BULANTI & BİR ŞEFİN ÇOCUKLUĞU

JEAN-PAUL SARTRE, KRİPTOMETAFİZİKÇİ ROMANCI

 Michel TOURNIER



Yirmi yaşlarındaydık ve kafalarımız fokur fokur kaynıyordu. Her gün, ateşli bir istekten kaynaklanan ve bu nedenle de bağışlanabilecek bir yetkiyle dünyayı yeniden kuruyorduk. Çünkü yetki, ancak sakin ve donuk olduğu zaman gerçekten nefret edilesi bir şey olur. Ya üstün yetenekli olmalıydık ya da yok olmalıydık. Tam da o sıralarda kendimizi ifade etme fırsatı verilmiş bize. Son günlerini yaşamakta olan aylık bir dergi son sayısında bize yer vermişti. Bu onun son ve en güzel yapıtı olacaktı. Hemen işe koyuldum ve bu çok özel sayının ayakta kalan parçasını oluşturacak upuzun bir makale yazdım. Bir makale? Aslında varlıkbilimi, bilgibilimi ve bilgi kuramı, ahlâk, mantık ve estetiğiyle neredeyse eksiksiz bir dünya dizgesiydi bu. Tabii ki belirti sınırları aşamayacağımızdan, tüm bu bilgiler kısaltılıp özetlenerek verilmişti. Bugün bu yazıya bir sistem, yoğun bir sistem maketi denilebilir.

Otuz yıl sonra hiç de küçümsemiyorum bu yayını. Daha sonra yeniden düşüncelerimi açıklamak için bir yirmi yıl beklemiş olmam (1965’de başladığım Cuma ya da Pasifik Arafı ancak 1965'de yayımlanmıştı) birkaç sayfada her şeyi birden söylemiş olmamdan değil midir? Benim bu yoğun sistemim (yayımlanmış metnini de, ilk nüshasını da tamamen gözden ırak tuttuğumu sandığım) belki de bugün hâlâ küçük öykülerime gizli bir kaynak oluşturuyor.

Ama, biz şimdi uzak özgürlük dönemine dönelim yeniden. Adımın ve düşüncelerimin yayımladığını görmemin sarhoşluğu, Gazette des Lettres'in bir makalesinde “sistemimin” özeti, yorumu ve değerlendirilmesinin çıkmasıyla daha da artmıştı. Bu eleştiriye imza atan kişinin (hem minnet duygusundan, hem de isminin gizli kalmasını istediğimden, ona Socrate diyeceğim) bir uzman felsefe öğretmeni ve Sorbonne'daki uzman öğretmenlik sözlü giriş sınavlarında görevli jüri üyelerinden biri olduğunu öğrendim.

Uçuyordum sanki. Victor Cousin sokağında, oturumun tamamlandığı Rene Descartes salonuna giderken durup dururken gülüyordum. Gösterişli masanın arkasında uyuklayan saygın beylerin arasından Socrat’ı gösterdiler bana. Yetkisiz, küçük memurların arasında parıldayan bir melek gibi göründü gözüme. Bu adam benim yayınlarımı okumuş, düşüncelerimi, kim olduğumu bilen biriydi. Bir an önce ona koşabilmek için çıkışta sabırsızlıkla bekledim onu: “Michel Tournier benim!'. Pek etkilenmemişti sanki.

-Hadi gidip bir şeyler içelim dedi.
            - Bana, benden, kendinden ve başkalarından etti.  

-Tabii ki siz Sartre’dan etkilenmişsiniz, dedi ardından.

- Tabii ki.

              - Kafanız onunla dolu.

              - Öyle mi düşünüyorsunuz?

   -  Hem de fazlasıyla. Ve de ondan kolay kolay kurtulacak gibi de görünmüyorsunuz. Yirmi yaşlarında esin kaynağınız olan yazarların etkisi ömür boyu sürer. Tıpkı kadınlar gibi. Eğer bir kadına çok genç yaşta alışmışsanız, çoğu zaman ondan kolay kolay kurtulamazsınız. Hatta bu kadın eskiden bir hayat kadını olmuş olsa bile. Sonunda evlenirsiniz onunla. Ne dediğimi iyi biliyorum çünkü bu benim başıma geldi!

Böylece Socrate’ın eşinin bir zamanlar “o kadınlardan" olduğunu öğrendim. Sartre'a gelince, o benim için yeryüzünün en önemli insanı olarak kalmıştır hep. Onunla hiç konuşmadım. Onu bir kez bir konferansında gördüm. Bazen sağlığının iyi olmadığı söylentileri kulağıma çalınıyor. O zaman, onun ölümcül olduğunu düşünüyorum. Ve de o öldüğü zaman benden de bir şeyler gömeceklerini.

Bu nedenledir ki, benden onun hakkında birkaç satırlık bir yazı istenmesi aslında oldukça sinsi bir tuzak sayılır benim için. Çünkü bir kere, hiçbir yazar bana onun kadar yakın, onun kadar tanıdık gelmemiştir. Savaştan sonraki basımlarının hiç kapağını bile açmadığım (ilk basımı 1939'da yapılan) Duvar'ı bugün yeniden okudum. Her satırını tanıdım. Ama, gene aynı nedenden ötürü, bu denli açık ve bu denli genişçe ifade edilmiş bir düşünceye küçücük bir yorum ekleme gereğini bile duymuyorum ve durum böyle olunca da yeni bir yazarı keşfetmenin şaşkınlığından doğan şokun ve bunun eleştiriye sağlayacağı katkıların bile hiçbir önemi kalmıyor.

Bununla birlikte, bu yeniden okuma sırasında, otuz yıl önce göremediğim ya da önemini bilemediğim bazı ayrıntılar çıktı karşıma.

Örneğin, Bulantı'nın  başında yer alan, L.R. Celine’den alıntı tanımlık: Toplumsal hiçbir değeri olmayan bir kimse bu, sadece bir birey. Bir çeyrek yüzyıl sonra yayımlanacak olan Sözcüklerin (les Mots) son satırlarının, şaşırtıcı bir biçimde, haberciliğini yapmaktadır:

“Kendi, öz seçimim beni hiç kimseden daha üstün konuma getirmiyordu: donanımsız, malzemesiz, benliğini bütünüyle koruyabilmek için kendimi büsbütün yapıtıma vermiştim. Eğer olanaksız kurtuluşu tavan arasına kaldıracak olursam, geriye ne kalır? Başlı başına bir insan, tüm diğer insanlardan oluşmuş ve tek başına değeri hepsinin değerine eşit, ve de herhangi bir insan değerinde”.

Sartre ile Celine'in yakınlığı su götürmez bir gerçek ve Bulantı'nın (1938) doğrudan Gecenin Sonuna Yolculuk (1932) ve Taksitle Ölürm'den (Mort â Credit, 1936) esinlendiği belli. Aynı hırçınlık, her tarafta çirkinlik, aptallık, aşağılıktan başka bir şey görememe de aynı yanlı tutum. Birbirlerinden olabildiğince uzak, XX. yüzyılın en büyük iki Fransız roman yazarı -Marcel Proust ve Louis Ferdinand Celine- yaşama duydukları tiksinti, varoluşa duydukları nefrete gelince aynı noktada buluşuyorlar. Bu anlamda Proust’un astımı -genelleşen bir alerji- ve Celine'in Yahudisevmezliği iki ayrı görünüm altında bir evrensel reddedişi somutlaştırmaktan başka bir şey değildi. İşte bu noktada, şüphesiz, yazarın kendi kişiliğinin devreye girip girmemesi sorunu söz konusu olabilir. “Madame Bovary, benim". Gustavo Flaubert'in bunu doğrulayan ünlü sözü romanın tüm estetiğini özetliyor. Her yazar özünü, kendi özel yaşamından alır, bunu okuyucusuna ya, neredeyse, ham haliyle (Montaigne, Rousseau, Gide) ya da tanınmaz hale getirecek bir arıtma işleminden geçirdikten sonra verir (Tıpkı Flaubert’de olduğu gibi, ancak Ermiş Antonius ve Şeytan (Tentatıon), Salambo, Madama Bovary ve Duygusal Eğitim (Education Sentimentale'de bunun derecesi farklıdır), Şunu da belirtmek gerekir ki belli dozda mutsuzluk, uyumsuzluk, marjinallik, hatta gizil suçluluk böyle durumlarda neredeyse zorunlu bir koz oluyor. Proust, hasta, Yahudi ve eşcinsel biri olarak kargaşadan nasibini almıştı. Oysa ki, Celine’in davranışında bir çeşit düzmecilikten söz edilebilir. 1914 savaşı kahramanı, tıp doktoru, daha ilk kitabıyla telif haklarına boğulmuş, Danimarka’da bir bankada altın kasası bulunan biri olarak, sefilleri, aç susuzları oynaması dürüstlükten ödün vermeden olamazdı.

 Ancak, o yüzde yüz bir edebiyatçı ve roman yazarıydı. Bir fizikçi, bir tarihçi, hatta bir ressam yapıtlarıyla yaşamı arasına su sızdırmaz bir set çekebilir. Ama bir şair, bir romancı yapamaz bunu. Bu kişiler paralanırlar, yüzlerini, aşklarını, vergi belgelerini ortaya dökerler. Bu nedenle de bazı sapmalar, bazı gülünçlükler kaçınılmaz olur. Sartre'da kendi kişiliğini devreye sokma sorunu oldukça farklı boyutlarda kendini gösterir. Onun tüm öğretmen, filozof yanı bu yazınsal gülünçlüklere düşmez ve Sartre'ın da düşmesini engeller. Çünkü yazar Sartre, romancı Sartre, tiyatro yazan Sartre'ın hep bir ayağı üniversitede, salt filozofların yanında olmuştur. Bu onu hem yüceltir hem de küçültür, onu kimi güçlüklerden kurtardığı gibi, başına yenilerini de açar. Çünkü Sartre’ın, örneğin Celine'den daha küçük bir yazar olduğu gün gibi ortadadır. Celine'in Fransızca'nın sözdizimini yıkıp-yeniden kurmasıyla at başı beraber giden kara lirizmi, yazın alanında, tıpkı Mallarme'nin paha biçilmez soneleri ve Proust'un dolambaçlı ve büyüleyici cümleleri gibi, çarpıcı bir yaratı oluşturur. Buna benzer hiçbir şey yoktur Sartre'da. O, kitaplardan kendisine ulaştığı şekliyle Stendhal, de Balzac, de Maupassant'ın dilini, olduğu gibi almış ve ondan kendisine hiç sorun yaratmayan, kullanımı kolay ve ulaşmak istediği amaca göre uyarlanmış bir araç gibi yararlanmıştır. Bu anlamda, yazının bir tek etkililik kuralına boyun eğmesi gerektiğini düşünen Zola'ya yakındır.

Oysa, eğer romancı Sartre'da, Celine'in sahip olduğu yaratıcı güç yoksa, bu onun başka ellerden gelmesinden kaynaklanır, bir yazın göçmenidir o. Sarayda doğmamıştır, yazın ülkesine metafizik bölgelerden gelmiş ve kaçak yolla da olsa çıkınında, yazınsal yapıtlarına katmayı düşündüğü, Aristote, Spinoza ve Hegel'i de getirmiştir. Bu, onun özünden bir şeyler götürüyor ama, özgünlüğüne yeni bir boyut da kazandırıyor. Felsefî birikimini yazınsal ereklerin emrine sunmak gibi zor bir bahse girmiştir o, ancak Voltaire usulü felsefi masallar değil de, Zola'nınkiler gibi insancıl ve toplumsal romanlar, Brecht gibi siyasal ve tarihsel tiyatro yapıtları yazmak için. Onunki yerine getirilmeyecek bir iddia idi, ama zaten, her yaratılan şey daha girmeden kaybedilen bir bahistir, çünkü, ancak gerçekliğini ortaya koyduktan sonra olabilirliğini yaratabilir.

Proust ya da Celine’den daha küçük bir yazar olduğu gibi, yapıtlarıyla da onlar kadar derin bir uzlaşma içinde değildir. Sartre’da oldukça dokunaklı bir marjinal olma özlemi (siyasal yeğlemelerine dek) vardır. Ama yasal bir evlilikten doğmuş, Ari ırkından, bir Fransız, heteroseksüel, uzmanlık sınavını kazanarak Devlet memuru olmuş, solcu olunması gereken bir dönemde solcu, parlak bir ünle dokunulmazlığa ulaşmış (de Gaulle onun hakkında şunları söylemiştir: Voltaıre durdurulamaz.) ve dahası Stokholm Kraliyet Akademi-sinin seçimini kabul etmeyip Nobel ödülünü geri çevirerek ününe ün katmış bir insan, başka nasıl olabilir ki?


Bu dokunulmazlık Sartre’ın kişileriyle ilişkisinde de kendini gösterir. Tüm diğer romancılardan daha çok uzaklaştırır onları kendinden: Soğuk ve mesafelidir onlara karşı. Hatta Sartre’da kendisine benzetilme olasılığı yüksek olanlara karşı, âdeta, inceden inceye gelişen kötü duygular vardır. Oysa Celine, anlatıcı-kahramanı için okuyucudan sevecenlik ister pek tabii ki. Örneğin, Bulantı birbirine tamamen zıt iki kişiyi yüzleştirir. Otodidakt ve anlatıcı, Antoine Roquentin. Birbirinden farklı biçimlerde de olsa, her ikisine de kötü davranır Sartre. Bu otodidakt takma adı da niye? Çünkü o önceden belirlediği bir süre içinde, belediye kütüphanesinde bulunan tüm kitapları alfabetik sırayla okuyarak, tüm insan bilgisini edinmeye koyulmuştur da ondan. Aslında gülünecek hiçbir şey yoktur bunda, Sartre bunu bilmezlikten gelemez. Gençliğinde ondan esirgenen ve çok fazla önem verdiği bilgiyi edinmek için bu alçakgönüllünün gösterdiği çabalar karşısında, bu acı alaylar, kültür zengini Roquentin’in acı alayları tiksindiricidir. Bu alaylar, Bulantı ile aralarında sıkı bir bağ bulunan eski Fransız yazını geleneğinden gelmektedir -hiç şüphesiz, tıpkı milliyetini yeni değiştirmiş ve yeni memleketlilerini kusurlarına varıncaya kadar taklit etmeye özen gösteren biri gibi, gelenekçi yazının güvencesine sığınan yazarın salt kendi doyumu için tüm bunlar. Çünkü, sıradan bir kumaş satıcısı, bütün suçu felsefe ve dilbilgisi öğrenmek olan Bay Jourdain’i gülünç düşürürken Moliere de, Bouvard ve Pecuchet’ye yüklenirken Flaubert de hep aynı tabuya boyun eğerler: Seçkinler sınıfına ait olan kültür ayaktakımına yasaktır.                                                          

Sartre Otodidakt’ı daha da gülünç kılmak için onun kişiliğine iki de tutku katar: yolculuklar, genç olanlar. Hiçbir zaman yolculuk etme olanağı bulamamıştır, ama hep Luksor, Seylan Angkor'u düşler. Belediye kütüphanesinde gizlice çocukların ellerini okşar.

Roquentin kesinlikle gülünç değildir: aşağılıktır o. Örnek bir heteroseksüeldir ve her zaman gittiği kahvenin kadın patronunu, iğrenerek ve küçümseyerek becermeyi alışkanlık edinmiştir. Yolculuklara gelince, dünya turu yapmış, hiçbir şey görmemiş, gittiği her yerden sıkılmıştır. O bir enkazdır ve Sartre onu ancak kendi kendini cezalandırma numarasına yatarken benzetebilecektir kendisine (ona oynattığı anlatıcı rolü daha fazlasını akla getirir oysa ki). Burada önemli olan Sartre-Roquentin ilişkisinde büyük bir belirsizliğin hüküm sürmesidir. Çünkü Roquentin, 1935 yılında Havre lisesinde felsefe öğretmenliği yapan, genç kriptometafizikçi roman yazarı Sartre’ın tüm umutlarını taşıyan kişidir aynı zamanda. Peki o, Roquentin ne olacaktı? Felsefe öğretmeni değil tabii ki. Bütün roman somutlaşmış kuramsal bir bilginin ağırlığı altında çökerdi o zaman. O, Hindçini’de memurluk yapmış, Bengal’e tayini çıkınca kabul etmeyip Fransa'ya geri dönmüştür. Bizim okuduğumuz günlüğünü yazarken, gelip Normandiya'da, Bouville’e yerleşmiş, çünkü buradaki ilçe kütüphanesinde üzerinde çalışmak istediği Rollebon adında bir marki ile ilgili belgeler vardır. Rollebon’un XVIII. yüzyılın sonu ile XIX. yüzyılın başlarında geçen yaşamı gizemli ve olabildiğince serüvenlidir. O, çirkin, çapkın, kumarcı, üçkağıtçı, entrikacı ve komplocudur. Fransa’da ve Rusya’da çeşitli servetleri olmuş ve çok ileri bir yaşta cezavinde ölmüştür. Yalnız bakın: Roquentin günlüğünü yazdığı sırada Rollebon’un yüz hatlarının silinmeğe ve çekiciliğinin yitmeye başladığını görür. Burada, Roquentin’e suçsuzluğunu kanıtlama şansı tanıyan ve bir dayanak noktası oluşturan bu tarihsel ilgi alanının çözülüşüne tanık oluyoruz. Hiç şüphesiz, geçirmekte olduğu krizin bir sonucu bu. Sonucu ya da koşulu. Rollebon bir tarihsel romana atılan ilk adımdı. Fransız tarihinin en romanesk evrelerinden birinde yer alıyordu. Marie-Antoinette’in ve Angoulome düşesinin yakınıydı. Çar 1. Paul'ün öldürülmesinde de parmağı vardı. Böyle bir roman yazılamazdı. Sartre belki de Roquentin aracılığı ile kendisini Rollebon’a benzetme girişimine gereksinim duydu -Sözcükler'e göre, tüm çocukluğunu bu tür özlemlerle geçirmiştir. Rolebon unutulunca, Sartre'ın elinden tuttuğu Roquentin bir başka romanın yazarı olacaktır: Bulantı.

Bulantı'nın konusu, anlatıcının tanımı ile, bazı bazı onun tüm benliğini saran "küçük bir delilik krizi" ile oyuna başlamaktır. Bu kriz önce başkalarıyla her tür ilişkinin kesilmesi ve yırtıcı, insanlık dışı bir yalnızlığın yerleşmesiyle kendini gösterir. Roquentin kendi yüzünün büyüsüne kapılmıştır. Aynada kendine bakar, yüzünü buruşturur. Sözcükler'de tam olması gerektiği yerde yeniden karşımıza çıkacak iyi bir dolap. Aslında, kendine duyduğu tiksintiyle can çekişmektedir o. Rollebon’un yüzü ile karşılaştırılmak Roquentin için oldukça rahatsız edici bir şeydir. Çünkü son derece toplumcul markinin yüzü hareketli, renkli, konuşan bir tabela-yüzdür. Oysa, hiç dostu olmayan, Bulantı'nın anlatıcısı nesneler üzerine tamamen çıplak, etten bir maske dayar. "Sanki insansız doğa" diye söz eder kendi yüzünden. İnsansız doğa? Masum görünümü altında çok şeyi açığa vurur bu anlatım. Incil’e, tam olarak da Türüme, Yaradan’ın gündüz ve geceyi, bitkiler ve hayvanları yaratıp henüz Havva ile Adem'e şekil vermediği döneme rastlayan, Yaratılışın 4. gününe gönderme yapar. Buna yeniden döneceğiz. Bu insansız doğa, bir insan gözlemci tarafından nesnel bir biçimde görülemez, hissedilemez, oluşturulamaz, öznesiz bir nesnedir bu. Bilenleri olmayan bir bilinendir. Eğer bu doğa bir duyguyu dile getiriyorsa, bu onun sıcak, içten, heyecan verici bir bakışa yansımasından değil, kesinlikle, yalnızca kendisinin, kendisi için yaptığı bir şeydir. Bulantı Roquentin’in ruh hâli değildir. Burada ünlü ve gerçekten yavan romantik tanımı en uç noktasına vardıralım: Bir peyzaj bir ruhsal durumdur. Ancak, söz konusu görünümün dışında ruhun bulunmadığını bildirmek koşulu ite tabii ki. “Mavi keten gömleği çikolata duvarda sevinçle belirir. Bu da mide bulandırıcıdır. Daha doğrusu bu bir bulantıdır. Bulantı bende olan bir şey değildir, onu orada, duvarda, askıların üstünde, çevremde her yerde duyuyorum. Kahveyle bütünleşmiştir o artık, onun içinde var olan benim. Üstelik bulantı uyandıranların yalnızlığı, aynı metafizik yetenekle kıvranan erkeklerin ve kadınların olası varlığıyla hiç bir bakımdan hafifletilecek bir yalnızlık değildir. Onlar bir yardımseverler derneği kurmak için toplanamazlar.

-İşte o gene bana bakıyor. Bu kez konuşacak benimle, kaskatı kesildiğimi hissediyorum. Aramızda sevecenlik falan oluştuğu yok: biz aynıyız, hepsi bu. O  da benim gibi yalnız, ancak benden daha çok gömülmüş yalnızlığın derinliğine. Onun kendi Bulantı’sını ya da buna benzer bir şeyi beklemesi gerekiyor. Şu an beni tanıyan insanlar var, beni şöyle bir süzdükten sonra: O bizden biri diyecek birileri. İyi de, ne istiyor o? Birbirimiz için hiç bir şey yapamayacağımızı bilmesi gerekir. Aileler anılarıyla iç içe evlerindeler. Oysa biz anısız iki enkaz. Eğer o birden kalksaydı ve birden bana dönüp konuşsaydı, havalara uçardım!”.

Görüldüğü gibi, bulantı, onu bir delilik, bir hastalık gibi görenlerin hissettikleri, bir görünüp bir yok olan, bir sayıklama nöbetidir: bir düşünceyle, görüşle, bir zihinsel üretimle hiç bir ilgisi yoktur. Oysa, başlangıçta, yani Sartre ve arkadaşlarının yazın atölyesinde, bu şeklide, metazifik bir düşünce olarak çıkmıştır ortaya. Burada Alman metafizikçi Martin Heidegger'in filozof Sartre üzerindeki etkisine değinmek gerekir. Heidegger'in Varlık ve Zaman'ı (1927), Sartre'ın Varlık ve Hiçlik- (1943)’ine, hatta kısmen de olsa Bulantı'sına kaynak oluşturur. Çünkü Heidegger'in kitabındaki incelemede Bulantı'nın anahtarı vardır. Ayrıca, Alman filozof bize hiçliğin iç daralmasında yakalandığını, varlığın İse bulantıda anlaşıldığını söyler. Peki tam olarak nedir bulantı? Toplumun çevremizde kurduğu narin yapıların ötesinde, Varlığın korkunç ve tehdit edici bir biçimde fışkırışıdır. Sözlerden, giysilerden ve dekordan oluşmuş bu yapı, bizim tasarılarımızı, geçmişimizi, bugünümüzü hiçliğe indirgeyen bu inanılmaz ve adlandırılamaz şeyin karşısında çökecektir.

Yalnız bir kez yine belirtelim, Roquentin ne bir düşünür, ne de bir gizemcidir. Bu durumda ona bir tek ruh hastası sıfatı kalıyor, ve o kısa bir delilik krizi gibi hissedecektir bulantıyı, işte Sartre ve yarattığı kişi, çok açık bir biçimde, bu noktada ayrılıyorlar birbirlerinden. Çünkü Varlık ve Hiçliğin yazarı İçin bulantının bir delilik krizinden geri kalır bir yanı yoktur. Şeylerin gizli gerçekliklerinin derinden sezilmesidir. Metafizikçi Sartre sağduyulu Roquentin’in bulantıya gösterdiği yıkıcı davranışı reddetmek zorundadır. Bundan ötürüdür  Oda'nın (la Chambre) kahramanının -gerçek bir deli- yazarın işini kolaylaştırıcı her türlü hoşgörüsüne hakkı olacaktır. Tütsü dumanına boğulmuş odada kapalı Pierre, etrafında uğultularla uçuşan heykellerin dokunuşlarıyla gitgide deliliğin derinliklerine gömülmektedir. Sağlıklı, sağduyulu, beceriksiz ama iyi niyetli kişi, hastanın kayınpederi, Bay Darbedat'dır. Oysa, yazar bize damadının yüce girişiminden hiç bir şey anlamayan, kaba saba zavallı bir budala olarak tanıtır Darbedat ile Pierre’in arasında, Pierre'in karısı, Darbedat'nın kızı Agathe kocasının hastalıklı evrenine kabul edilmek için, onu babasının tarafından olmaya iten sağlığıyla var gücüyle savaşacaktır. "Normal insanlar beni hâlâ kendilerinden sanıyorlar. Ama ben onların arasında bir saat bile kalamam. Ben orada, bu duvarın ötesinde yaşamaya gereksinim duyuyorum. Ama orada istemiyorlar beni..." Peki yazarın bu üçü arasında yeri neresi? Aynı anda, üçünde birden kuşkusuz. Felsefe öğretmenliği sınavını kazanabilmiş ve kendilerini yayımcı ve kitapçılara kabul ettirebilmiş iyi kitaplar yazmış olması İçin Bay Darbedat’nın sağlığına sahip olması gerekir. Ancak, onun tüm ilham kaynağı, her şeyi gören, yabanıl metafizikçi, sezgilerinin derinliğinde düşkünlüklerin en amansızına mahkum Pierre'in nostaljik büyüsüdür. Sonunda, gene de Sartre normallere  sırtını dönmüş, aşıp geçemediği bir duvarla burun buruna, sadık ve seven karısı Agathe'a daha çok yaklaşır. Bir başka deyişle, kuramlarının yerine kişileri, kanıtlamalarının yerine ise düğümleri koyan kriptometafizikçi romancı, gündelik yaşamın (zihinsel tembellikten ötürü sessiz kalan) metafiziksel sorulara vereceği yanıtlarının, yalnızca delilik ve toplumsal çöküş olduğunu keşfedecektir.

Şimdi kaynağa, yani özyaşamöyküsel yaklaşıma dönmek gerekir. Proust, Gide» Celine yapıtlarını beslemek için, kendi yaşamlarından fazlasıyla yararlanmışlardır. Bu, onların yaşamlarında oldukça zengin bir kaynak bulmalarından «gerçeği söylemek gerekirse-, acılardan, marjinallikten ve neredeyse gizli suçluluktan oluşan yeterli bir sermayeye sahip olmalarındandı. Oysa, daha önce de belirttiğimiz gibi, insan olarak Sartre'da düzenden başka hiç bir şey yoktur. 1964'e kadar onun özyaşamöyküsel türe hep karşı çıkacağı, çalışmalarının ve günlerinin kronolojisini tuttuğu Simone de Beauvoir’a kendini teslim etmeye devam edeceği düşünülebilirdi. Gerçekten de Bulantı'nın yazarının ben  demeye cesaret edebilmesi için, ve de ayrıca otuz yıl önce yayımlanmış öykülerden birinin - Bir Şefin Çocukluğu 'nun gizli özyaşamöykûsel anlamını kazanabilmesi için, geçmişe ışık tutan bu küçük kitabın, Sözcükler'in (Les Mots) çıkması gerekmiştir.

Evet Sartre gibi, Lucien Fleurier'de 1905’de doğmuştur. Onun gibi ailenin tek oğludur ve her ikisi de özellikle kız kardeşlerinin olmamasından üzüntü duyarlar. Sözcükler. “Benim için o (annem) bir abla gibidir... Bir ablam vardı, annem, ve ben bir de küçük kız kardeşim olsun istiyordum. Bugün hâlâ  -1963- bana heyecan veren tek aile bağı.’ Bir Şefin Çocukluğu: “Biraz kendini bırakmış bir hâlde, anlıyor musun diye devam etti. Bir kız kardeşim olma¬sından şikâyetçi değilim: o olmadan bazı şeylerin ayrımına varamazdım... Arkadaşlarına, kadınlara saygı duyduğunu ve kendilerinden beklediği anlayışı görmekten mutlu olduğunu açıklıyordu. Onların da zaten hemen hepsinin kız kardeşleri vardı."

Buradan itibaren, iki metin arasında zıtlıklar oldukça fazladır. Simetrik bir değer kazanacak kadar çok ve sistemlidir bu karşıtlıklar. Lucien uzun boylu ve yakışıklıdır. Ciddi yaşama geçmenin bir aşaması olarak algıladığı, uzun saçlarının kesilmesinin zaferini yaşamaktadır. Bir Şefin Çocukluğu: "lüleleri kesildiğinden beri, büyükler onunla daha az ilgileniyor ya da ona öğretici öy¬küler anlatıyor, öğütler veriyorlardı." Sartre için aksine, önüne geçilemez bir karayazgıdır bu. Sözcükler “Benim güzel, lüle lüle, uzun saçlarım kulaklarımın üstünde savruldukça, çirkinliğimin kesinliğini reddetme olanağı sağlıyordu ona. Anne-Marie üzüntüsünün nedenini benden gizleme inceliğini göstermişti. Bunu ancak on iki yaşımda, hoyratça öğrenmiştim... Başkalarından hoşlanılabileceğini öğrenmiştim. Lucien insanın hoşlanabileceği biriydi. Önce bir adamı, yazar Bergere'i, daha sonra da kadınları ayartmıştır. Oyun arkadaşları da vardır, siyasal gruplardan arkadaşlar da. Kralın gazetecisi olarak, bir yabancıya karşı düzenlenen ve cinayeti andıran bir saldırıya katılmıştır. Beğenilmek çocuk Sartre’ın bir türlü gerçekleşemeyen tutkusu olacaktır. O hep başkalarına kendini kabul etmeleri, onu aralarına almaları ve sevmeleri için yalvaracaktır. Girişimleri hep geri çevrilecektir. Sözcükler:“Lüksemburg teraslarında çocuklar oynarlardı, onlara yaklaşırdım, beni görmeden burnumun dibinden geçip giderlerdi, zavallı gözlerle bakardım. Ne kadar güçlü ve hızlıydılar! Ağaçtan ağaca, gruptan gruba koşardık, hep yalvararak, hep dışlanarak"

Lucien Fleurier güçlüyse, yakışıklı ve kendinden eminse bu tamamen babasının sayesindedir Bir Şefin Çocukluğu: “Akşam, yemekte babasına sevgiyle bakar. Bay Fleurier geniş omuzluydu, köylülere özgü hantal ve yavaş hareketlerinde bir çeşit soyluluk da seziliyordu ve bir şefe yaraşır soğuk ve metal mavisi gözleri vardı “Ona benziyorum” diye geçirdi aklından Lucien.  Dört kuşaktan beri Fleurierler’in babadan oğula sanayi şefi olduklarını anımsadı; ‘Ne derlerse desinler ailenin varlığı inkar edilemezdi. Ve de gururla, Fleurıerler'ın ruh sağlıklarının da yerinde olduğunu düşündü." Sartre babasını hiç tanımadı. Babasından ona kalan tek şey cokey boyuydu Sözcükler: uzun boylu ve güzel kadın, benim şu kısacık boyuma göre kendini ayarlamayı biliyordu, bunu gayet doğal karşılıyordu: Schweitzerler uzun boylu Sartrelar ise kısa, babama çekmiştim, hepsi bu işte.” Bundan ötesi boşluk. Sözcükler:  Ev sahibine, bu dünyevi şeyler, kendisi neyse onu yansıtmaktadır, bana ise ne olmadığımı öğretiyorlar: ben ne dayanıklı ne de kalıcıydım, baba eserinin geleceğe taşıyıcısı değildim, çeliğin üretimi için gerekli değildim. Oysa, Lucien’in bir dayanak noktası, kök saldığı bir zemin var ve bu karanlık ve verimli zemin, kesinlikle Freud’un "iğrenç ve kösnül yaratıklarla kaynayan" süperegosu değildir. Bu verimli, kara toprak, "köye özgü kokularla dolu Fransa'ya hayat veren ölülerin uyuduğu topraktır. Şef olmak budur işte.

Sartre. hiçbir zaman şef olamayacaktır. Sözcükler: "Ben ne bir şefim ne de olmaya can atıyorum... Hayatımda hiç gülmeden ve güldürmeden emir vermedim ben; içimi kemiren bir iktidar illeti de yok bende: boyun eğmek öğretilmedi bana." Sözcükler, bir şef-karşıtının çocukluğudur ve aynı zamanda bir çeşit özyaşamöyküsü karşıtıdır. Çünkü, okuyucu bazen şaşırabilir ve hala yazarın kendisiyle dalga geçip geçmediğini sorabilir kendine. İki örnek. 1914'de Sartre dokuz yaşındadır. 1918 de on üçünde olacaktır. Paris’de oturmaktadır. Bu anlatıda savaşın çok önemli bir yeri olması beklenirdi: Savaştan söz edilmez. Daha da garibi, hep babasız olduğundan, doğal olarak annesi ile çok yakın bir birliktelik içinde geçirmiştir yaşamını. Oysa, yalnız bir cümleyle, annesinin yeniden evlenmiş olduğunu öğreniyoruz. Delikanlıyı al¬lak bullak etmesi gereken bu değişiklikten, üvey babanın, hiç şüphesiz ortalığı karıştıran gelişinden hiç söz edilmez, Baudelaire, General Aupick konusunda hiç de böyle ağzı sıkı davranmamıştı...

Sözcüklerin yazarının babasız olmanın olumlu yanlarını göklere çıkarmaktan geri durmadığı kesin: "Yaşamış olsaydı, boylu boyunca üstüme uzanıp beni ezerdi. Anchiseslerini sırtlarında taşıyan Eneesler'in arasında yalnız ve yaşamları boyunca hep bir ayakları oğullarının sırtlarında olan bu görünmez ana babalardan nefret ederek bir geceden öbür geceye geçiyorum, Seçkin bir psikanalistin yargısını seve seve kabul ediyorum: Benim süper egom yoktur."

Bu garip, biraz da tez elden geliştirilmiş görünümü veren bilinç-üstü- Anchise-baba- kuramını bazı düzeltmeler yapmadan, ve de kötü ve oldukça kaba bir sözcük oyununu göze alarak benimsemek zorunda değiliz. Sonuçta Sartre, bu olağanüstü özgürlüğünden hoşnut olabilir. Sözcükler  bize ama kendini okumaya ve yazmaya vermiş, bu kendi içine kapanıştan acı duyan, somut yaşamda sözü geçmeyen bir adamın çocukluğundan betimlemeler sunarken, Bir Şefin Çocukluğu'nda ise, Lucien'in etkin yaşama geçişini, özellikle de kendi kimliğini kazanmasını babasına borçlu olduğunu görürüz.

Kriptometafizikçi roman yazarı ve böylece deli ya da yarı deli kişiliklere bürünmeye mahkum, baba ağırlığı olmadığından etkin yaşam sınavını geçememiş, her türlü marjinal eğilimden yoksun -ne ırksal, cinsel, dinsel ne de toplumsal- Sartre’a ne kalıyor öyleyse? Tüm yaşamını geçirdiği XX. yüzyılın (1905''de doğduğuna göre, 2000 yılından sonra da yaşama şansı az olacaktır) en iyi temsilcisi, yazarı, düşünürü, tanığı, bu görkemli ve gereksiz kişisi olmak düşecektir ona.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder