BULANTI

Bulantı, Sartre’ın ilk romanıydı ve siyasal düşünceleri bir yana, yazarın bütün düşünce ve
yönelişlerini içinde taşıyordu. Sartre’ın bu romanda, özgürlük ve kötü-niyet (bilmezlenme) : burjuvazinin karakteri; algının fenomenolojisi; düşüncenin, hatırlamanın ve sanatın yapısı konularında düşündüklerini açıkladığını görüyoruz. Bütün bu konular, romanın kahramanı Antoine Roquentin’in metafizik önem taşıyan bir buluşunun sonucu olarak söz konusu edilmiştir. Bu buluş, felsefe diliyle söylenecek olursa, dünyanın olumsal (contingent) olduğu ve dünyaya duyum ve algı yoluyla değil de, düşünce ve mantık yoluyla bağlı bulunduğumuz şeklinde dile getirilebilir.

Roquentin deniz kıyısındadır. Eline bir çakıl taşı almış ve denize atmağa hazırlanmıştır. Çakıl taşına bakar ve korkunç bir ürküntüye kapılır. Taşı bırakıp, oradan uzaklaşır. Bu olaydan sonra, buna benzer olaylar yaşar. Bir nesne-korkusu yerleşir yüreğine. Ama değişenin kendisi mi, yoksa nesneler mi olduğuna karar veremez. Bir bira dublesine ya da kahve sahibinin askılarına baktığında «bayıltıcı bir tiksinti» kaplar içini. Aynanın karşısına geçer; yüzünü, insandışı ya da balıksı bir şey gibi görür ansızın Sonra şu sonuca varır: Serüven diye bir şey yoktur. Serüvenler birer hikâyedir ve insan bir hikâyeyi yaşayamaz. İnsan bir hikâyeyi ancak dıştan görebilir; ancak daha sonra anlatabilir.

Bir serüvenin anlamı, bu serüvenin sonucundan gelir ancak; olaylara ancak daha sonraki tutkular
renk verir. Oysa, herhangi bir olayı yaşayan, yani onun içinde olan kimse, bu olayı düşünemez. İnsan bir şeyi ya yaşar, ya da anlatır; bunların her ikisini birden yapamaz. İnsan yaşadıkça, başından herhangi bir şey geçmez. Gerçek başlangıç diye bir şey yoktur. Çünkü gelecek orada değildir henüz. İnsanın başından birtakım şeyler geçer, ama bunlar Antoine Roquentin’in serüvenlere inandığı zaman geçmelerini istediği biçimde ortaya çıkmazlar. Roquentin’in istemiş olduğu şey, aslında olanaksız bir şeydir. Yani Roquentin’in, yaşadığı bütün anların, hatırlanan bir hayatın anları gibi art arda gelmesini istemesi, ya da sevilen bir şarkının notaları gibi art arda akmasını özlemesi, olacak iş değildir.

Yazdığı yapıtı da düşünür Roquentin. Marquis de Rollebon’un hayatı ile ilgilidir bu yapıt. Ne var ki, Roquentin’in, belgelerden ve mektuplardan çıkarmağa çalıştığı bu hayat, Rollebon’un yaşadığı gerçek hayat değildir. Roquentin, kendi geçmişini bile elinde tutamazken, bir başkasının geçmişini nasıl olup da ortaya koyacağını düşünür. Gerçeği ansızın kavrar: geçmiş diye bir şey yoktur aslında. İzler ve dışgörünüşler vardır yalnız. Bunların arkasında başka bir şey aramağa kalkışmak boştur. Daha doğrusu, var olan biricik şeyin şimdi olduğunu, yani kendi şimdi’si olduğunu anlar. Peki, bu şimdi nedir? Şimdi’nin taşıyıcısı olan ve varoluşup giden «ben», belli-belirsiz bölük-pörçük düşüncelerin ve yapışkan duyumların uzayıp duran maddesi’dir.

