"Marxçı değilim"

     Toplumcu bir yazar olmamak ne demek? Bir kişinin yazı yazması ve bunu yayımlaması toplum içine atılmış bir adımdır zaten. Bu atılımdan doğan ilişki olumsuz bir kılık alıyorsa bunun nedenlerini daha geniş bir düzlemde taramak gerekir. Belki görülen birşey ama belirteyim gene de: Marxçı Değilim. Yirminci yüzyılda düşünce gelişimlerini izleyen, uğraşını bu çerçevede kurmuş bir kişi ne kadar marxçı olamayabilirse, doğal olarak. Afşar Timuçin son kitabında "Yirminci yüzyılda marxçı olmamak olanaksızdır" diyor, yaklaşık olarak. Doğru bir yaklaşım bu. Uğraşını düşünce evriminin içinde kuran kişi, zamandışılaşmaz ya da, başka bir deyişle kendisini başka tarihsel dönemlerin içinde soyutlaşma yoluna sokmazsa üretim-tüketim ilişkilerini, hemen her düzeyde beliren sınıf çatışmasını ve çağdaş insanın başlıca dış sorunları arasında saydığım erk-baskı denklemini yaşayacaktır zorunlu olarak. "Marxçı değilim" diyen kişi, "Marx’a göre oluşunu” bugünkü koşullarda yadsıyamaz. Neyi imlemek istiyorum "marxçı değilim" derken? Şunu: İnsan’ın koşulunu, çağlar ötesi ve çağdaş durumunu olduğunca "gelecek durumunu" bir çoğulluğun bünyesinde görmekten yana olduğumu -ya da, başka türlü göremediğimi. Daha açılabilirse: İnsan’ın gerçeği tekboyutlu değildir. Dünya üzerinde oluş niteliği tek bir yoldan devinime geçerek çözümlenemez. Sartre, "Marxçılık çağımızın aşılamaz felsefesidir" diyordu. Yersiz bir konumlama bence. Sorun marxçılığın aşılır aşılmaz olduğunu saptamak, herhangi bir felsefenin neye göre üstün oluşunu belirlemek olmamalı. Bir kentsoylunun yıpranmış bakış açısını dışlaştırışıdır bu. Doğrudan doğruya Sartre’ı göz önüne alıyor değilim bu yargıyla. Belirli bir inakçılık düzeyini aşmış bir kişidir Sartre. Ama varoluşçuluk ile marxçılık arasındaki ilişkiyi sonuna dek savunarak ayakta duran kişi neden Husserl’ı, Freud’u, Nietzsche’yi dışarıda bırakma eğilimini gösteriyor anlamıyorum. Bugün insanın genel koşulunun irdelenmesi yolunda Heidegger’i, Wittgeinstein’ı, Foucault’yu, Lacan’ı safdışı bırakmak isteyen anlayış ancak inakçı, gerici olmakla tanımlanabilir. Marx'ı bağlamaz bu ama şunun altının çizilmesinden yanayım: Günümüz marxçılarının, maocularının pek çoğunda kentsoylu aktöresinin değişkenlerini görmek olasılı. Marxçı bir aktörenin varolduğuna inanmıyorum ben. Bu önemsenmesi gereken bir durumdur. Marxçı felsefe aktörel açıdan olsun, yöntemsel açıdan olsun sarsalanmak, yeni boyutlar almak zorundadır. Yoksa uygulanıma geçildiğinde beliren gedikler kapanamayacaktır. Freud’u, ya da ruhbilimsel gerçeği rafa kaldırmak, "Parti" dendiğinde yerine göre anneden ya da babadan sözedildiğini ve bu bağlanmanın bitişik açmazları öne getireceğini unutmak demektir en azından.

 Nietzsche’yi rafa kaldırmak (bırakalım artık Nietzsche konusunda yaratılan gerçekdışı efsaneleri) demek, erek olarak alman sınıfsız insanın, "yeni insan"ın niteliklerini, boyutlarını, oluşma yollarını, kendi kendini aşma evrelerini umursamamak demektir. Yeni insanın, geleceğin insanının aktörel değerleri nasıl kurulacaktır. Kentsoylu aktöresi yıkılarak kuşkusuz. Nietzsche yalnızca bir değerler yıkıcısı olarak değil, bir temel atıcı olarak da yer tutmuştur. Husserl'i, Frege’yi küçümsemek marxçılığı yöntemsel tıkanıklık ile karşıkarşıya bırakmak olacaktır. Marx’ı okumamak ise -pek çok marxçının "Das Kapital'i, "Gründrisse" yi okumadıklarını deneyimlerimden biliyorum- kılgısal alanda oluşan kırılmaların nedenini kavrayamamak, "işçi sınıfı iktidarı" adı altında yeni bir yönetici sınıfın, üstelik yaz-çizci, oluştuğu gerçeği karşısında körleşmek, bunun sonucu olarak ta negativiste bir tavır almak gibi acı sonuçlara götürecektir. Bugün marxçı kuramın içinde yer aldığı en büyük sakınca,"communistologue"lar (terim Foucault’nundur) tarafından kutsallaştırılması, dokunulmaz kılınması ve giderek belli bir erk birikimine ulaşarak baskı altında tutan bir inak, kurumlaşan felsefe haline dönüştürülmesidir. Marxçı felsefenin aynı zamanda praxis felsefesi olduğu üzerinde duruluyor. Bu, belki de bir yeniden okuma, yeniden konumlama evresinin başlangıç imidir. Axelos'un, Derrida’nın, Lefebvre’in çalışmalarını bu yolda olumlu adımlar olarak görüyorum ben.
    
 ***

     Yazarın bağlanması ile kişinin bağlanmasını bir tutmuyorum. Bir yazar olarak apaçık bir siyasal bağımlılığım yok. Derinden derine geliştirmeye çalıştığım karşı-kentsoylu bir aktöreden sözedebilirim. Ne ölçüde bütünlenebilir bu ve hangi yollardan, şimdiden bir-şey söylemek çok güç. Genel bir görünüme ulaşabilir mi ileride, onu da kestiremiyorum. Zaman gösterecek bize, bunları. Yazı yaşamımda ana gövdeyi oluşturan şiirsel çalışmalarım bir yana koyulursa; görsel sanatların işleyişi konusunda, yazınsal üretimin nitelikleri konusunda ayrı ayrı çalışmalarım da var. Bunların toplumdışı ürünler olduğu, somut bir düşünceye dayanarak söylenemez kolay kolay. Ece Ayhan, yıllar önce, okurun kentsoylu olduğunu, bunlarla bir alışverişe girmeye niyetli olmadığını söylemişti. Aynı tutumu bir ayrımla, benimsiyorum: Benim alışverişim kentsoylu okurla. Bu okur, beni kabul etmiyor: Zorlanmaktan, arınmaktan yana değil çünkü. Çürük, yıkılmaya yüz tutmuş bir dizgenin ürünü o - sayrı kişi. Tepetaklak edilmek zorunda. Benimkisi alt tarafı bir girişim. Uzlaşmak niyetinde değilim kimseyle. Marx dünyayı dönüştürmek işti-yordu. Rimbaud ise, yaşamı değiştirmek. Bu iki ayırtının arasında bir yol arıyorum. Her an yolu yitirebileceğımi biliyorum. Ama dünyanın aleyhime döndüğünü kolay kabullenecek değilim: Başarırsam yapmak istediklerimi, dünyada olma nedenimi doğrulayabilirim belki de. Bu da az değil, bir birey için. Uzlaşma söz konusu olamaz, yazdıklarım bağlamında. Bizi aşan inançlara bel bağlayarak oluşturulan yazı yaşamını uzun boylu sürdüremez. Edebiyat kurumunun içinden geçmek zorundayız elbette -ama ödünler dağıtarak, ivedi hareket edip onun ardına düşerek yazar olunmaz. Kimliğini, üretiminin içinde bulgulayan, sergileyen kişidir yazar -toplumun kendisini tüketmesi için değil, ondan kalkarak yeniden üretime geçebilmesi için dışlaşır. Şöyle de düşünmeye alışmalıyız: Toplumun da yazara karşı yükümlülükler taşıması, sorumluluğunu üstlenmesi gerektir. Toplumu, halkı her yanılgıdan yalıtamayız herhalde. "Toplumcu” yazar olmaya şu açıdan da bakılabilir: Yazarın geniş halk kitlelerini temsil edebilecek bir durumu yok Türkiye’de. Bunu en çok okunan yazarımız Aziz Nesin bile söylemişti Yürüyüş’te. Önemli olan belki halkın çoğunluğunu okur-yazar kılma yolunda savaşım vermektir. Ama Aziz Nesin’in çok okunması halkın doğru yolda bilinçlendiğinin bir kanıtı değildir: Böyle olsa trenlerde okunan üç kitaptan ikisi Nesin’in olmazdı. Geçtiğimiz yıl, iş adamlarımızdan S.Beyazıt, kendisine yöneltilen bir soruya "en beğendiğim Türk yazarları Yaşar Kemal ve Nâzım Hikmet’tir" diye karşılık veriyordu. Bir başka iş adamımız da Bekir Yıldız ile Ahmed Arif'i beğenebilir. "Devrimci" yazarlarımız bunun çıkış kaynağını aramalılar. Belki bu yoldan bir partiyi neden bir gazetenin, o gazeteyi neden finans-kapitalin ve yahudi iş adamlarının desteklediğini kavrayabilirler. O zaman belki endişe duymaksızın sözkonusu gazetenin yayınlarında "terzilerin Marx okurken ellerine iğne batadursun" kitaplarını bastırtabilirler. Bu, kurnaz bir çarktır. Kentsoylunun kendisine mal etmek istediği değerler ve neden bu yolu seçtiği bellidir. Kentsoylu okur Ece Ayhan’ın kapkara şiirini sevmez, anasını bellediği için. "Minibüs şarkıları"nı da. Kentsoylu okur Bilge Karasu’yu gömmek ister, eşcinselliği öne vurduğu, aktöresini zedelediği için. Aynı okur Orhan Duru’yu sessizliğin kuyusuna düşürmek ister, gülerken bir yerini acıttığı için. Sartre’ın dediği gibi "marxçı eleştirinin görevi bu ilişkilerin imlemini çözmektir". Okurun da işlevi bu yolda dönüştürülmelidir. Türkiye’de eleştiri Lukacs-Fischer dolaylarında debelenmeyi sürdürdükçe ve okur yavanlığa, düztabanlığa çağında bulundukça bu aşamanın yapılması ertelenecektir. Benim, kendi yapıma, siyasal tutumu ne olursa olsun hiçbir tutucu anlayış ile söyleşiye girme niyetim yok. Çünkü, Türkiye kentsoylusunun, büyük olsun küçük olsun, hangi yazarlara neden sahip çıktığını, çıkabildiğini, onları hangi ölçütlerle, ne yolda özümsediğini ve özümsettiğini görebildiğimi düşünüyorum. Ne yapılabilir böylesine çetrefil bir kurum görünümü kazanan edebiyatın önünde? Sınırlara yakın durmak, kıyıda, çevrel bölgede kalmak en iyisi değişimi hazırlayıp beklerken. Zaten kurum da ortalarda tutacak değil ya sizi, olanca gücü ile itecek dışa doğru, yaban, sürgün olmanızı sağlayacak. Daha acısı sonra geliyor kaldı ki: Bekiniyor, direniyor musunuz, size de tırnak içinde bir değer veriyor kurum, böylelikle de onun dışında bir yer olamayacağını kanıtlıyor sanki.
   

 Dünyaya, insanlara ve anlamlara umutlu bir açıdan baktığımı söylemem garip olur. Kötümser bir kişiyim .Bunun nedeni herhalde çocukluğumda, yetişişimde, ilk gençliğimin yaşama koşullarında bulunabilir. Bu da marxçı eleştirinin bulup çıkartabileceği, ruhçözümle birlikte bir sonuca götürebileceği bir durumdur. Dünya görüşümün kaynakları nelerdir. Ben yakın çevremde yer alan birçok kişinin, siz de dahil tersine kitaplarda değil yaşam deneylerinde buluyorum onları. Kitaplar, bu dünya görüşüne destek getiren, dizgeler ve yöntemlerle besleyen bir eytişim oluşturmuşlardır yetişişimde. Evet, kuşku yok ki Schopenhauer’den etkilendim. Kafka’dan, Mallarme’den, Antonioni’den de. Ama onlar, bana kalırsa, genç beynimde gezinip duran soruların bıraktığı gedikleri tıkamaktan öteye gidemediler. Onları okuduğum için kötümser olmadım, kötümser olduğum için onları okudum. Bir seçim ve -tatsız bir söz ama- bir çıkar sorunudur bu. Kişi, ötekinde kendi sorularını arıyor nedense. Bu dünya görüşünün bende oluşmasının nedenlerini varoluşçuluk çerçevesinde arayanlar oluyor. Pek uzak bir bakış açısı. Ve yanlış bir odak. Varoluşçuluk ile ilişkim bütünüyle olumsuz olmasa bile zenginleştirici bir ilişki de olmamıştır. Onların trajiği kullanma yöntemleri hemen hep aykırı düşmüştür bana. Görüngübilim, varlıkbilim dolayında Çalışmalar için aynı şeyi söyleyemem buna karşılık. Heidegger'den, Husserl'den, Levinas’dan pek çok şey öğrendim. Nietzsche’ye gelince, felsefesinin bana verdiği en önemli açkı, insanın kendi koşulunu sonuna dek aşabileceği olgusunda yatar. Eskiçağ felsefeleri olsun, ortaçağ felsefeleri olsun istemin denetiminde, yoksanışında bulurlar çıkış noktasını. İşte simyacıların "Le Grand Oeuvre"ü. İşte Nirvana, Sunyavada. Son evre hemen hep "sıfır" noktası, nihil'dir. Oysa Nietzsche, 1881’den sonra nihiliz"mi aşabilmiş, indirgenmezliğe doğru yeni bir ışık yakmıştır. Doğal olarak aydınlık bir ışık sayılamaz bu: insanlığın Nietzsche’nin gösterdiği yere gelebileceğini sanmıyorum açıkçası. O biliyordu bunu, kaldı ki. Ama  karamsarlık insan kadar eskidir. Bugünün karamsarları "insan özdeğin bir yanılgısıdır" diyorlar. Bu düşüncenin değişkenlerini Sokrates öncesi Yunan düşünüşünde de görüyoruz. Hele Gorgias, hiç’i bile yoksaymıştır. Bütün bu göndermeler şiirim konusunda bir açıklık getiriyor mu? Çok büyük bir söz olduğunu biliyorum ama şiirimin çekirdeğini şu tümcede toplayabilirim: "İnanmıyorum, çünkü varım". Ama bu, çözümleyici değil benim için. Acun nedir. Us nedir, Varlık nedir. Zaman nedir. Ne nedir. Bir oyun mudur bütün bunlar. İnanca bakarak deşiyorum soruları. Şiirlerimin pek çoğunun dinsel öğelere, olgulara sırtvermesinin nedeni de bu olsa gerek. Seçtiğim için bu konuları yazmıyorum, beni kurcaladıkları, bir yerden gelip beni buldukları için üzerinde duruyorum onların. Kentsoylunun gözümü döndüren yanı bu zaten: 

Aldırmıyor, aldırmayabilıyor. Nasıl yapıyor bunu. Bir yere, bir inancın kılık değiştirmiş, maskeli baloya giden kimliği olan bir düşünceye tutunarak. Nil'de vurguladığım tutamak budur işte. Şiirde bunun nasıl gizli bir kılık görüyorsunuz. Peki açlık, eşitsizlik, sömürü diyeceksiniz. Sağcı yazara gönderme yapmam anlamlı gözükecek ama boşver "Ben oyumu öldükten sonra kullanırım." Burada imlediğim elbette yazı’nın ölümüdür.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder