan dostu Ree’ye yazmış olduğu gibi, dışsal mevcut ile münzevi içi arasında bir örtüşmeye duyduğu ihtiyacı ifade eder bu sadece: “Bir çözüm olarak ve doğal bir tutku olarak, bana gittikçe daha açıklıkla öyle geliyor ki, yalnızlık, yani toplam bir yalnızlık ve içinde en iyimizi yaratabileceğimiz bir durum fedakârlığa hazırlıklı olarak oluşturulmak zorundadır.” 

Nietzsche Sils-Maria'da

İşte oturdum da, bekleyip durdum boşuna,
İyi ve kötüyü aşarak kendi başıma.
İşte ışık, işte gölgeler, oyun tümü de,
Bütün göl, bütün öğle, bütün zaman nafile!

Derken, birden, hanım dostum* birken oldu iki
- Sonra Zerdüşt nasıl da önüme çıkıverdi...

*1882'de karşılaştığı bu hanım dostu Lou Salome'ydi.
** Nietzsche 1881 ile 1883 ve 88 yılları arasında 
yaz aylarını Sils Maria'da geçirir.




Sils-Maria, Switzerland. 2004.
 Photograph Patrick Lakey

Yolcu ve Gölgesi



2003


Tül'le belki ayrı gezeceğiz bu öğleden sonra. Ben, buraya asıl gelme amacımın peşine takılacak, Sils- Maria'da Nietzsche'nin evine gideceğim. Sabah, aklıma Oruç geldi tabi. Sonra da Can Alkor. Bu hac seferi kaç kişiyi ilgilendirir?



18 Haziran
18.10 -

Otelde, dağa ve göle karşı, pencerenin önünde, dışarıdan gelen serin havanın dolaştığı odada Tül'ü beklerken, bir şişe Sancerre açtırttım, Nietzsche'ye, Dionysos'a kadeh kaldırıyorum.

Kimler geçmemiş ki buradan: Thomas Mann, Hesse, Kraus, Adorno, Rilke, Cocteau, Benjamin, Musil, Proust, Wagner, vb. Sankt Moritz ile Sils arası bugün dört saat yollardaydım: Bu dağlar, göller insanı ekseninden çıkarır.

Öğle vakti Sils-Maria'daydım. Nietzsche Evi'nin 15:00'de açıldığını görünce, evin arkasından yukarı tırmanan, 'bizimki'nin yürüyüş yoluna saptım: Yolcu ve Gölgesi!

Sonra evde, kaçamak üç dört kare fotoğrafını çektim odanın, özellikle delilik dönemi fotoğraflarının, iki ölüm maskesinin ve sözümona 'Vasiyet'inin önünde boğazım düğümlendi.

Sils- Maria'ya en çok yazları gelirmiş, bu mevsimde - 1879- 1888 arası. Son  yolculuğuna, Torino'ya buradan çıkmış. Daha sonra Weimar'a, Röcken'e gidecek olan gövdesiymiş, aklı özgür kalmış.

Akşam üzeri göl kenarında Tül'le buluştuk. Tavşanlara baktık, çiçek topladı bana, biraz yürüdük.

Burada hem içim açılıyor, hem de daralıyor. "İki kişiyim ben" - 


19 Haziran
11.20 - 


... Sils Maria'dan Oruç'u aramış, bulamayınca mesaj bırakmıştım. Akşama doğru telefonum çaldı; heyecanlıydı, "Selam söyledin mi?" diye sordu - evet, bir selam ondan, bir selam Can'dan bıraktım. Ama ziyaret defterine "Enis Batur, İstanbul" diye yazmakla yetindim - Paul Celan'dan 42 yıl sonra.

Sils'de beni asıl şaşırtan Cocteau'nun her yıl eve gelip önünde diz çöktüğünü ve bir avuç kar yediğini öğrenmek oldu; bir şiirini, bir mektubunu oracıkta okudum.

Sankt Moritz'de mevsim iki hafta sonra açılıyormuş. Burası, mevsim boyu (yaz ve kış) herhalde çekilmez olur: şıklıkta yarışılıyordur. Bir daha gelirsem, Sils Maria'daki Edelweiss'da kalmak isterim: Hoş bir otel, Nietzsche bazen yemeklerini orada yermiş.

Pasaport Damgaları'ndan
(Enis Batur)


*
Mekik için:


Benim ruhumdur bu alev...

İŞARET ATEŞİ

Burada, adanın denizlerin ortasında çıkıverdiği,
bir kurban taşı gibi birdenbire yükseldiği yerde,
burada, kara göklerin altında tutuşturuyor
Zerdüşt koca ateşini,
yollarını kaybetmiş gemicilere işaret ateşi,
bir cevap verebileceklere soru işareti...

Beyaz-gri karınlı bu alev
-arzulaması yalıyor soğuk uzaklıkları,
hep daha arı yüksekliklere uzatıyor boynunu-
sabırsızlıkla dikelmiş bir yılan:
bu işareti takıyorum kendi kendime.
Benim ruhumdur bu alev:

Kanmazca susuz hep yeni uzaklıklara,
durgun yalazını fırlatıyor, yukarlara.
Ne demeğe kaçtı Zerdüşt hayvandan da insandan da?
Ne demeğe bıraktı sağlam karaları?
altı yalnızlığı tanımıştı bile
ama yetmedi ona denizin yalnızlığı,
ada bıraktı tırmansın, tepe bıraktı yansın, alev olsun,
bir yedinci yalnızlığı, yukarıya,
attı şimdi oltasını arayışla,
Ey yollarını kaybetmiş denizciler! Ey sönmüş yıldızların artıkları!
Siz ey geleceğin denizcileri! Ey keşfedilmemiş gökler!

İşte atıyorum bütün yalnızlara oltamı:
bir cevap verin alevin sabırsızlığına,
yakalayın bana, yüksek dağlarda bekleyen balıkçıya
yedinci, sonuncu yalnızlığımı!

Friedrich Nietzsche
çeviri: Oruç Aruoba

Güneş Batıyor...

Zerdüşt'ün Günbatımı, Heinrich Heine


1.

Artık uzun sürmez susaman,
yanık yürek!
Bir beklenti var havada,
bilinmeyen açıklıklardan gelen bir esinti var,
– büyük serinlik geliyor…

Güneşim alev alev durmuştu tepemde öğleyin:
selam size, selam gelmenize
                siz ani rüzgarlar
siz öğle sonrasının serin ruhları!

Hava başkalaşıyor, arınıyor.
Gece hınzırca sahte
                ayartıcı bakışlarla
bana mı dikmiş gözünü?..
sağlam dur, yiğit yüreğim!
Sorma: niye? diye –
               
2.

Yaşam günüm!
güneş batıyor.
Şimdiden altınlanmış
                durgun akıntı.
Sıcak sıcak soluyor kaya:
                öğleyin onun üstünde
kestirdi herhal öğle uykusunda mutluluk?
                Yeşil ışıklarla
koyu uçurumunun üstlerinde oynuyor hâlâ mutluluk.

Yaşam günüm!
akmakta akşama doğru!
Yarı yarıya sönmüş şimdiden
                gözünün feri,
şimdiden kabarıyor çiyinin,
                gözyaşı akıntısı,
beyaz denizler üzerinde sakin ilerliyor şimdiden
o sevgili morun,
son çekingen kutluluğun…

3.

Neşe, altın neşe, gel artık!
                ölümün
en mahrem, en tatlı ulağı, tadı!
–         Çok mu hızlı koştum yolumda?
Ancak şimdi, derman kesilince ayaklarımda
                yetişti bana bakışın yeniden
yetişti bana m u t l u l u ğ u n yeniden.

Yalnızca dalgalar ile oyunlar kaldı çevrede.
                Ağır, ağırbaşlı ne varsa,
mavi unutulmuşluğa battı gitti,
aylak duruyor artık sandalım.

Fırtınalı yolculuklar – nasıl da boşverdi onlara!
                İstek ile umut boğuldular,
                dümdüz uzanıyor ruh ile deniz.

Yedinci yalnızlık!
                Hiç duymamıştım
tatlı kesinliği bu kadar yakınımda,
güneşin bakışlarını bu kadar ılık.
− Parıldamıyor mu doruğumdaki kar hâlâ?
Gümüşsü, hafif bir balık,
Süzülüyor şimdi kayığım açıklara…


Friedrich Nietzsche
çeviri: Oruç Aruoba
Nietzsche: Temel görüşü, temel kavramları

Oruç Aruoba




Neden Nietzsche?


Neden Nietzsche? Bilimsel düşünmenin ciddiyet ve katılığından bir kaçış biçimi olarak mı? Artık inanmaktan aciz olduğumuz, tedavisi yarım kalmış bir dinin özlemiyle mi? Ya da daha beteri: Anti-demokratik duygularımızı hatta kimbilir, belki faşist olanları tam anlamıyla serbest kılmak üzere itibarlı bir teorik mazeret bulma arzusuyla mı? Bu ve benzeri türde yöneltilebilecek diğer tüm sorular aynı noktaya işaret eder: Nietzsche geçici hevesin, keyfi seçimin ve belki de töresiz bir modanın hasıl ettiği tüm emareleri taşımaktadır; ona gerçek bir gereksinim yoktur, gelişmemize vesile olan kültürün ya da bilimin ilerlemesine herhangi bir biçimde cevap olmaz. Bu son derece barizdir ve daha da ileri giderek, Nietzsche’nin eni konu kültür, bilim ve kesinlikle ilerleme karşıtı bir seçenek olduğunu da belirtebiliriz. Ayrıca, onun öneminin başka bir yerde değil de tam da bu noktada yatmakta olduğunu da ekleyebiliriz. İnsanlık tarihini, peyderpey hayvanlığın puslarından kurtuluşun, toplu yaşamanın ve bilginin her seferinde üst biçimlerine doğru ağır ama istikrarlı yükselişin kronolojisi olarak gören herkes için; bilimsel deneysel-matematiksel, nesnel ve tarafsız aklın, uygarlığın en arı kazanımı ve insanoğlunun en büyük övüncü olduğunu düşünen herkes için; yerleşik ahlâki değerlerin, demokratik aydınlanmanın pekiştirdiği eşitlikçi Hıristiyanlığın, daha yüksek kazanımlar uğruna tutkuların ulvileştirilmesinin bütünüyle insani bir toplumun kaçınılmaz esasları olduğu kanısına sahip herkes için... bu minvalde düşünen herkes için Nietzsche en feci geçici hevestir, akla gelebilecek en kötü gericilik, kaosun ve bunaklığın korkunç fakat karanlık bir biçimde ayartıcı hayaletlerine geçit veren bir ödündür. En iyi ihtimalle ona saf bir tarihsel kültürel ilgi, bir edebi itibar, (artık bilinmektedir ki, bu sıfat, içeriğin gerçek özü bakımından olduğu kadar biçimin kuvveti bakımından da ustalıklı ve paradoksal bir durum yaratmaktadır), klinik anlamda hijyenik bir kanı bahşedilecektir. Ya da belki de denebilir ki, bizzat kendisinin bazen düşündüğü gibi Nietzsche bize tanıtıldığı gibi değil, derinlerde bizim gibi bir demokrat, bir âlim, aynı zamanda bir Hıristiyan ve asıl olarak da insanlığın geleceği hakkında umut besleyen bir adam, çağdaşlığa giden bir devrimci, döneminin sosyo-seksüel koşulları tarafından kötü muamele görmüş eşi bulunmaz, hassas bir adamdı. Ve bu konuda hepsi, biri de öteki de öyle yanlış ki... öyle sayısız gerçek var ki! Çünkü bu görüşlerin hepsi de birer emaredir, tıpkı bizzat Nietzsche’nin işaret edeceği yorumlanması gereken emareler gibi...

Nietzsche’yi kendi günahlarından kurtarmak değil niyetim; bunu uygun bir biçimde yapamam. Bir adam değil dinamitti o, ateş püsküren bir yıldırım gibi tüm bir evrensel tarihi ortadan ikiye ayırmak, insanlığın projesini, bilincini ve toplu yaşamasını paramparça etmek isteyen bir dinamit.. O yıldırımın ortadan ikiye ayırdığı benim ve belki de bu satırları, onu okuduğunuzda sizsiniz. Nietzsche tehlikelidir, çünkü kuvvetlidir, onu tehlikesinden arındırmak için güçten düşürmek bu kitabın varlık nedenini bertaraf etmekle aynı anlama gelirdi. Çünkü Nietzsche’nin düşüncesini yapmacık bir tarzda sunmak onu hiçbir biçimde erişilir kılmak anlamına gelmez, ne de Nietzscheciliği vaaz etmek anlamına gelir, zira Nietzsche’nin müritleri olamaz: Yapmak istediğim okur karşısında trajik bir farsı, kendi kendini parçalayacak kadar dramatik ve hünerli savlarıyla seçkin bir hayatın ve düşüncenin savını sergilemek. Bu parçalanmanın geçici mi kalıcı mı olması gerektiğine, onun lehine mi aleyhine olması gerektiğine önem verecek değilim. Kuşkusuz, ne bir nesnellik ne de tarafsızlık telkin etmek gibi bir mecburiyetim var, zira böylesi bir şey Nietzscheci mesaja, yetersizliğimin ya da aşırı coşkunluğumun ürünü olacak herhangi bir çarpıtmadan daha büyük katiyetle zarar verirdi. Esasen onun hasıl ettiği kişisel merak dışında bir başka mesaj da yoktur, burada doğru yanıt güvencesini yeterince devşiren şey enikonu öznelliktir. Oliver Reboul'un gayet iyi dile getirdiği gibi; Nietzsche kendini ifade eden biri karşısında bir düşünür gibi kendini ifade eden bir yazar değildir. Bu durum en az bu metni kaleme alan kadar onu okuması gereken kişi için de geçerlidir; benim başvurduğum şey onun kültürü ve basitçe anlaşılmasından ziyade okurun özelidir; tutkusunun sahnelenmesidir.

Bunun ilk sonucu olarak, okur dolayısıyla elindeki kitabın popüler bir derleme oluşu hususuna aldanmamalıdır. Öyle değildir, herkes için bir kitap olamaz da; Nietzsche’nin büyük eseri gibi “herkes ve hiç kimse için” diye de bakma hakkı yoktur. Her halükârda bir kitabın herkes için olacağını düşünen hiç kimseye hitap etmez. Ve çünkü Nietzsche "ortak değer" değildir. Demokritos ikaz eder. Nietzsche’nin büyük politik ahlâki dersi ‘ortak değer"in kendi manası içinde çelişkili olduğu yollu formülasyondur. Her şey herkes için değildir çünkü herkes için olanı hiç kimse istemez. Her şeyin herkes için olmasını arzulayanlar kendileri için bir şey istemekten aciz olanlardır. İnsanın kendisi için en yüksek ayrıcalığı talep edecek cesaret ve tevazusu olmalıdır ve bundan dışlandığını hissediyorsa kesinlikle dışlanmıştır. En yüksek olanın pek çokları için yasaklı olduğunu bilmek -ve kabullenmek- önemlidir ve buna rağmen onların elinden hiç kimse hiçbir şey de almamıştır. Kimsenin hakkı olmayan şey serbest, sahici zenginlik yani dağıtılamaz. Ne dağıtılabilir ne de her şeyden evvel dağıtılmasına gerek vardır. Kısacası, daha kolay tüketilebilir hale gelsin diye İsa karşıtını burada parçalarına ayırmamaya çalışacağım: Diyonisos rahibeleri Orpheus’u parçalarına ayırıp barbarca tükettiler ama içinde devindiğimiz kültürel dünyada ondan yavan, sade suya çorbalık tabletler yapmak için yararlandılar... Ama önemli bir nokta: Bu kitap kesinlikle yalnız Nietzsche’nin taraftarları (?) için, ona yakınlık besleyen ve onu takip eden düşünceler için değildir. Zerdüşt, mürit değil yoldaşlar ve suç ortakları arzulamıştı ama aynı zamanda sahici düşmanlarla karşılaşmak için de can atıyordu. Bu kitabın, Nietzsche’nin şu neşeli ve asil sözüne uymasını isterim:

Planım herkese yönelik değilse de iletilebilir. Bana benzeyenler kadar benim karşıtlarımın da varlıklarını ifade edecek neşe ve kuvveti ondan çıkarmalarından ve ondan hayat ve ruh çıkarmalarından ötürü... (Güç istenci)

Nietzsche karşıtı olmak kesinlikle kolay olmasa ve herhangi bir karşı çıkışı ortaya koymuş olmak bunun için yeterli olmasa da böylesi bir karşı çıkıştan itibaren ruhun ve hayatın kaynağı olacak bir varlığı ifade etmek gerekir.

Nietzsche’nin bizim açımızdan önemi modern çağda bir filozofik varoluşun olabilecek en yüksek örneğini sunmasıdır, hayatı ve eseri tek bir şahsiyette, bir kahramanın eskizine ait büyük fırça darbelerinde birleştirme arzusunda olan bir proje olarak, bunu en iyi sunan belki de yazarın kendisine ait tek tek eserlerdir. Nietzsche, tıpkı Rimbaud’nun olmak istediği gibi kesinlikle bir moderndi. Bundan ötürü günümüzde zamanı halâ gelmemiştir tıpkı kendi zamanında da gelmemiş olduğu gibi. Felsefi bir varoluş bir felsefe ögretmeninkinin tam aksidir; bir felsefi varoluş felsefi bir kariyerin tam aksidir... Çünkü sorun, Atina’da ya da Toledolu Alfonso El Sabio zamanında değil bizim zamanımızda filozof olma konusunda ısrarcı olmaktır. Nietzsche bu konuyu incelikle derinleştirmiştir:

Bugün bizim için felsefî bir varoluş ne anlama gelmektedir? Nerdeyse bir havlu atma ortamı değil midir? Bir kaçamak türü? Ve bu şekilde tam bir inziva ve tecritte yaşayan kişinin, ona ilişkin bilgi için takip edilesi en iyi yolu göstermesi makul müdür? Kendini hayatın değeri hakkında konuşmaya yetkili saymazdan önce yaşamanın yüz türlüsünü deneyimlemiş olması gerekmez miydi acaba? Kısacası, bugüne dek edinilen kavramlara göre, yaşanmış deneyimlerden hareketle büyük meseleler hakkında bir yargıya varmak için tamamen “anti-filozofik” bir biçimde -ve her şeyden öte de uzlaşmaz erdemli gibi değil- yaşanması gerektiği kanısındayız. En muazzam deneyimlerin adamı, o deneyimleri genel neticelerde toplayan adam: En güçlü insanın o olması gerekmez miydi? Bilge, uzun zaman boyunca bilim insanıyla ve çok daha uzun zaman boyunca da dinî eğitim almış insanla karıştırıldı. (Güç istenci)

Ancak haliyle deneyim yaşamayı bilenler ancak yüz değişik biçimde yaşayabilirler. Ki bunun, mesleği, politik duruşu ya da oturulan yeri değiştirmekle pek az ilgisi vardır! Bu deneyimler bedene olduğu kadar bilince de yazılır yani tüm dürtülerimizin yaşamsal makamına olduğu kadar onları taklit ve kopya eden tepkisel makama da yazılır. Sinirlerimizle oynarız, duyularımızla, içgüdülerimiz, tutkularımız ve aynı zamanda değerlerimizle de, tanrılarımızla, bizi sessizce yükselmeye iten her şeyle ilgili akla gelen tüm isimlerle, sanatımızla oynarız. Bu oyun merakının, bu deneyci yüzsüzlüğün iyi öğrenilmiş bir dersin aktarımıyla alakası yoktur, olması gerekenin ilan edilmesiyle de, aynı seviyeye getirme ya da sürünün mazeretiyle de alakası yoktur: Sosyalleştiren öğretmene, din adamına politikacıya aykırıdır. Hakiki felsefi varoluş, oynayan ve emredeninkidir, değerleri saptar ve topluma hükmeden eski oyun tahtalarını yıkar: Onun ödevi parere değil jubere dir, gerekliliğe boyun eğmek değil neyin gerekli olduğuna karar vermektir.

Nietzsche gezginci, acı dolu ve aşırılıkları görünüşte yumuşatılmış hayatı boyunca şeytani kumar masalarının etrafında bahis oynadı, en radikal gayya kuyusunun siperinde dans etti ve geri dönüşsüz biçimde onun içine düştü. Kanunları yerle bir etti, onların altını oydu; emretti, hayata geçirdi ve ihlal etti ve en sıra dışı, gözü pek kanunlar uyarınca mahkûm edildi. Akıllara durgunluk veren bir tarzda yalnız yaşadı, kesinlikle ayrıksı bir hayat biçiminin avan-gartlığını bilen birinin küstah münzeviliğiyle... Ancak, bunların hiçbirinin olmayacağını da biliyordu çünkü gidimli mantık onu nedensel eşgüdümlü kuvvetiyle belirliyordu: Tıpkı sanatçı gibi, en bastırılamaz tutkusunu ifade etmesine, en mahrem kaosa aldatıcı biçimde güzel şekli vermesine yarayacak olan şey dışında sesi için herhangi bir nesnellik talep etmedi. Sanatçı -her şeyden öte de müzisyen- eğilimlere, tutkulara ait göstergebilim diline kendini teslim eder; ve bugüne kadar bunu yapamamış olsa da filozof için de geçerlidir bu.

Bu masumiyet aynı zamanda büyük filozoflar arasında da vardı: “Hakikatle ilgili olduğunu sandıklarının ve bahsettiklerinin aslında ta kendileri olduğunun, derinlerde kendilerinden başka bir şey olmadığının bilincinde değillerdi. Bir başka deyişle, içlerindeki en şiddetli dürtü utanmazlıkla ve temel bir dürtünün en büyük masumiyetiyle açığa çıkar: Egemen olmaya çalışılır ve mümkün mertebe her şeyin ve her olayın amacı olmaya! Filozof, sonunda dürtü söz alsın diye bir tür talih ve fırsattan başka bir şey değildir." (Güç İstenci)

Filozoflar asla nesnel olanın değil, bilakis öznel olanın ya da daha doğrusu nesnel ve öznel olanı kuran bilinçsiz bir mahremligin sözcüleri oldular; bu böyle olagelmiştir ama onlar bunu bilmeden. Modern olmak bunu bilmektir: bundan ötürü bunun farkında olan Nietzsche moderniteye ait felsefi varoluşun ilk ve en hakiki örneğidir. Nietzsche’nin bu sayede ortaya çıkmış olan tuhaf ve özgün köklü dürtüsü nedir? Tüm eserine can veren, ifadesini eserin kendisinde bulan bu dürtü nedir? Ona ne dersek diyelim, ister hayat ister güç istenci ya da üstinsan, esasen yanıltıcı olacaktır; öylesine biricik ve tuhaf olan Nietzscheci yazını kolay ele alınabilir, yeri doldurulabilir bir şeye dönüştürecektir. Yalnızca eserinin tamamı, o hem parça parça hem bütünlüklü, hem dindar hem zındık, hem neşeli hem trajik, hem sanatsal hem siyasi ve erotik eserinin bütünü o dürtüyü layıkıyla ifade edebilir. Umanm bu kitap söz konusu tonu, Nietzsche’nin bazı metinlerinde çarpıcı biçimde ışıldayan o apaçık baş döndürücü derinliği biraz olsun iletebilir! Tıpkı şurada olduğu gibi:

Ey üzerimdeki gök! Saf! Yüce! Senin saflığındır bence hiçbir ölümsüz akıl örümceğinin ve örümcek ağının olmayışı sende - çünkü tanrısal rastlantıların dans ettiği yersin sen, çünkü tanrısal bir masasın sen, tanrısal zarlar ve zar atanlar için!


*
"Nietzsche'nin İdeası"
Fernando Savater

Olive Kitteridge Ep2 (TV Mini-Series 2014) 

Karamsarlara İlaç

Artık lezzeti de kalmadı hiçbir şeyin diye mi yakınıyorsun?
Homurdanıp da somurtuyorsun ne zamandır?
Duyuyorum seni ben; kusmalarını, küfürlerini, bangır bangır-
Sabrım taşıyor, yüreğim kaldırmıyor da sen hala bakınıyorsun.
Tut sözümü sen, durma, otur kendin karar ver neden sakınıyorsun?
Tombul bir kurbağayı tut ayağından çekinmeden midene daldır,
Hem de pek çabuk ol, tıka burnunu, yum gözünü sonra başını
 kaldır!-

Bu şıp diye kesecek hazımsızlığını, boşuna ıkınıyorsun.

CHE "Bolivya Günlüğü"

Gece, İsviçreli Richard Dindo'nun 90 dakikalık "Che" belgeselini izledik Arte'de: "Bolivya Günlüğü". Kırık, mahzun bir rapsodi. Trintignant seslendiriyordu Che'nin satırlarını. Filmin görsel yakası bana güçlü göründü: Başta, Küba döneminden birkaç hareketli görüntüye dayanan sekans (Che'nin iki, Castro’nun bir konuşmasıyla Havana sokaklarının katedildiği sessiz bir sahne), sonda, birazdan değineceğim yaklaşık 30-40 saniyelik bir arşiv filmi arasında sıkı bir ekonomi uygulamış yönetmen: Birkaç Bolivyalı asker ve köylünün birebir tanıklığı (Özellikle öldürüldüğü köyün öğretmeni olan kadınla yapılan görüşme etkileyiciydi) ve Che'nin gerilla kampında çekilmiş bir düzine fotoğrafı sayılmazsa, görüntülerin çoğu Che ve arkadaşlarının 11 ay boyunca geçtikleri Bolivya topraklarının estetize edilmemiş, dümdüz verilmiş bölgelerine aitti: Makiler, ırmak kıyıları, dağ yolları, biriki dağ köyü, ağaçlar ve çalılar. Bir dış ses, günlük boyu hiç araya girmeden, girişte ve sonuçta devreye girmekle yetindi, gevezeliğe, ağır yorumlara, hatta bir sonuç-yoruma bile yönelmedi Dindo: Dörtdörtlük iş.

Bir fotoğraf ve kısa bir arşiv filmi belleğime çivilendi. Che'nin, Bolivya'ya Uruguay'lı bir iş adamı kimliğiyle girdiği gün yerleştiği otel odasında - bilmem La Paz'da mı? - kendi kendine çektiği fotoğrafta, aynalı dolabın önünde yatağa oturmuş, elinde fotoğraf makinası duruşu çocuksu bir hüzün taşıyordu sanki.

Self-portrait taken by Che disguised as Ramón Benítez Hernández in the Hotel Copacabana,

Arşiv filmindeyse, Che'nin cesedinin, infaz sonrası götürüldüğü hastanede yatırıldığı teneşir taşında, Bolivyalı subaylarla Küba çıkışlı CIA sorumlusu tarafından sergilenişi, gövdesine saplanan mermilerin tek tek gösterilerek 'ölümsüz Che'nin pekala ölebildiğinin kanıtlanması yer alıyordu. Siyasal etiğin lağımda boğulduğu bir tarihsel an. İnsan olmanın onuruna ilişkin tek bir kırıntının kalmayabildiğini işaretleyen bu filim parçası, sözkonusu onurun Tarih'in pek çok noktasında sıfırlandığını da veriyordu bana kalırsa.

Che'de bir kayıt adamı'nın gizlendiği göze çarpıyordu filimde. Tarih bilincine, tanıklık da etmeye, kılavuzluk misyonuna farklı dozlarla bağlanabilecek bir tavır: O şartlarda bile iki de bir fotoğraf çektirmeyi savsaklamaması, günlük tutmayı neredeyse olanaksız kılan koşullarda (fotoğraflardan birinde, düpedüz iri bir kuş gibi, büyük bir ağacın kalınca bir dalına tünemiş yazdığı görülüyordu) bu uğraşı sürdürmesi, sonrasız bir örnek-figür olarak kalacağına duyduğu inancı kanıtlıyor bence.

Bir an için o günlükle bu günlüğü yanyana koyup gülümsemeden edemedim. Herşey karşılaştırılabilir, hiçbir karşılaştırılacak şey yokmuş gibi göründüğünde bile. Ne tür bir ortak nokta, kesişme anı bulunabilir o fotoğraflar ve günlükle, bu fotoğraflar ve günlük arasında? İki hayat arasında? Aranırsa bulunur da. İki insan ne demektir ki: İki gövde, iki bilinç, iki kültür, iki dünyagörüşü, iki huy, iki yapı, iki ten, iki tin, iki hedef, iki acı, iki umut, iki umutsuzluk, iki düş, iki düşkırıklığı/ iki ikilem, iki kararlılık, iki -

Odaya girip tetiği çeken genç subayla da yapılabilir bu ikili karşılaştırma. Üç kişi aday olmuş, Che’yi vurmak için. Bu, tercih edilmek için sağlam bir gerekçe sunmuş: O gün, 27 Ekim, yaşgünüymüş - Che'nin ölüm günü, anonim cellatın doğum günüymüş.

Biliyorum: Hepimiz, herkes, ben, bir başkası oradayız gerçekte: Cellâtla kurban arası bir yerde. .

Önemli olan hangisine daha yakın olduğumuz değil mi?

*
"Kesif"
Saint Nazaire Günlüğü


(Öldürüldüğü köyün öğretmeniyle yapılan görüşmeden)

CHE

Dün gece, Che'nin son yılını konu edinen , yetkin bir belgesel filim izledim: Herşeyi dümdüz aktaran, bizim yapabileceğimiz yorumları biçimlendirmeyen bir iş çıkarmış yönetmen. Küba'dan ayrılışına ilişkin arşiv filimleriyle başlıyordu filim: Cezayir'de bir konuşma yapıyor Che, komünist ülkeleri 3. Dünya'yı sömürmekle suçluyor, Havana'ya dönüşünde daha havaalanında buz gibi bir hava estiğini seziyor, Sovyetler bir uyarı mektubu göndermişler Castro'ya, iki gün başkanlık sarayına kapanıyorlar ikisi, neler konuştuklarını bilmiyoruz. Yoksun olduğumuz bu bilgi bizim Tarih karşısındaki aczimizi de, duruş biçimimizi de belirleyen ana etmen. Castro'nun rejimi, Komünist Partisi'nin konumunu, devlet aygıtını temsil ettiğini, savunduğunu, Che'yi 'itidalli' davranmaya davet ettiğini düşünüyorum. Che'nin devrimci ilkelerle, Devrim'in mantığıyla durduğunu, karşı kefede. Castro haklıydı: Devrim yapılmıştı, yeni düzeni, yeni düzenin gerektirdiklerini hesaba katarak kurmak gerekiyordu. Che haklıydı:  Devrimci düzen adamı olamazdı. Tartışmaya değer mi: Bütün "ama"larımız bir yana, sen Castro'dan yanasındır, ben Che'den yana, Küba'daki ailesi/ çalışma odası, bakanlığı, uluslararası konumunun ona sağladığı saygın ve efsanevi duruşu dar gelmiş ya Che'ye, başka türlüsü düşünülemezdi: Bolivya'yı devrim yapmaya, bütün bunları bırakıp, yanına devrimci kimliğine sadık yirmi gerilla ve astımını alarak gitmiş olmasını eşyanın mantığı olarak değerlendirmek gerekiyor. Devrimci romantizmi, denilecektir. Denilegeldi de. İyi ama, bütün Devrimlerin tözünde yatar bu kara romantizm tohumu, gerçekçilik ancak İktidar'ı getirir, getirmiştir. Che'yi sorgulamak bana acınası bir komiklik yaratıyor, gibi geliyor: Hele Castro'ya, Küba'sına bakınca. Che'nin haklılığı faydasız görülebilir belki, Castro'nun haksızlığından ya da zararlarından bağımsız olarak. Kim, bu faydasız haklılığın yerine daha anlamlı, önemli değerler, ölçütler koymuştur. Beri gelsin, bekliyorum. Che örneği herkes için yaralayıcıdır aslında: Sosyalizmin çöküşünü getiren Erk tapıncı, iktidar dişlilerinin nasıl hızla paslandığını ve devrialemi tıkadığını apaçık göstermiyor mu? Aynı kilitlenmeyi ve umutsuz şiddeti şimdi de İslam devrimcilerinde okumuyor muyuz - şimdiden? Asri Zamanlar'ın, XX. yüzyılın pathos'u duruyor Che'nin serüveninde: Çok iyi biliyoruz ki, safkan devrimci -yolcu yolunda gerektir- ölmek zorundadır: Bütün gerçek köktenciler ölümden yana olmuşlardır, siyasetten ya da hayattan değil. Benim tercihim, onu dile getiriyor oluşum, Che'yle aramda bir nebze olsun koşutluk görme dileğinden kaynaklanıyor olabilir mi? Bu türden gülünç karşılaştırmalara girilmek için herhangi bir gizli dayanağım, hevesim yoktur: Bende ne bir aziz kayıtlıdır, ne bir devrimci; korkudan, korkumdan beslenmeyi, onunla kalleşlik yapmamayı öğrendim, öğrendimse. Buna karşılık, nerede nasıl duruyorsak duralım, kimden ve neden yana olduğumuz belirleyicidir. Bende bir devrimciden eser olmaması, devrimciden yana durmamı engellemez: İçinde bir devrimcinin beklediği kanısını ya da şüphesini tanıyanların siyasetten, iktidarı istemekten vazgeçmemeleri ne kadar garipse, benimkisi de o kadar garip. İktidarı istediği halde muhalif kalmak zorunda olmak asıl düğümü ortaya çıkarıyor oysa. İktidara gelemeden onun boşyereliğini kavramak güçtür: Uzağımızdayken onu sanırız. Elbette, iktidara alışmak, erk noktasında olmadan rahat edememek, o yolda temel değerlerinden uzaklaşmak, onları değiş-tokuş etmeye kalkışmak en acısı. Bu konuda hâkimi, sanığı, cellâtı bekletelim biraz: Bırakalım her yolcu kendi yolunun içinden geçsin, onu tamamlasın. Che'yi 67'de, 70'lerde sıcağı sıcağına yüceltmek, fetişleştirmek durumunda olanlar çoktan duvarlarındaki posterleri değiştirdiler, övünerek açıklıyorlar 'gelişme" sırlarını: Kokuyor iktidar, iktidar kokmaya başladığında gömü hazırlıkları da başlar ve insan hayatının en korkunç dönemeci yaşarken bir kadavra gibi çürümenin içinden geçilmesidir. Kimlerden söz ettiğimi anlıyorsunuzdur. Onlar aramızdan çıktı. Ödenemeyecek bedeller olduğunu farkedememişler, demek. Bırakalım onlar da yollarını tamamlasın. Nasıl olsa gözgöze gelemeyeceğiz bir daha. Che'nin ölüsünü sergileyen köpekler, gözlerinin açık kalmasına özen göstermişlerdi: Gözleri kapalı olsa öldüğü kesinkes inandırıcı olmayabilir korkusuyla. Anlatılması güç bir dinginlik vardı Che'nin gözlerinde: Anlaşılması güç değil. Hadi: Sürdürelim bu kavgalı dostluğu, bıraktığımız yerden - görüyorsun ya, anlaşmak hiç de şart değilmiş.

"Kesif"

The Libertine (Prologue)





you will not like me



The Libertine (2004, Laurence Dunmore)




" Böylece şehvetimin doruğunda saltanat sürüyorum... 




" Çiftleşmek için yiyorum ve tekrardan yemek için çiftleşiyorum. Asa taşıyan diğer hükümdarlar korkudan çok sevgi vererek hükmetsinler, krallıkların kölesi olsunlar. 




" Milletim özgür olacak.
Asamın gösterdiği yer eksenim olacak. Benim kanunlarıma emirden çok zevk hakim olacak... ve siKimle tüm ülkeyi yöneteceğim.




Kral, puşt olanlardan kundakçılara tüm erkeklere hükmedecek. Biz oğlancılığı seçtik, oğlancılığı kabul ettik. Buradan açıkca ilan ediyorum ki erkek götü spermin tek alıcısı olacaktır. "

İMKANSIZ


Her uzlaşmayla alay ederek, aşağılık olan şeyden zevk alarak, dostlarımdan ayrılıyorum. Sinsi bir yeniyetme gibi, bir ihtiyar gibi yaşıyor olmaktan utanmıyorum. Çıplak kadınların bulunduğu bir kulüpte başarısız, sarhoş ve kıpkırmızıyım: İç karartıcı yüzüme ve ağzımın sıkıntılı kıvrımına bakan hiç kimse eğlendiğimi düşünemez. Kendimi hiç eğlenemeyecek kadar bayağı hissediyorum ve hedefime ulaşamadığımda, en azından, gerçek bir yoksulluğa gömülüyorum.

Dün akşam ki yemeğin coşkusu içinde gördüm: B., siyah bir dişi kurt gibi güzel, mavi beyaz çizgili, baştan aşağıya açık bornozu içinde çok şık. O da Peder karşısında alaycı, narin bir alev gibi gülüyor.

Kaçınılmaz düşüşte, başlangıçta verili sınırlar dışında bir şeyden kaygı duymadan demir alarak uçuruma doğru neşeyle gittiğimiz, her şeye meydan okuduğumuz bu sarhoşluk anları, yeryüzünden (yasalardan) tamamen kurtulduğumuz ender anlardı.

Sürüp gitme isteğinin ötesinde, tükenmenin hızlandığı bu anlarda - alevlerin, düşlerin, çılgın gülüşlerin özelliği olan - bu anlamsız anlamdan başka hiçbir şey yoktur. Sonunda, en son anlamsızlık bile, her zaman için tüm diğer anlamların yadsınmasından oluşmuş bir anlamdır ( Bu anlam, aslında varlığın sürüp gitmesiyle alay etmesi koşuluyla, mevcut haliyle, ötekilerin anlamsızlığı olan her özel varlığın anlamı değil midir? -  ve düşünce ( felsefe) tıpkı üflenen mumun sönen alevi gibi, bu kor gibi yanmanın bittiği yerdedir).

Peder A'nın keskin, hayasız ve bilinçli olarak sınırlı mantığı karşısında B.nin esrik gülüşü ( A. yarı çıplak, bir koltuğa gömülmüş, B. onun karşısında ayakta, alaycı ve alev gibi çılgın), demir alan ve boşluğa doğru safça ilerleyen bu anlamsızlıktı. ( Aynı anda ellerim bacaklarının arasında kayboluyordu ... bu eller körcesine yarığı arıyor, bana boşluğu açan bu ateşle yanıyordu ...)

O anda, çıplaklığın yumuşaklığı (bacaklarının veya memelerin doğuşu) sonsuza değiyordu.

O anda, arzu ( dostluğun artırdığı sıkıntı) öyle muhteşem tatmin edildi ki, umutsuzluğa düştüm.

Bu sonsuz an, - kaçınılmaz düşüşü ortaya çıkararak, kendisinden sonra varlığını sürdüren şeyin maskesini düşürerek, sonsuz mutlu, çılgın bir gülüş gibi -  su yerine alkolü, göğün görünür yakınlığı yerine bir ölüm yokluğunu, sonu olmayan bir boşluğu koyuyordu.

A., iki büklüm, en çılgın ihtimallere alışkın ve gözü açılmış ...

B.'nin ıslak dudaklarına ve yüreğinin derinliklerine bakarken ölmediğim için pişmanlık duyuyorum. Azmış zevke, aşırı gözüpekliğe ulaşmak, aynı zamanda bedeni, zekayı ve hatta kalbi de tüketerek, neredeyse ölümsüzlüğü yok ediyor. En azından dinginliği ortadan kaldırıyor.

Yalnızlığım moralimi bozuyor.

B.'den gelen bir telefon beni uyarıyor: Uzun süre onu görememekten korkuyorum.

'Yalnız İnsan' lanetlidir.

Şaşırıyorum: Ölümden korkuyorum, gevşek ve çocuksu bir korku bu. Ancak yanıp tutuşarak yaşamayı seviyorum ( yoksa yalnızca varlığımın sürmesini istemek yeterdi). Ne kadar tuhaf olursa olsun, varlığımı sürdürmedeki azıcık inadım bile, bendeki tepki gösterme gücünü yok ediyor: Sıkıntıdan boğularak yaşıyorum ve tam da yaşamayı sevmediğimden, ölümden korkuyorum.

Kendimdeki muhtemel sertliği, en kötü şeylere karşı kayıtsızlığı, işkencelerde gerekli olan deliliği keşfediyorum: yine de titriyorum, hastayım.

Yaramın iyileşmez olduğunu biliyorum.     

 larry clark

Bataille'ın Nietzsche'si


Çama mı benziyorsun...


YIRTICI KUŞLAR ARASINDA..

burada aşağıları isteyeni

nasıl da çabucak

yutuyor derinlikler..

ama sen , zerdüşt ,

seversin uçurumu gene de,

çama mı benziyorsun..-



o kayaların bile

derinliklere titreyerek baktığı yerlerde

salar köklerini – ,

her şeyin çepeçevre

aşağıyı istediği

uçurumlarda dikelir

vahşi heyelanların , çağlayan çayların

sabırsızlığı ortasında

sabırla sebatlı , sert , sessiz ,

yalnız..



yalnız..

kim göze alabilirdi ki

burada konuk olmayı , sana konuk olmayı..

bir yırtıcı kuş belki,

çılgın kahkahalarla,

yırtıcı kuş kahkahalarıyla,

durgun sabırlının

başına hınzırca

tebelleş olmayı seven..



niye böylesine durgun..

-diye alay eder haince

kanatları olmalı kişinin , uçurumu seviyorsa..

asılıp kalmamalı

senin gibi , ey asılmış..

Gilles de Rais

Gilles de Rais'nin Şatosu

Dahhak 

Doğu  efsaneleri arasında, beslenmek için her gün iki çocuğun beynini yiyen bu amansız hükümdarın öyküsü kadar karanlık bir örneğe rastlanmaz dense yeridir. Çocuğun etinden, teninden yararlanma güdüsü bize ne denli çizgidışı gözükürse gözüksün, kimi ünlü örnekler anımsanacak olursa, yalnızca karabasanların düzlemine aitmişçesine ele alınacak konu değildir:  XVI. yüzyıla damgasını vurmuş Gilles de Rais olayı, yaklaşık dört yüzyıl sonra ışığa çıkarılan belgeler eşliğinde, Dahhâk efsanesinin Batılı bir versiyonuyla karşıkarşıya olmadığımızı, düz gerçeğin inanılması güç duvarına çarptığımızı kanıtlamıştı: Gilles de Rais, simsiyah bir sisin içinden fırlayan o beysoylu, şatosunun çevresindeki köylerden kaçırttığı çocukları her bakımdan tüketen, sapkınlığın doruğuna taht kurmuş bir “çocukobur"du. “Ogre" imgesi, belki bundan, Cheissex’den Tournier’ye pek çok Avrupalı yazarın imgelemini tırmalamış, özellikle Tournier’ye en tehlikeli sayfalarını yazdırmıştır. Bir de, aynı bağlamda, Pasolini’nin Gilles de Rais ile Sade’ı faşizm bağlamında yeniden okumayı denediği filmi “Salo ya da Sodome’nin 120 günü”nü unutmamak gerekiyor.

marilyn

Pasolini'nin Monroe’nun intiharından (4 Ağustos 1962) üç ay sonra yazdığı şiir. Görüntüler La Rabbia belgeselinden. 





geçmiş dünya ile gelecek dünyadan
yalnızca güzellik kalmıştı geriye, bir de sen
çaresiz küçük kardeş,
abilerinin peşinden koşan,
onlara öykünüp, onlarla ağlayan.
sen, en küçük kardeş,
alçakgönülle taşıdın sırtında güzelliği
ve halkın içinden gelen kızın ruhu
hiç bilmedi güzel olduğunu,
bilseydi güzellik olmazdı ki.

dünya öğretti sana güzelliğini
ve güzelliğin dünyanın oldu.







korku salan geçmiş dünya ile korku salan gelecek dünyadan
yalnızca güzellik kalmıştı geriye, bir de sen,
uysal bir gülücük gibi sürükledin onu peşinden.
uysallık bol gözyaşı dökmeyi,
kendini vermeyi, gülen gözlerle
acıma dilenmeyi gerektirdi.

ve alıp götürdün güzelliğini,
yitip gittin bir altın zerresi gibi.

Yazısızlık

Yazı:
İsteyenin ve seçenin okuyacağı metin, sessizliğe çağrıdır; kimseye ulaşamayacağını, ulaşsa bile birleştirici, harekete geçirici olamayacağını bilen, birleştirici, harekete geçirici olma isteklerinin tehlikelerinden beslenen bir yazı; başka bir hayat olarak hayatla örtüşen, örtüşemediği yerde yazma arzusuna dönüşen sessizlik; zihindeki çağrışımları, imgeleri gizli kalacak, yazarın ve okurun suskunluğuna denk düşecek bir metin; tereddüt ve feragat; lanet tasarısı ve bir küfür olarak ütopya...



YAZISIZLIK:

Yazının icadından binlerce yıl sonra; basılı bunca metnin ardından; okudukça insana her şeyin
söylenmiş olduğu duygusunu vererek yazmayı (eylemi) engelleyen yapıtların ardından; bu yapıtların
varlığına rağmen yoksunlaşmış ve yozlaşmış insan ruhunun baştacı edilmesinin ardından; yazıyı anlamsız ve imkânsız kılan bunca şiddetin ardından; günümüzde, onca yoksunluk ve yoksulluk varken, görüntü ve gürültü bunca yaygın ve baskınken... her an her şeyin başımıza gelebileceği kaygısı içimize işlemişken, bir metin yazmayı, hayata dair sözler sarf etmeyi ve bunları yaymayı düşünmek, şahsi bir tavra, huzursuzluk ve öfkenin yol açtığı bir şiddet edimine atıfta bulunmaktır:

İnsanlığa lanet bırakmak!

Yazının kolaylıkla yazılabilir ve dağıtılabilir bir hal aldığı bu yüzyıl sonunda, ufukta (aynada, yüzeyde) ne yeni bir aydınlanma ne de anlamlı soru ve cevaplar var. Hayatın ve insanın maddi manevi çöküşüne; artan sefalet, yoksulluk, sömürü, baskı, şiddet ve ölüm ihtimalleriyle kuşatılmış ekolojik ve etik yokoluşuna koşut bu sürecin paradoksu, yazının ve fikrin paradoksudur. Fikir, hayattan elini eteğini çekmiş, zekâ gösterisine ve ironiye dönüşmüş; akademinin ve ruhen akademisyenleşenlerin (ve medyanın) tekeline girmiş, meslek konusu halini almıştır. (Yaygınlaşan şey tekelleşir de; anonimleşerek, sıradanlaşarak...) Söz gibi yazı da yaygınlaştıkça, aracılarla aktarıldıkça, yüzeyselleşir, yüzeye dönüşür: Ardında elektronik bağlantılardan başka birşey olmayan ekranın düz yüzeyindedir söz ve yazı; anlam yoktur, aktardığı tek şey kendi aptallaştırıcı varlığıdır artık. Dertleri ve meseleleri olan insanların uykusuz gecelerine ya da günün ara zamanlarına sığdırdıkları, içten gelen dürtüyle yazdıkları, esin ürünü eserler değil, hiyerarşinin tepelerine çıkma ihtimali ve ihtirası içindeki uzman teknisyenlerin “format”a uygun, “zorunlu” yayınları –“makaleler”i– yaygınlaşırken, hayat ve insan, düşünmenin, tefekkürün alanından uzaklaşmış, otobiyografilerimiz –çağımızın röntgeni– karbon kağıdıyla çoğaltılabilirlikten kopyalanmaya, klonlanmaya uzanan bir yelpazede, yazının konusu olmuştur. Söz, yüz yüze ilişkinin, varlıklarıyla, vücutlarıyla, arzularıyla karşı karşıya gelen insanların diyaloğu olarak hayatın kendisiydi; bir yaşama sanatıydı diyalog.

Sözden yazıya eksilerek geçti insan. Kağıdın ve kâğıt üzerindeki işaretlerin dolayımı yoluyla,
kolektif söz ortamlarından mahremiyete, monoloğa çekiliş... Yine de yazı, yalnızken yazılan, yalnızken okunan, hayal gücünün okuduğu yazı, insana –içe– ışık tutabilen, dışa, başka hayatlara uzanmayı bilen yazı; paranın, akademik formasyonun ve ekranın tuzağına düşmeden önce, düşmediği
sürece, düşmemenin yollarını aradığı sürece, sözün doğrudanlığıyla değilse de, yazıya özgü içkinlik, sessizlik ve yalnızlıkla, hayata değmeyi bilmiş olmalıdır. Ama hayata değdikçe, hayatı değiştirme ihtimalini de tüketmiş olmalıdır, hayattan çekilmiş olmalıdır, iktidarsızlaşmış olmalıdır. Değiştirme gücüne sahip olan iktidarlı yazının, yazının iktidarının yarattığı faciaların da yüzyılıdır
çağımız.

Söz yaratmaktan yazı yaratmaya, yazı yaratmaktan görüntü yaratmaya geçiş ve iç boşaltma; herkes hem röntgenci hem de teşhirci artık. Kurumsal ve hiyerarşik alanların mahpus ve gardiyanları, yaygın, demokratik, erişilebilir, ama yaşamayan, cansız iktidar aygıtları: Söz, yazı, görüntü. Yazının (sözün, hatta görüntünün) bittiği, biterken de, onca sözün, yazının, görüntünün boğduğu insanı da peşinden sürüklediği bir dönemde, bu metin, ümitsiz, hüzünlü, karabasanlı bir edim, iktidarsızlığıyla varolabilen bir teşebbüs olarak, ancak laneti bulaştırma arzusundadır. Doğa ve zaman karşısındaki tutsaklığına, nesnelerin, kurumların, ses-söz-görüntü toplamının tutsaklığını da eklemiş olan insan, olsa olsa aşağılanmaya layıkken, bu metin sessizliğe ve düşünmeye çağrı yaparak, kendi paradoksunu çaresizce üstlenir. Onca yaşantıya, söze ve vesikaya rağmen, yaşamını bayağı bir ampiriklikle kuran, hayatını soylulaştırmak yerine aşağılanmayı tercih eden insan karşısında bu metin de benzerlerinin akıbetine seveseve katlanacaktır: Yokluğa, sözün de bittiği yerdeki gönüllü yokluğa kendini fırlatıp atarken, yokluğa firar ederken, insana küfredebilmiş olmanın hazzı...

Hayata ve insana dair yazmak, bir ihtimali hep saklı tutmaktır: Yazanın ya da okuyanın hayatta
kalma, hayatta olma ihtimali! Facianın ardından, facia sırasında, göçüğün, yıkıntıların, harabenin altında: Ütopya, toplum, insan, doğa, yokluk, yok olurken... Bu nedenle bu metnin tüm referansları kendine ve hayatadır. Kendi içine kapalı bu metin, hafıza oluşturmanın ve kalıcılığın, bu eğretilik ve yıkıntılar ortasında dışa açılmanın yolu olabilir: Unutamamanın kâbusu, yokoluşun kendini hep hatırlatması, isyan ihtimali, facia beklentisi, belki...

sf. 55 - 58
Sessizliğin Anarşisi
Işık Ergüden

Kaos'un Kutsal Kitabı




"Ahir zaman"; hem "yeni", "son" anlamında, hem de "dünyanın son günleri, kıyametin kopmak üzere
bulunduğu günler veya yıllar" anlamında bir ibare. Albert Caraco bu iki anlama da denk düşen bir yazar, düşünür. Keza, "sınıflandırılamaz"; tıpkı öncelleri gibi, bütün nihilist fikir ve düşünürler, Schopenhauer, Nietzsche, hatta Malthus, Cioran ... nev-i şahsına münhasır şahsiyetler, düşünürler ... İnsanlığın artık rastlamadığımız bir soyu ... 

Yaklaşık dört yüzyıldır Türkiye'de yaşayan Sefarad bir ailenin oğlu olarak 10 Temmuz 1919'da -sürgünler ve göçler zamanında- İstanbul'da doğmuş Albert Caraco. Önce Orta Avrupa'ya (Viyana, Prag, Paris) göç etmiş Caraco ailesi, sonra İkinci Dünya Savaşı arifesinde, Nazi tehdidi karşısında Güney Amerika'ya. 

Albert Caraco'nun mutlak anlamda yazıya adanmış, münzevi yaşamında biyografinin ne kadar önem taşıdığı yine ancak eserlerine bakarak anlaşılabilir. Ama savaş sonrası Paris'ine geri dönüşünün onda yarattığı yıkım ve felaket duygusunu, insanlığa dair umutsuzluğunu şahsi kararıyla ölçebiliriz: intihar kesin ve tek sondur. Ancak ailesini üzmemek için, bunca yıkımın üzerine bir de bunu eklememek için erteler. Önce annesi ölür; "Bayan Anne"nin ölümünün hemen ardından yazdığı Post Mortem , doğmuş olmanın nafile ve telafisiz duygusunun -Türkçe ifadeyle "Batsın Bu Dünya!"nın- en yeğin ve yoğun anlatılanndan biridir: Anneden nefretin ve anne sevgisinin incelikli, ender anlatılarından biri. Sonra baba ölür; daha fazla bekleyecek hiçbir şey kalmamıştır: Albert Caraco, babasının ölümünden birkaç saat sonra intihar eder (Eylül 1971). 

Bu kadar rasyonel ve tartışmasız, kesin bir hayatın tartışmasızlığından geriye çok sayıda yayımlanmış (ve okuyucu bulamamış) ya da hiç yayımlanmamış sayısız eser kalmıştır; çünkü Caraco, yıllar önceden kararlaştırdığı intihar -ve ölüm-anını beklerken, tek iş olarak, düzenli ve sistematik olarak yazar, başka bir şey yapmaz, sadece yazar, her gün aynı saatlerde, altı saat yazar, tek bir düzeltme yapmadan yazar, inzivayı -ve dünyayı- yaşar. 

Hayatından anlayabiliriz; çok kültürlü, çok dilli biridir Caraco. Ama bir eseri sınıflandırılamaz yapmaya bu kadarı yetmez elbette. Yirminci yüzyılın son peygamberi Caraco'nun eserinden rahatsız edici hakikatler birer havai fişek gibi fırlar ve patlar. Bu fişeklerin soğukluğu, doğrudanlığı, berrak karamsarlığı az rastlanır türdendir; ne Nietzsche'de ne de Ciaran'da rastlarız böylesine. Caraco "acı gerçekler"i çarpar yüzümüze; hem de Klasik yazarlara özgü bir sadelik ve akıl gücüyle. O bir "nesnellik fanatiği"dir. Guy Debord'u andıran -doğru çıkan- bir kehanet gücü vardır. Bedduası ve laneti "nesnel"dir: Ürememize, üretmemize ve tüketmemize itiraz eder; dünyanın sonunu hazırlayan şehirlerimize, üst üste koyduğunuz beton yığınlarına, budala politikacılara ve yok olmaya mahkum kitlelere, sürüleredir onun laneti, böcekleşmiş yığınlara, gökten firar etmiş tanrılara bu yüzden de "doğru"dur. Kendini anarşistlere ve nihilistlere yakın hissetse de, geleceğe dair mutlak umutsuzluğu, felaket beklentisi onu geçmişe, "reaksiyoner" -ikili anlamda: Tepkici ve gerici- tavra da yöneltir; kimi ibarelerini monarşi yanlısı, hatta ırkçı olarak görebiliriz, ama şimdiki zamana dair yaşadığımız "acı gerçeği" burada ayırt etmemek imkansızdır. Dünyada en çok sevdiği şeyin , uygarlığın ihanetine uğramış birinin öfkesidir onunki. Sınıflandırılamazlık, bu genelleşmiş nefretin ve nerede duracağı belli olmayan sorgulamanın insanda yarattığı tedirginliğin de karşılığıdır.

 Cinsellikten Yahudi sorununa, sembolizmden felsefi meselelere ve edebiyata dek her alanda yazmış, şu ana dek yirmi iki ciltlik eseri yayınlanmış bir yazar olan, ancak pek az tanınan , pek az okunan, tanınmayı ve bilinmeyi ise hem içerik hem de biçim bakımından hak eden Albert Caraco'nun eserinin en özlü kısmı olan "Kaos'un Kutsal Kitabı" ideal bir saldırı malzemesi, bir dinamit, bir tahrip kalıbıdır: Yoğun, kısa, esinli, terörist, sert, kehanet dolu, provakatif, karanlık, gizli -ve yeterli ...

 İnsan katmanlarında gezinen aşırı ahlakçı Caraco bir kıyamet habercisidir; yıkım ve felaket kehanetinde bulunur. Nietzsche gibi o da "ebedi tekerrür"den söz eder; kaynağa geri dönüş, ona göre dişi ilke'nin egemen olmasıdır .. . Ama onu yeryüzüne bağlayan tek şey edebiyattır. Kelimenin tam anlamıyla bir Aydınlanma düşünürü , bir Ansiklopedist, bir erüdit olan Caraco'nun "karanlık nihilizmi"nin ürünü olan kesinlikle karanlık, karamsar, insandan kaçan kitapları, hiçbir umuda, hiçbir pozitifliğe yer vermez. Her türden ırkçılığın ve fanatizmin yükselişine tanık olduğundan, her türden hümanizmanın imkansızlığını açıkça belirttiğinden dayanması ·güç, okunması güç -ama mükemmel bir dilde yazılmış- bu kitaplar, özellikle de "Kaos'un Kutsal Kitabı", felsefeden ziyade bir ahlak ve tarih kitabıdır; çağdaş dünyanın karanlık ve umutsuz, aynı zamanda peygamberce bir teşhisi, mutlak sonun kesin çağrısı olarak okunabilir.

En sonuncu ve en radikal ahlakçının, öfkeli beddualarla dolu, kısa fragmanlardan oluşan bu kitabı,
bir tür kutsal kitap, kıyamet deyişi olarak okunabilir; ama daha ürkütücü, çünkü gerçekçidir - çünkü zamandışı bir yerden konuşur Caraco. Kendini herkesin, her şeyin, politikanın, çıkarın, zamanın dışına yerleştiren, başka bir yerden konuşan biri. .. 

Bu sesin karşılık bulmadığını söylemek için henüz erken. Aykırı, irkiltici seslerin reddedildiğini, yok sayıldığını biliyoruz; Caraco'nun sesi de bize insan denen canlının doğa karşısındaki fuzuli varlığını, yokluğun un doğayı hiç "ilgilendirmeyeceğini", belki de "rahatlatacağını" hatırlatan, haddimizi bilmeye, boyumuzun ölçüsüyle davranmaya davet eden ender metinlerden... İnsan, (büyük ya da küçük harfli) tanrı olmasa da edebini takınabilir, takınmalı... Az sayıda kişinin okuduğu metinlerde edep duygusu, insanlık kadar eski ve ezoterik bir bilgi hep saklıdır; "Kaos'un Kutsal Kitabı" da bunlardan biri. ..

"İyi okumalar" ...

Işık Ergüden