Roquentin müzeye gider ve burjuvaların «berduş» suratlarına bakar. Bu burjuvalar, varlıklarının aşağılık ve haklı-çıkarılmaz bir şey olduğunu akıllarının köşesinden bile geçirmemişlerdir. Devlet ve aile kurumlarının içinde yaşamışlar ve yeryüzüne gelirken kendi öz haklarını vb erdemlerini de birlikte getirmişlerdir. Yüzleri hakla parlar. Onların hayatlarının sağlanmış (verilmiş) bir anlamı vardır. Ya da böyle bir anlamın verilmiş olduğunu düşünmüşlerdir. Müzedeki tablolardan açıkça anlaşılır bu. Roquentin’in başından geçen son deneyler, varoluşun çıplaklığını anlamla örtmek isteyenlerin dalaverelerindeki kötü-niyeti sezinlemesini sağlamıştır. Bulantısına yeniden kapılırken onları anarak Kodoşlar! diye düşünür Roquentin.

Bu tedirginlik, zamanla en yüksek noktasına ulaşır. Metafizik bir özellik taşıdığı ortaya çıkar. Roquentin, tramvay’ın koltuklarından birine bakmaktadır.

 «Büyülü bir söz söyler gibi mırıldanıyorum: bu bir koltuktur. Ama kelime dudaklarımda kalıyor, gidip nesneye yapışmıyor... » «Nesneler adlarından boşandılar. Dikkafalı, koskoca, kaba görünüşleriyle şuradalar-, onlara koltuk adını vermek ya da onlar hakkında,
herhangi bir şey söylemek, bir budalalık sanki. »

Roquentin, parkta da aynı düşüncelere dalar. Çoğu kere «martı» dediği halde martı diye adlandırdığı bu şeyin, varolan bir şey olduğunu hiçbir zaman düşünmediğini farkeder. Daha önce, sınıflara ve çeşitlere dayanarak düşünmüştür, oysa bu gördüğü martı tikel bir varlıktır.

«Varoluş, zararsız bir soyut kategori havasını kaybetmişti, nesnelerin hamuruydu o.» Bir kestane ağacının köküne bakar. Her şeyi anlamıştır artık: «Varoluşmayış ile şu baygın bolluk arasında bir orta yerin bulunmadığını anlamıştım. Varolunuyorsa, buraya kadar varolmak; şişkinliğe, müstehcenliğe kadar varolmak gerekiyordu. Bir başka dünyada, daireler, melodiler, eğilip bükülmez katkısız çizgilerini sürdürüp duruyorlar. Oysa varoluş böyle değildir. Varoluş bir bükülmedir.»

Rollebon üzerine kitap yazmaktan vazgeçen Roquentin, bulunduğu şehirden ayrılmağa karar verir. Kahvede oturur ve en sevdiği plâğı son defa dinler. Bu, bir zenci şarkıcı kadının söylediği Some of These Days adlı parçadır. Bu şarkıyı daha önceleri dinlediğinde, melodinin katkısız, el değmemiş, şaşmaz zorunluğu sık sık dikkatini çekmiştir. Notalar, bir başka dünyadaymışlar gibi, birbirlerinin ardından kaçınılmaz biçimde gelmektedirler. Daire gibi, notalar da varoluşu olan şeyler değillerdir. Onlar sadece varolan şeylerdir. Melodi, «Sen de benim gibi olmalısın,» der, «ritm içinde acı çekmelisin.» Roquentin, «Ben de böyle varolmak istemiştim,» diye düşünür. Bu şarkıyı yazan Museviyi ve söyleyen zenci kadını düşünür. Sonra ansızın bir gerçeği kavrar-. Şarkıyı yazan da, söyleyen de kurtulmuştur. Her ikisi de varoluşmak günahından sıyrılmıştır. Roquentin, niçin kurtulmasın? Herhangi bir kitap, sözgelimi bir roman yazamaz mı? Güzel ve çelik gibi sert bir roman yazıp, insanlara gereksizliklerini duyuramaz mı; onları utandıramaz mı? Böyle bir roman, yine de günlük ve tatsız bir iş olacaktı. Ama roman sona erip ortaya çıktığı zaman, başka insanlar, Roquentin’i, tıpkı kendisinin bugün zenci şarkıcıyı ve Museviyi düşündüğü gibi düşüneceklerdi. Ortaya koyduğu eserden yayılacak aydınlık, geçmişinin üzerine düşecek ve o zaman Roquentin, bu geçmişe tiksinti duymadan bakabilecek ve onu benimseyebilecekti. 
Bulantı, Roquentin’in bu kararıyla sona erer.


Bu roman, çeşitli yanları içinde taşıyan bir yapıttır. Metafizik bir konuyu kısaca açıklayan bir yazıdır. Metafizik bir şüpheyi dile getirmekte ve bu şüpheyi çağdaş kavramlar aracılığı ile çözümlemektedir. Bu roman, aynı zamanda, düşüncenin fenomenolojisi üzerine yazılmış ve bilgi problemini konu edinmiş bir denemedir. Ayrıca, «kötü-niyet» in özünü inceleyen bir deneme olduğu da söylenebilir. Vardığı sonuçlar, estetik ve politika ile ilintilidir. Ama Bulantı’nın en güçlü yanı, bir felsefî mit olmasında aranmalıdır. Bu yan, Sartre’ın düşüncesinin eksiksiz bir imgesini vermektedir bize. Şimdi bu yanlarını, birer birer inceleyelim-.


Roquentin’in kapıldığı metafizik şüphe, eskiden beri bildiğimiz ve tanıdığımız bir şüphedir. Tikellik sorunu ve tümevarım sorunu bu şüpheden doğmuştur. Bu şüpheye kapılan kimse, günlük gerçekler dünyasını, gerçek varlık alanından, varoluş’un alanına düşmüş ve kirlenmiş bir alan olarak görür. Daire varoluşan bir şey değildir. «Siyah», «masa» ya da «soğuk» dediğimiz zaman adlandırdığımız şey de varoluşu olan bir şey değildir. Bu kelimeler ile uygulanma çerçeveleri arasındaki ilişki kaypak ve keyfîdir. Varoluşan şey, kaba ve adsız bir şeydir. Onu, birtakım bağlantılar içine soktuğumuzu ve yerleştirdiğimizi sanırız ama o bu bağlantılardan kaçar. Dilden ve bilimden de kaçar. Hakkında yaptığımız tasvirlerden daha başka ve daha fazla bir şeydir o.

Roquentin, bu şüpheyi bütün genişliğiyle ve çağdaş bir biçimde duymaktadır. Tümevarımdan
şüphelenir (insanın ağzındaki dil ansızın niçin bir kırkayak haline dönüşmesin), sınıflamadan (martı) da şüphelenir. Adların soyutluğunu ve nesnelerin tikelliğini görüp (tramvay koltuğu, ağacın kökü) tedirgin olur. Gerçekliği bir düşüş ve varoluşu bir yetkinsizlik olarak görür. Dünyanın düzeninde, mantıksal bir zorunluğun bulunmasını ister. Nesneleri her yanıyla bilmek ve zorunlu olarak varolan nesneler gibi duymak ister. Kendisinin de zorunlu olarak varolmuş olmasını ister. Ama bu isteklerinin boş olduğunu duyar. Roquentin'i David Hume’a ve bugünkü ampiristler’e yaklaştıran şey, metafizik
bir çözümleme bulmak için acele edeceğine, şüphe durumunun üzerinde uzun uzun düşünmesi
ve bu durumu dile getirmesidir. Roquentin, akla dayanan bilgi’nin ve ahlaksal kesinliğin olduğundan emin değildir. Düşünce sürecini; ahlak kurallarını, tek tek inceler ve yaptığı incelemenin vardığı olumsuz sonuçları kabul eder. Şüphe üzerinde durmasının bir başka sonucu da, dil konusunda tedirginliğe ve umutsuzluğa düşmesidir. Bu da, Roquentin’in çağdaş yanlarından biridir. Ama Roquentin’in varoluşçu bir şüpheci olduğunu gösteren özellik, kendisinin de bu dünya tasviri içinde bulunmasıdır. Onu en fazla tedirgin eden ve umutsuzluğa düşüren şey, kendi bireysel varlığının bu anlamsız akış içine batıp gitmesidir. Onu en fazla ilgilendiren şey, bir başka biçimde varolmak özlemidir.

Roquentin’in duyumları kendi başlarına ele alındıklarında az rastlanan ve garip duyumlar
değillerdir. Sözgelimi, boşluk ve anlamsızlık duygusu hepimizin yaşadığı bir duygudur. Buna, can sıkıntısı deriz. Sartre, Roquentin aracılığı ile bıkkınlık ve herhangi bir şeyde anlam bulamama gibi olağan duygularımızı aşırı bir biçimde dile getirirken, «dikkatsizliğin ve vurdumduymazlığın » genel olarak gözümüzden kaybettirdiği bir şeyi anlatmak istemektedir. Sartre, Düşünce dediğimiz şey nedir? diye sorar. Ve tıpkı Profesör Ryle’ın bu soruya verdiği cevap gibi, şaşırtıcı bir cevap verir. Düşünce, vücutla ilintili bir duyular, ortaya çıkıp kaybolan birtakım kelimeler ya da kendime daha sonra anlattığım bir hikâyedir. Düşünceye, yakından bakacak olursak, anlamın ortadan kaybolduğunu görürüz, Nitekim, bir kelimeyi durmadan tekrarladığımız ya da aynada yüzümüze uzun uzun baktığımız zaman da aynı durumla karşılaşırız. Hayatımızı art arda gelen anlar olarak ele alacak
olursak, tıpkı Roquentin gibi, yaptığımız işlere, daha sonra bir hayli anlam konulması gerektiğini görürüz. Hatıralarımızın yapay ve kaypak yanını da farkederiz. Anlamlar durmadan kaybolur ama biz, onları yeniden kurmak zorundayızdır. Böyle yaparken, yalan söylemekten kaçınabilir miyiz acaba? diye sorar Roquentin. Bulantının ana sorularından biri de budur. Anlamların çöküp gitmesini derinden derine duyduğu için, yaşadığı şehrin burjuvalarına haklı bir şaşkınlıkla bakar. Roquentin, Sartre’ın o etkileyici hıncını dile getiren bir öfkeyle, burjuvaların pazar gününün yapmacık ve iddialı yanlarını bir bir gözler. Bu yapmacıklar; bu hukuk ve hak iddiaları, aslında gerçekliğin, yani varoluşun çıplaklığını örtmektedir. Peki, insan bu yapmacıklara katılmaksızın yaşayabilir mi?

Sartre, toplumun dışında olmayı ve saygınlık denilen şeyi kaybetmeyi, olumlu bir değer gibi görmüştür sık sık. Gauguin’in ve Rimbaud’nun varoluşçularca kutsal kişiler gibi kabullenilmesinin nedeni budur. İnsanlıktan uzaklaşmak (ister fizik bakımdan, ister mânevi bakımdan olsun) kötü - niyetten bir adım uzaklaşmak ve içtenliğe yaklaşmak demektir. Roquentin, bazı gerçekleri fark edip aydınlandığı zaman, toplumsal varlık olarak herhangi bir iş görmek olanağını kaybettiğini anlar. Roquentin’in, başkası - için - varlık’a hemen hemen hiç sahip olmaması, başkaları ile yakın bir ilintisinin bulunmaması ve başkalarının kendisini nasıl gördüklerine hiç aldırmaması ilgi çekici bir şeydir. Ancak bu sayede, az rastlanan katkısız bir tip olarak ortaya çıkabilmektedir. Roquentin’in içini döktüğü biricik insan, alter-ego’su sayılabilecek eski sevgilisi Anny’dir. Yapayalnızlığı dolayısıyla, Roquentin’in yaptığı içgözlemler pek az rastlanan bir katkısızlık kazanmıştır. Numara yapmağa kalkışması, hemen hemen olanaksızdır. Bununla birlikte, çözümlemesinin sonuçları, olumsuz sonuçlar olarak görünmektedir. Bütün öğrendiği, şudur: Geriye doğru değil, ileriye doğru yaşamalıyız. Her kuşak değil, her an da «sonsuzluktan aynı ölçüde uzaktır.» 

Gözümüzü Tarih'e ya da biyografimizi yazacak olana dikerek yaşamalıyız.Böyle yaparsak kötü niyete düşmüş ve tasarılarımızın içtenliğini ve tazeliğini bozmuş oluruz. Dil’in, düşüncelerimizi taşlaştırdığı ve öldürdüğü gibi, değerlerimiz de, bizim tarafımızdan sürekli olarak yıkılıp yeniden kurulmayacak
olurlarsa, taşlaşabilirler. Bu sonuçlar, Sartre’ın yaptığı çözümleme sonunda dolaylı olarak anlatılmak istenmiştir. Sartre, bu konuları açıkça ele alıp incelememiştir. Bulantı, ortaya attığı ahlaksal sorunlara açık bir cevap getirmez. Bulantı, aslında, doğru yolu gösteren bir nefret edişin şiiridir. Bu kitabın getirdiği olumsuz öğüt şudur:

 «Sadece kodoşlar kazandıklarını sanırlar.» 

Olumlu öğüt de şudur: 

«Bir şeyi anlamak istiyorsan, onu, çıplak halde görmeğe çalışmalısın.»


Ne var ki Roquentin, sonunda, bireysel bir kurtuluş yolu bulur. Ve böylece, varoluş felâketinden sıyrıldığını düşünür. Roquentin, aslında bir Platon’cudur. Onun amacı olan varlık biçimi, matematik bir şeklin varlık biçimidir. Yani, varoluşmayan, katkısız, kesin ve zorunlu bir varlıktır. Notaların birbiri ardından gelerek istekle ölüşlerinden ortaya çıkan o kısa melodinin de bir çeşit zorunluğu vardır. Nitekim Roquentin, pek de kesin olmayan kurtuluşunu bu melodi içre bulur. Zenci kadının ve bu melodiyi besteleyen Musevinin bu melodi dolayısıyla kurtulmuş olduklarını düşünür. Ama onların, başkaları tarafından düşünülmeyi sağladıkları için kurtulmuş olduklarını söyleyemeyiz. Çünkü böyle olsaydı, Erostratus’un da kurtulması gerekirdi. Erostratus, gelecek kuşaklar tarafından hatırlansın diye Efes’deki Artemis tapınağını yakmıştı. Sartre, Erostratus’u modernleştirerek Duvar’da ele alır. Zenci şarkıcı kadın ve Musevi, büyük bir sanat eseri  ortaya koydukları için kurtulmuş değillerdir.

Sartre’ın, örnek olarak Some of These Days’ i seçişi bile bunu göstermektedir. Büyük bir sanat başarısı değildir bu şarkı. Öyleyse, Roquentin’in umduğu kurtuluş nedir? Bunu, romanın sonundaki birkaç karanlık cümleden çıkarmağa çalışmalıyız:

«Ama kitabın yazılıp bittiği, ardımda kaldığı bir an gelecek ve öyle sanıyorum ki, onun aydınlığının azıcığı geçmişimin üzerine düşecek. Belki o zaman, bu kitap sayesinde, hayatımı tiksinti duymadan hatırlayabileceğim... Ve kendimi (geçmişte, yalnız geçmişte) kabul etmek elimden gelecek belki.»

Başka kimseler de sanat aracılığı ile kurtuluşa varmayı ummuşlardı: Virginia Woolf, "gelip
geçen anı sürekli bir gerçek haline dönüştürmek" istiyordu; Joyce, hayatın kendisini edebiyat haline getirmek ve mitlerde gördüğümüz tutarlığı hayata kazandırmak istiyordu; Proust, hatırlama yoluyla, öz geçmişini, «şimdi» içinde yakalamak ve pekiştirmek istiyordu. Ama Roquentin’in yapmak istediği şey, bunların hepsinden farklı görünüyor. Roquentin, romanını yazarken, kendini haklı çıkarma ya da saçmalıktan kurtulma duygusuna ulaşabileceğini aklına getirmemektedir. Böyle bir kitabı yazmış olmaklığına, yani bir yazar olmaya önem veremeyeceğini de bilmektedir. Çünkü bu, onun uzun uzun açıkladığı duruma düşmesi demektir. Başka bir deyişle, zamanı kuyruğundan yakalamağa kalkışmak demektir. Roquentin, yarattığı sanat eserinin taşıdığı katkısızlığı, kesinliği ve zorunluğu taşıyacak bir geçmiş kavramına, yani kendi geçmişiyle ilintili bir düşünceye varabileceğini ummaktadır. «Onun aydınlığının azıcığı geçmişimin üzerine düşecek,» dediği zaman Sartre’ın, bunu göz önünde tutmuş olduğunu sanıyorum. Ne var ki, böyle bir sonuç, gerçekten doyurucu bir sonuç değildir. Dairenin varlığına benzer bir varlığa yönelmiş bir romandan söz edilebilir (roman sanatını geometrik varlıklara benzetmek, öteki sanat eserlerini benzetmekten daha güç olsa da). Romanın, bir hayat ve birey imgesine, gepgergin ve kendi kendini kapsayan bir biçim ve bir iç zorunluk kazandırması olanaksız değildir. Ama yaratıcılık işine girişen Roquentin, bu özlenen nitelikleri, kendi geçmişine nasıl kazandıracaktır? Belli bir anda düşündükleri, geçmişine zorunlu bir biçim kazandıramadığına göre, sanat eserinin bütünlüğü haline sokulmuş olan ve bu geçmişin yalnız bir bölümünü dile getiren imge, nasıl olur da bu zorunluğu sağlayabilir? Roquentin’in, Bulantı boyunca ileri sürdüğü nedenlere bakacak olursak, böyle bir zorunluk duygusunun bir aldatmacadan başka şey olmaması gerektiğini anlarız. Roquentin’in umabileceği en iyi sonuç, romanının biçimsel güzelliğini seyredip, kendi kendine ve acele bir şekilde "bunu ben yarattım" demesiyle elde edebileceği geçici bir haklı-çıkış olabilirdi.

Bulantı’nın ilgi çekici yanı, ayrıntılı olarak açıklanmamış olan sonucunda değildir. Sartre, bu sonucu, soruna cevap verecek ölçüde bile geliştirmemiştir. Bulantı’nın ilgi çeken yanı, bu romanı egemenliğinde tutan güçlü imgede ve yazarın düşüncesini yürütürken yaptığı tasvirdedir. Yapışkan, akışkan ve pelte üzerine yaptığı tasvirler kimi zaman korkunç bir şiir niteliği kazanır. Ve bu şiir (Sartre’ın eserinde sık sık görüldüğü gibi), bulantının bir çeşidi olan tatlı bir baygınlık verir okura. Ama genel olarak tatsız bir duygu değildir okurun duyduğu. Sartre, algının gerçek özüyle yakından ilgilenmiştir.

Duyumsal niteliklerin yorumlanması ve «gerçekten gördüğümüz» ile görünür-dünya hakkındaki kupkuru kavramlarımız arasındaki bağdaşmazlık üzerinde uzun uzun durur. Sartre, gördüklerimizi yeniden keşfetmeğe çağırır bizi. Çevremizde bulunan, çoğu zaman uysal, evcil ve silik görünen nesneler, sanki ilk defa görülmüşler gibi, garip varlıklar haline girerler. Bundan elde edilen sonuç, kimi zaman rahatsız edici ve gerçeküstücü bir nitelik taşıyabilir. Etkileyici de olabilir. «Gerçek deniz soğuk ve karadır, yaratıklarla doludur içi; aldanalım diye yapılmış olan şu yeşil zarın altında sürünür durur.» Fenomenologun görümü (vision) ile şairin ve ressamın görümü arasında çoğu zaman ortak bir nokta vardır.




Bulantı ne çeşit bir kitaptır?

 Bulantı, bir romandan çok, bir şiire ya da bir büyü-şiirine benzemektedir. Bulantı’nın kahramanını ilgi çekici buluruz. Ama bu kahramanın bizi duygulandırdığını söyleyemeyiz. Sartre, L'Etre et le Néant’da, içebakış yönteminin karakteri dile getirmeğe yetmediğini söyler. Gerçekten de, Roquentin, herhangi bir insanoğlunda görülen normal adlanışlardan ve ilgilerden sıyrılmış bir kimse olarak yani renksiz bir karakter gibi anlatılmıştır. Çektiği acılar bile dokunmaz bize. Çünkü Roquentin, bu acılara kapılmamaktadır. Bulantı’nın sağlamlığı ve rengi, Roquentin’in saydam bilincinden çevresindeki nesnelere uzanan yönelişte aramalıdır. Saçma bir dünya içinde saydam bir kahramanın ele alınması, aklımıza Kafka’nın yapıtını getirmezlik edemez. Bununla birlikte Bulantı, Dava gibi metafizik bir hikâye değildir. Nitekim, Sartre’ın ele aldığı saçmalık da Kafka’nın ele aldığı saçmalık değildir. Kafka’nın K.’sı bir metafizikçi değildir. K.’nın yaptıkları, içinde yaşadığı dünyanın saçmalığını açığa vurur ama düşünceleri bu saçmalığı çözümlemez. Oysa, Bulantının kahramanı düşünümcü (reflective) ve çözümleyici bir kimsedir. Bulantı, metafizik bir imgeden çok, metafizik imgeden yararlanan felsefî bir çözümlemedir.

Yaşantımızın anlamsız parçalanışı ve dışgörünüşünün yapmacık anlamı üzerinde duran öteki
romanlardan Bulantı’yı ayıran özellik de, bu kitabın felsefî bir bilinç taşımasından ve felsefî düşünüşten hiçbir zaman sıyrılamamasındandan doğmaktadır. Virginia Woolf, anların tembel tembel art arda gelişini ortaya koymuş; Proust, sevdiğimiz insanın karşısında bulunduğumuz zaman duyduklarımızın ve edindiklerimizin daha sonra geliştirdiğimiz olumsuz bir şey olduğunu söylemiş ve Joyce, herhangi bir şeyi anlatırken, hikâyenin sınırları gözden kaybolana kadar ayrıntıları üst üste yığarak yazmıştı.

Kafka’nın K.’sı, insanlar arası anlaşmada bir anlam olduğuna inanmakta devam eden bir kimsedir. Bundan ötürü, onun dünyası, göstergelerle doludur. K., bu göstergelere önem verir ve onların gösterdiği yöne gitmek ister. Ama sonunda, bu göstergelerin hiçbir yönü göstermedikleri ortaya çıkar. K., her davranışıyla bir anlam yakalamayı uman ama bu anlamı bir türlü kıstırmayan bir kimsedir. Oysa, Sartre ’ın kahramanı, gerçekleri anladıktan ve aydınlandıktan sonra, anlamı, bulunduğunu bildiği yerde aramaktan başka şey yapamaz. Bu yer, melodilerin ve matematik şekillerin akılla-kavranabilir dünyasıdır. Bu dünyanın insan düşüncesi tarafından yaratılmış olması tedirgin etmez onu. Çünkü bu melodileri ve matematik şekilleri saçmalıktan kurtaran şey, onların katkısız bir biçime sahip olmalarıdır. Roquentin’in başına gelen felâket, bir filozofun başına gelebilecek felâkettir. Oysa, K.’nın başına gelen felâket, sıradan bir kimsenin başına gelebilecek felâkettir. Gerçekten de biz, günlük dünyayı anlamsız bir alan gibi görmeğe baş eğmeyiz bir türlü. Ama bu dünyaya anlam vermenin ne kadar güç olduğunu anladığımız ölçüde, K.’nın içine düştüğü çıkmazı kendimizin çıkmazı olarak benimseriz.

Roquentin’in sorunu, sıradan insan sorunu değildir. Roquentin tepeden tırnağa metafizikçidir ve insan bağlantılarının büsbütün dışında yaşamaktadır. Ama bununla birlikte Sartre’ın, Roquentin’i anlatarak insanın genel durumunu dile getirmek istediğini sanıyorum. Ne var ki, Sartre’ın bu romanda bize sunmuş olduğundan şüphe edemeyeceğimiz şey, kendi öz düşüncesinin yapısıdır. Bulantı, Sartre’ın felsefî mitidir.

Gabriel Marcel şöyle diyordu: Sartre, dünyanın bu olumsal bolluğunu niçin bulantı verici bir şey olarak görüyor da, yüce bir şey olarak ele almıyor? Sartre için temel simge nedir?

Sartre, L’Etre et le Néant’da (Varlığı Açığa Vuran Olarak Nitelik adlı bölüm) yapışkan maddelerin üzerimizde yaptığı büyüleyici etkiden söz eder. Sartre’a göre yapışkan, «dolayımşız ve somut bir varoluşsal kategoridir.» Yapışkan, varlık biçimimizin tümünü anlamamıza yarayan temel anahtarlardan ve imgelerden biridir. Yapışkan’ın cinsel bir anlam kazanması, onun çeşitli belirlenişlerinden biridir ancak. Yapışkan’ın bizi büyülemesi, bilincin bir imgesi, yani dünyayı kendimize maledişimizin bir imgesi olmasından ötürüdür. Zihnimizi, duyulur dünyanın yapışkan gerçeklerine benzeten mecazlar, yetişkin insanların uydurmaları değildir sadece. Bunlar, çocukluğumuzdan beri kullandığımız kategorileri dile getirirler. Yapışkan maddeler hem büyüler, hem de tedirgin eder bizi. Nitekim boşlukları bulmak ve doldurmaktan hoşlanmamızın biricik nedeni de, Freud’cuların ileri sürdüğü nedenlerden ötürü değil, bu davranışları varolmanın temel kategorileri olarak kavramamızdan ötürüdür.

Roquentin, insan durumunu basite indirgenmiş mitolojik bir biçimde açığa vurur. Roquentin’in özlemleri, Sartre'ın L’Etre et le Néant'da, bütün insan çabalarının temel planı olarak ele alıp çözümlediği örneği izler. Romanın sonunda kabul edilmiş olan estetik amaç, asıl çözüm yolunun soyut bir şemasından başka şey değildir. Bu, asıl örneği bozmamaktadır. Çünkü Roquentin’in gözünde, bütün değerler, insanoğlunun gerçekleştiremiyeceği bir akıl dünyasının içinde bulunmaktadır. Roquentin, herhangi bir insan amacının, özlediği bütünselliği sağlayacak biçimde kendi özlemlerine cevap veremeyeceğini görecek kadar uyanık bir kimsedir. Sartre, Edebiyat Nedir’de, şöyle der: «Kötülük, insanın ve düşünce dünyasının indirgenemezliğidir.» Roquentin’in tanıdığı biricik kötülük de gerçekten budur. Çünkü Roquentin’in kabul ettiği biricik iyilik, aklın ürünü olan varlıktır. Bulantı, şu ya da bu tasarımızın bize unutturduğu bir durumu, yani insan varlığının felsefî bir ışıkla aydınlanmış olan çıplak yapısını ve beyhudeliğini gözler önüne seren bir romandır. 

Sartre, ileri sürdüğü miti bize nasıl anlatmağa kalkıyor acaba? Sartre, aslında, estetik bir çözüm yoluna ilgi duymamaktadır. Roquentin’in politik çözümlemelere girişmesine rağmen, Sartre ’ın politik bir çözüm yolu bulabileceği konusunda ciddî bir inancı olmadığını da söyleyebiliriz. Roquentin, burjuvaca yaşama kurallarının kokuşmuşluğunu tiksinti içinde seyreder. Ama kısacık bir melodinin taşıdığı ışıklı hayatı, politik bir amaç halinde görülebilen bir hayat olarak hiçbir zaman düşünmez. Bulantı'nın akılcılığa ve özcülüğe karşıt olan öğretisi, kimi zaman kapitalizmi eleştirici düşünceler taşımasına ve daha genel olarak toplum kuramlarını ve bürokrasiyi eleştirmesine rağmen, daha olumlu bir ideolojik özelliği hiçbir zaman dile getirmez. 

Bulantı’yı tastamam anlayabilmek için, Sartre’ın başka eserlerine başvurmamız gerekir.
Çünkü bu kitabın ortaya attığı soruların hepsi, cevaplarını başka yerde bulmaktadır. Sartre’ın başka eserlerinde, daha olumlu cevapların verildiği ve sadece insanın soyut durumunun ele alınmayıp, yazarın kişisel tasarılarının da açıklandığı görülür. Oysa Bulantı'da bu sorunlar soyut bir düzeyde ele alınmış olmaktan kurtulamamışlardır.

Bulantı, Sartre’ın yapıtına, yol gösterici bir giriştir. Bu yapıtın, insan bilinci konusunda yaptığı açıklamaların, insan bilincine gerçekten ne ölçüde uygun düştüğünü ilerde inceleyeceğim. Ama bu kitabın bize verdiği şeyin, Sartre’ın kendi temel metafizik imgesinin bir tasviri olduğundan şüphe edemeyiz.

*
Irısh Murdoch
Sartre'ı n Yazarlığı ve Felsefesi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder