DARWİN GALAPAGOS'TA


H.M.S. Beagle in the Galapagos Islands. Painting by John Chancellor


İnsanın, hatta bütün yaşamın köklerini nasıl biliyoruz? Alan Moorehead, Charles Darwin’in 1835’te HMS Beagle ile yaptığı uzun yolculuk sırasında evrimle ilgili kuramının ilk tohumlarının kafasında belirdiği yer olan Galâpogos adalarını ziyaretini sürükleyici bir dille anlatır.

Pasifik’teki bütün tropik adalar arasında Tahiti’den sonra en ünlüsü Galâpagos Adalarıydı. Ancak bu adalarda insanın beğenebileceği pek bir şey yoktu. Tahiti Takımadası gibi bereketli ve güzel olmadıkları gibi, denizde izlenen alışılmış yolların da çok dışındaydı. Adaların ünü tek birşeyden kaynaklanıyordu: Dünyadaki öteki adalardan farklı olarak son derece ilginçtiler. Beagle için çok uzun bir yolculukta sığınılacak limanlardan biriydi yalnızca, ama Darwin için bundan daha fazlaydı; çünkü burası, onun yaşamın evrimiyle ilgili tutarlı bir görüşe varmaya başladığı yerlerdi. Kendi sözleriyle; 

“Burada, gizemler gizemi o büyük olgunun, bu dünyada yeni varlıkların ilk ortaya çıkışının gizine zamanda ve uzamda biraz daha yaklaştığımızı hissediyoruz.”

Fakat Beagle’ın mürettebatı için adalar daha çok bir cehennemi andırıyordu. Gemi, takımadanın en doğusunda yer olan Chatham Adasına yaklaşırken, kıvrılıp bükülerek çevreyi kaplayan korkunç lavlardan oluşmuş, taşlaşıp kalan fırtınalı bir denizi andıran bir kıyı gördüler. Hemen hemen yeşil tek bir şey bile yoktu; iskelete benzeyen zayıf çalılar adeta yıldırımla kavrulmuş gibiydiler ve ufalanmış kayalar üzerinde tembel tembel iğrenç kertenkeleler yürüyordu. Kararan sıkıntılı gök havada asılı duruyor, baca şapkaları gibi dikilmiş küçük volkanik koni ormanı Darwin’e doğup büyüdüğü Staffordshire’daki dökümhaneleri anımsatıyordu. Havada bir yanık kokusu bile vardı. Beagle’ın kaptanı Robert Fitzroy’un yorumu “Cehenneme yaraşır bir kıyı” biçiminde oldu.

Beagle bir aydan biraz uzun bir süre Galâpagos’ta dolaşıp ilginç bir noktaya her ulaştığında bir kayık dolusu adamı keşif yapmaları için bıraktı. Bizi ilgilendiren grup James Adasında karaya bırakılan gruptur. Darwin burada iki subay ve iki gemiciyle birlikte, yanlarında bir çadır ve erzak, karaya ayak bastı, Fitzroy da bir hafta sonra geri gelip onları almaya söz verdi.

Deniz kertenkeleleri açık kocaman ağızları, boyunlarında keseleri ve uzun düz kuyruklarıyla yaklaşık bir metrelik minik birer ejder olup çıkmışlardı; Darwin onlara “karanlığın minik şeytanları” diyordu. Binlercesi biraraya toplanmıştı ve gittiği her yerde önünden kaçışıyorlardı. Üzerinde yaşadıkları ürkütücü kayalardan bile daha karaydılar. Sahildeki öteki yaratıkların da farklı tuhaflıkları vardı: Uçamayan karabataklar, ikisi de soğuk deniz yaratığı olan ve hiç tahmin edilemeyeceği halde burada tropik sularda yaşayan penguenler ve ayı balıkları, bir de kertenkelelerin üzerinde kene avlayan bir kızıl yengeç.

Adanın iç kesimlerine yürüyen Darwin dağınık bir öbek kaktüsün arasına vardı; burada da iki koca kaplumbağa karnını doyurmaktaydı. Küp gibi sağırdılar; ancak burunlarının dibine kadar yaklaşınca onu farkettiler. Sonra da yüksek sesle tıslayıp boyunlarını içeri çektiler. Bu hayvanlar o denli büyük ve ağırdılar ki yerlerinden kaldırmak ya da yana çevirmek olanaksızdı -bir insan ağırlığını da hiç zorlanmadan taşıyabiliyorlardı.

Kaplumbağalar daha yukarıdaki bir tatlısu kaynağına yöneldiler; birçok yönden gelen geniş patikalar tam orada kesişiyordu. Darwin çok geçmemişti ki kendini iki sıralı garip bir geçit töreninin ortasında buldu. Bütün hayvanlar ağır ağır ilerliyorlar, arada bir yol boyunca rasladıkları kaktüsleri yemek için yürüyüşlerine ara veriyorlardı. Bu geçit töreni bütün gün ve gece devam etti durdu. Sanki çok uzun çağlardır sürüp gidiyordu.

Bu dev hayvanlar çok savunmasızdılar. Balina avcıları gemilerine erzak sağlamak için bir kerede yüze yakınını alıp götürüyordu, Darwin’in kendisi de bunların yavru olanlarından üçünü yakaladı, sonra da Beagle’a yükleyip canlı canlı İngiltere’ye kadar götürdü. Doğal tehlikeler de onları bekliyordu. Yavru kaplumbağalar daha yumurtadan çıkar çıkmaz leş yiyici bir tür şahinin saldırısına uğruyorlardı.

Buradaki başka garip yaratık da kara iguanalarıydı. Bunlar hemen hemen deniz iguanaları kadar iri (bunların 1,5 metre olanları hiç de az değildi), onlardan biraz daha çirkindi. Bütün sırtlarını kaplayan dikenleri, sanki üzerlerine yapışmış gibi görünen portakal rengi ve tuğla kırmızısı ibikleri vardı. Karınlarını, daha etli parçalara ulaşmak için çok yükseklere tırmanarak, yaklaşık 9 metre boyundaki kaktüs ağaçları üzerinde doyuruyorlardı; çoğu zaman da kurt gibi aç görünüyorlardı. Danvin bir gün onların bir öbeğinin üzerine bir dal fırlattığında, bir kemik çevresinde dalaşan köpekler gibi dala saldırmışlardı. Yuvaları o kadar çoktu ki yürürken Darwin’in ayağı sürekli birine giriyordu. Toprağı bir ön bir art pençelerini kullanarak şaşırtıcı bir hızla kazabiliyorlardı.

Keskin dişleri ve tehditkâr bir havaları vardı, ama hiç de ısıracakmış gibi görünmüyorlardı. “Aslında yumuşak ve uyuşuk canavarlardı”; kuyruklarıyla karınlarını yerde sürükleyerek yavaş yavaş yürüyorlardı ve sık sık kısa bir tavşan uykusu için duruyorlardı. Bir keresinde Darwin onlardan birini toprağı kazıp tamamen altına girene kadar bekledi, sonra da kuyruğundan tutup çekti. Kızmaktan çok şaşıran hayvan birden döndü ve “Kuyruğumu neden çektin?” der gibi öfkeyle Darwin’e baktı. Ama saldırmadı.



Darwin James Adasında, hepsi de eşsiz, 26 kara kuşu türü saydı. “Çok nadir olduklarını tahmin ettiğim kuşları da dikkatle inceledim” diye yazdı eski hocası John Henslow’a. inanılmaz ölçüde uysaldılar. Darwin’i büyük ve zararsız başka bir hayvan olarak gördüler ve yanlarından her geçtiğinde çalıların içerisinde kımıldamadan oturdular. Darwin, Charles Adasında bir pınarın başına elinde bir değnek oturmuş, su içmeye gelen güvercinlerle ispinozları avlayan bir çocuk gördü; çocuk öğle yemeklerini bu basit yöntemle çıkarma alışkanlığındaydı. Kuşlar hiç de yaşadıkları tehlikenin farkında görünmüyorlardı. “Yerli sakinler çevreye yeni gelen bir yabancının beceri ya da gücüne alışana kadar, yeni gelen bu yırtıcı hayvanın çevrede çok büyük bir tahribat yaratacağı sonucuna varabiliriz” diye yazdı Darwin.

Büyülü bir hafta böyle geçti; Darwin’in kavanozları bitkilerle, deniz kabuklarıyla, böceklerle, kertenkelelerle ve yılanlarla doldu. Herhalde Cennet Bahçesi böyle olmazdı; yine de adada “bir zamandışılık ve bir masumluk” vardı. Doğa büyük bir denge içindeydi; orada bulunan tek davetsiz misafir insandı. Bir gün tam bir daire oluşturan bir krater gölünün etrafında yürüyüşe çıktılar. Göl yaklaşık bir metre derinliğindeydi ve parlak beyaz bir tuz tabanın üzerinde kımıltısız uzanıyordu. Kenarlarında pırıl pırıl yeşil bir perçem oluşmuştu. Bu doğa harikası yerde balina avına çıkmış bir geminin isyancı tayfaları kısa bir süre önce kaptanlarını öldürmüştü. Ölen adamın kafatası hâlâ toprağın üzerinde duruyordu.


Beagle orada Darwin’in arzuladığı kadar çok kalmadı. “Bir bölgede en ilgi çekici şeyin ne olduğunu bulur bulmaz oradan aceleyle ayrılmak çoğu yolcunun yazgısıdır.” Geminin arka tarafında topladığı örnekleri seçip ayırmaya başladığında, birden, çok önemli birşey dikkatini çekti: Çoğu yalnız bu adalarda bulunan, başka hiçbir yerde bulunmayan eşsiz türlerdi bunlar ve bu, bitkiler için olduğu kadar sürüngenler, kuşlar, balıklar, kabuklular ve böcekler için de doğruydu. Güney Amerika’da karşılaşılan türlere benzedikleri doğruydu, ama aynı zamanda çok da farklılardı. “En çarpıcı olanı” diye yazdı daha sonra Darwin, “bir yandan yeni kuşlarla, yeni sürüngenlerle, yeni kabuklularla, yeni böceklerle, yeni bitkilerle, bir yandan da kuşların ses tonları, tüy renklerinin tonları gibi ufak tefek sayısız yapı özelliğiyle kuşatılmış olmak; hem Patagonya’nın ılıman ovalarını hem de Kuzey Şili’nin kavurucu çöllerini çok hatırlatan yerlere sahip olmak.”

Başka bir keşfi daha oldu: Birçok ada birbirinden yalnızca 50-60 mil uzaklıktaydı, ama türler adadan adaya bile farklılık gösteriyordu. Bu, ilk kez çeşitli adalarda vurulmuş alaycı-ardıçkuşlarını karşılaştırırken dikkatini çekti, daha sonra da takımadanın vali yardımcılığını yapan Bay Lawson bir kaplumbağanın kabuğuna bakınca onun hangi adadan geldiğini bilebileceğini söyledi.

Küçük ispinozlarda bu çok daha belirgindi, ispinozlar sönük görünüşlü, kulağa hoş gelmeyen kötü bir ötüşleri olan kuşlardı; hepsi kısa kuyrukluydu; çatılı yuvalar yapıyorlar, bir kerede pembe benekli dört yumurtanın üstüne kuluçkaya yatıyorlardı. Tüylerinin rengi belli ölçülerde değişiklik gösteriyordu: Yaşadıkları adaya göre lav karası ile yeşil arasında değişiyordu (Bu denli donuk görünümlü olan yalnız ispinozlar değildi; sarı göğüslü çıtkuşu ile kızıl sorguçlu sinekçil dışında kuşların hiçbirinde tropik bölgelerin o bilinen parlak renkleri yoktu). Ama Darwin’i en çok şaşırtan şey ispinozların farklı türlerinin sayısı ve gagalardaki çeşitlilikti.

İspinozlar bir adada fındıkları ve tohumları kırmak için güçlü ve kalın gagalar geliştirmişlerdi; bir başkasında gaga böcek yakalamasını sağlamak için küçüktü; yine bir başkasında meyve ve çiçeklerle beslenmeye uygun bir hale gelmişti. Hatta bir kaktüs iğnesiyle deliğindeki kurdu çıkarmayı öğrenmiş bir kuş bile vardı.

Belli ki ispinozlar farklı adalarda farklı yiyecekler buldular ve birbirini izleyen kuşaklar boyunca kendilerini buna uyarladılar. Kendi aralarında başka kuşlarla karşılaştırıldığında bu kadar çok farklılaşmaları, bu kuşların ilkin Galâpagos adalarında ortaya çıktıklarını düşündürdü. Bir dönem, büyük bir olasılıkla oldukça uzun bir dönem, belki yiyecek ve yurt konusunda hiç rakipleri olmadı, bu da onların başka türlü olsaydı onlara kapalı olacak yönlerde evrimleşmelerine izin verdi. Örneğin ispinozlar olağan koşullarda, ortalıkta zaten etkili ağaçkakanlar dolaştığı için, türler gibi ağaçkakan yönünde evrime uğramazlar; sonra küçük bir anakara ağaçkakanı Galâpagos’a yerleşmiş olsaydı büyük bir olasılıkla ağaçkakan ispinozu hiç evrimleşmezdi. Aynı şekilde, fındık yiyen ispinozlar, böcek yiyen ispinozlar, meyve ve çiçekle beslenen ispinozlar kendi tarzlarını geliştirmeleri için kendi hallerinde bırakılmışlardı. Yalıtım yeni türlerin kaynağı olmuştu.




Burada büyük bir ilke gizliydi. Doğal olarak Darwin onun bütün sonuçlarını birden kavrayamadı. Günlük'ünün yayımlanan ilk baskısında ispinozlardan çok az söz etti, ama çeşitlilikleri ve uğradıkları değişiklikler daha sonra doğal seçilimle ile kuramının büyük kanıtları oldu. Fakat o zamana kadar olağanüsü ve tedirgin edici bir buluşun kıyısında olduğunu anlayamadı.

Bu noktaya gelene kadar, değişikliğe uğramayan türlerin yaratıldığı yollu geçerli inanca asla açık açık karşı çıkmadı, ama bu konuda gizli birtakım kuşkularının olması da pekâlâ olasıdır. Fakat burada, Galâpagos’ta, farklı adalarda farklı alaycıkuş, kaplumbağa ve ispinoz biçimleriyle, aynı türün farklı biçimleriyle karşı karşıya gelince, çağının en temel kuramlarını sorgulamak zorunda kaldı. Aslında iş bu kadarla da kalmıyordu; şimdi kafasını kurcalayan fikirlerin doğru olduğu kanıtlanırsa, yeryüzünde yaşamın kaynağı ile ilgili olarak kabul edilen bütün kuramlar yeniden gözden geçirilmek zorunla kalınacak, Tekvin’in -Adem ile Havva ve Tufan’la ilgili öykülerin- kendisinin de bir boşinançtan başka birşey olmadığı gösterilmiş olacaktı. Birşeyler kanıtlamak için yapılacak araştırmalar ile soruşturmalar yıllarca sürebilirdi, ama en azından kuramsal olarak yapbozun bütün parçaları yerli yerine konmuş görünüyordu.

Düşüncelerini geçici ve varsayımsal olarak bile Fitzroy’a kabul ettiremedi. îki adamın daha sonraki yazışmalarına bakarak aralarındaki tartışmayı yeniden canlandırmak, Galâpagos’tan uzaklaşırken kâh dar kamaralarında, kâh gecenin ayazında kıç güvertesinde, büyük bir inatla birbirlerini ikna etmeye çalışan genç insanlara özgü bir güçle savlarını ileri sürüşlerini gözümüzün önüne getirmek olanaklı.

Darwin’in savı ana hatlarıyla kabaca şuydu: Bildiğimiz dünya tek bir anda birden yaratılmadı; son derece ilkel bir-şeyden yola çıkarak evrimleşti ve hâlâ değişmekte. Bu adalar olup bitenlerle ilgili harika bir örnekti. Çok yakın zamanlarda volkanik bir patlama sonucunda denizin üzerinde belirdiler, ilk zamanlarda üzerinde yaşam yoktu. Bir süre sonra kuşlar geldi. Gübrelerinde bulunan, hatta büyük bir olasılıkla da ayaklarındaki çamura yapışmış tohumları toprağa bıraktılar. Deniz suyuna dayanıklı başka tohumlar da Güney Amerika anakarasından yüzerek geldi. Yüzen kütüklerin ilk kertenkeleleri buralara kadar taşımış olması olasıdır. Kaplumbağalar denizin kendisinden gelip kara kaplumbağalarını geliştirmiş olabilirler. Her tür geldikten sonra kendisini adada bulunan yiyeceğe -bitkilere ve hayvansal yaşama- uyarladı. Bunu yapamayanlar ile kendilerini öteki türlere karşı koruyamayanların soyları ise tükendi.

Kemikleri daha önce Patagonya’da bulunan dev yaratıklara olan da buydu: Düşmanlarının saldırısına uğradılar ve ortadan kalktılar. Her yaşayan şey bu süreçten geçmiştir, însan, çok ilkel, hatta maymundan bile çok daha ilkel bir yaratık olduğu zamanlarda bile rakiplerinden daha hünerli ve daha saldırgan olduğu için, yaşamını devam ettirip büyük bir başarı kazandı. Aslında yeryüzündeki bütün yaşam biçimlerinin tek bir ortak atadan çıkmış olması da olasıdır.

Fitzroy, bütün bunların, Kutsal Kitap’la tam bir çelişki içinde oldukları için, kâfir saçmalıkları olduğunu düşünmüş olmalı. însan, orada kesin bir biçimde belirtildiği gibi, Tanrının Kendi suretinde, mükemmel olarak yaratıldı; her tür, hayvanlar kadar bitkiler de, ayrı ayrı yaratıldı ve hiç değişmedi. Bazıları yok olup gitti, hepsi o kadar. Hatta Fitzroy, ispinozların gagaları sorununu kendi kuramlarının destekçisi yapacak kadar ileri gitti: “Bu, her yaratılmış şeyin amaçlandığı yere uyum sağlamasını sağlayan Sonsuz Bilgelik’in o hayranlık uyandırıcı işlerinden biriymiş gibi görünüyor.”

Fitzroy’un Kutsal Kitap'la uyumlu düşünceleri yolculuk süresince gittikçe daha da katılaştı. O, anlamaya çalışmamamız gereken kimi şeyler olduğuna inanıyordu; evrenin ilk kaynağı, bütün bilimsel araştırmaların erişimi dışında bulunması gereken bir giz olarak kalmalıydı. Fakat Darwin çoktandır bunu kabul etmekten çok uzaktı; Kutsal Kitap’a takılıp kalamazdı, onun ötesine geçmek zorundaydı. Uygar insan bütün soruların en canalıcısını -“Biz nereden geldik?” sorusunu- sormaya, soruşturmalarını kendisini götürdüğü yere kadar götürmeye devam etmekle yükümlüydü.

Bu tartışmaya bir son vermek mümkün olmayacaktı. Tartışma, biri bilimsel ve araştırmalara açık, öteki dinsel ve tutucu, karşıt iki görüşün 25 yıl sonra Oxford’da yapılan o sert toplantıdaki çatışmasının bir önhazırlığıydı.

Ne var ki, bir grup insan, yani Kilise, Darwin’in kuramına şiddetle karşı çıktı.

Darwin’in The Origin of Species (Türlerin Kökeni) adlı kitabının yayımlanması bilim ile din arasında sert bir tartışmaya yol açtı. Darwin’in çekingenliği kendisinin bu tartışmada yer almasını engelledi, ama evrimle ilgili kavgacı savunmalarıyla “Darwin’in Buldoğu” lakabını alan dostu Thomas Huxley’in sözünü sakınmak gibi bir özelliği yoktu. Huxley ile Piskopos Wilberforce arasındaki kavga, Ronald Clark’in Darwin biyografisinde şöyle anlatılır:

Britanya îleri Araştırmalar Kurumunun 1860 yazında Oxford’da yaptığı yıllık toplantıda [Darwin’in kuramı konusundaki] kuşkular boşlukta kaldı. Kurum üyeleri 19. yüzyıl bilim tarihinin en parlak sahnelerinden birine tanık olacaklardı. Bu, Oxford Piskoposu Samuel Wilberforce ile Thomas Huxley’in bir tartışma sırasında karşılıklı atışmalarından oluşan bir sahneydi. Çağının öteki kilise adamları gibi Wilberforce da bilimsel bakımdan tam bir karacahildi.

Tartışma beklendiği için salon tıka basa doluydu. Wilberforce’un, Huxley’in de daha sonra yazacağı gibi, “birinci sınıf bir tartışmacı” olmak gibi bir ünü vardı; “kartlarını uygun oynasaydı evrim kuramını yeterince savunma şansımız pek olmazdı.”

Wilberforce, akıcı ve süslü bir konuşmayla, kendisini yenilgiye uğratmak üzere olduğu belirttiği Huxley’e övgüler düzdü. Ardından ona döndü ve “soyunun büyük annesi mi yoksa büyük babası tarafından mı maymundan geldiğini öğrenmek istedi.”

Huxley rakibine döndü ve haykırdı: “Tanrı onu ellerime teslim etti.”

“Eğer” dedi [kürsüden], “bana ‘bir büyük baba olarak zavallı bir maymunu mu, yoksa doğanın büyük bir yetenek ve güç bahşedip bunlarla donattığı, ama bu yetenekleriyle gücünü yalnızca birtakım eğlenceli sözleri ağırbaşlı bilimsel bir tartışma gibi sunmak amacıyla kullanan bir insanı mı yeğlersin?’ diye soracak olsalar, hiç duraksamadan tercihimin maymundan yana olduğunu söylerdim.”

Huxley vurabileceği en büyük darbeyi vurmuştu. Bir piskoposu küçük düşürmek, bundan bir ya da birkaç yüzyıl önce pek rasglanır birşey değildi; hele halkın önünde, kendi piskoposluk bölgesinde küçük düşürmek neredeyse hiç görülmemişti. Dinleyiciler arasında oranın ileri gelenlerinden bir hanım şok geçirip bayıldı. Dinleyicilerin çoğu alkışladı. Fakat Robert Fitzroy oturduğu yerden kalktı ve otuz yıl önce Darwin’le gemide yaptığı bir tartışmayı hatırlattı. Kutsal Kitap’ı Huxley’e salladı ve süslü sözlerle bütün doğruların kaynağının bu kitap olduğunu söyledi.

Bu öykünün birinci elden hiçbir anlatımı yoktur. Harvardlı dirimbilimci Stephen Jay Gould diyalogun çoğu bölümünü yaklaşık 20 yıl sonra Huxley’in kendisinin uydurduğu inancındadır. Fakat bu konuşmalardan kimsenin bir kuşkusu olmadığı yollu bir dipnot da vardır. Huxley Wilberforce’a duyduğu nefreti 1873’e, Piskopos atından düşüp kafasını bir taşa çarparak öldüğü yıla dek sürdürdü. “Kafası,” dedi Huxley bunu öğrenince kıs kıs gülerek, “gerçeğe bir kez daha tosladı, ama bu kez sonuç ölümcül oldu.”

Kitap:  Adrian Perry / Bilimin Arka Yüzü

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder