ÖZGÜRLÜĞÜN YOLLARI

ÖZGÜRLÜĞÜN YOLLARI

Sartre’ın üçlü romanında şu amaç açıks eçik gözönüne serilir: Özgürlüğü gerçekleştirmenin olanakları nelerdir? Özgürlük, insanın özüyse, insan onu her eyleminde, her yapıp ettiğinde, ve yaptırdığında görünürleştirmelidir. Hatta yaşamım hiçe saydığı eylemlerinde de; çünkü insanın yaşamını hiçe sayabilmesi, onunla oynayabilmesi, ancak özgür bir varlık olmasıyla mümkündür. İşte yaşamını ortaya koyma, onu hiçe sayma Akıl Çağı romanının ana temasını [izleğini] oluşturur.

I. La Age de Raison / Akıl Çağı




Kitabın kişileri özgürlüğü öylesine yanlış yorumlarlar ki, kararlarını ertelemeyi, kararlarında gecikmeyi özgürlük olarak anlarlar. Erteleme olanağı, kişilerin varoluşunu belirler. işte bu yanlış, ertelemeyi özgürlük sanmaları ve yaşamlarını bu olanak üzerine kurmaları, kendilerini kaçınılmaz şekilde sürekli aldatmaları sonucunu getirir. Artık kişiler olanca güçlerini, bu sapmış, tutturulamamış varoluşu haklı kılmak, savunmak için harcayacaklardır. Bu nedenle romanın ağırlık noktası, özellikle baş-kişi Mathieu'nün, arkadaşı Daniel’in ve bir zamanlar kendi felsefe öğretmeni olan Mathieu'ye hayranlık duyan Boris’in kendi varoluşları üzerinde akılcı gevezelik etmeleri olgusuna kayar. Kişiler birer aşırı varoluşçu tip izlenimi yaratırlar insanda. Yoldan çıkmışlık, dürüst-olmama sanki herbirinin benliğine işlemiş özellik gibidir. Asıl, gerçek bir yaşamın başlangıcının ertelenmesi, ileriye atılması gerektiği kanısındadırlar hepsi. Bu kararsızlık, bu erteleme, tümünün yaşamını salt bir kullanılmaya hazır olma durumuna çevirir. Özgür olma’nın yerine, özgürlük üzerine gevezelik, özgürlüğün bilinci geçer:

Mathieu: "Marcelle haklı, artık yalnızca bekleyiş [umuş] olabilmek için, bomboş, tertemiz oldum. Bomboşum şimdi, Doğru bu. Gelgelelim birşey beklemeyi de bir yana bıraktım."

Başka bir yerde: 

"Ama tüm bu olup bitenler arasında kendini kullanılmaya hazır tutmaya dikkat etmişti.
Bir eylemde. Özgür, düşünülmüş, tüm yaşamını bağlayıcı ve yeni bir varoluşun başlangıcında bulunması gereken bir eylemde (kullanılmak üzere.)

... Sanki hep başka bir yerdeymiş, sanki henüz tam anlamıyla doğmamışmış gibi geliyordu ona. Bekliyordu. Bu arada yıllar sinsice, sessiz, yavaşça gelmiş, onu arkadan
yakalayıvermişlerdi."


 Sartre, burada seçme uğrağı üzerinde duruyor. Yaşamın belirleyici bir başlangıç seçimiyle
başladığını ve seçme'nin tüm yaşamı taşıdığını vurguluyor. Ama işte bu seçme edimini ileriye atacak, erteleyecek olursak, yaşamımızı kolay kolay sürdüremeyeceğimiz gibi, kendimizi de yaşamak için kollayamaz duruma düşeriz; yaşam da kullanılmamış, elden kaçırılmış bir olanak olup akar gider.

Hiçleştirilir.

 "Başını önüne eğdi. Kendi yaşamını düşündü. Gelecek tüm benliğine işlemişti. Hep dayatan şeyler ve hep erteleme. En eski çocukluk günleri, özgür olacağım, dediği gün; büyük olacağım dediği gün, bugün o çok özgün gelecekleriyle sevimli, küçük kişisel bir gökyüzü gibi geliyorlardı ona ve bu gelecek o’ydu, o şimdi nasılsa öyle olan o; yorgun ve ihtiyarlayan; akıp giden zaman boyunca istekler yöneltmişlerdi ona, isteklerde direnmişlerdi; ve onun sorumsuz, bıkkın an'ı, geçmiş günlerin geride kalmış geleceği olduğundan berbat bir vicdan azabı duyuyordu. Onu yirmi yıl beklemişlerdi; Ondan, bu yorgun düşmüş adamdan haşin bir çocuk [kendi] umutlarının gerçekleştirilmesini bekleyip durmuştu. Bu çocuksu yeminlerin hep böyle çocuksu kalması ya da bir yazgının ilk belirtileri olması ona bağlı olagelmişti. Geçmişi, an’ın bu geçmişi düzeltmelerinin sürekli acısını çekip duruyordu. Her gün, bu eski büyüklük düşlerini aldatıp duruyordu. Ve her gün'ün yeni bir geleceği vardı. Bekleyişten bekleyişe, gelecekten geleceğe rahatça kayıp gidiyordu Mathieu'nün yaşamı... Nereye? Hiç'e doğru."


Bu varoluş, kişiyi duyumsuz bırakınca, durmadan kaçamaklar aranıyor. Kendisine sığınılan bu tür kaçışlardan biri de, bir daha geri döndürülemez, önü alınamaz birşey yapma
özlemi. 

"Ne yapıyorsam, boşuna yapıyorum; sanki eylemlerimin sonuçlarını gizlice elimden alıyorlarmış gibi.— geri alınamaz bir eylem için bilmem neler verirdim."


Boris'in kaçışı, yaşlılıktandır. Yaşlanmaktan korkar Boris, yaşlanmaya başlayınca yaşamına son vermek ister. Ama işte bu kararın da ertelendiğini görürüz. Yaşlanmanın başlangıcına atar bu kararı Boris.

Kişilerin birbirleriyle ilişkilerinin Sartre’ın «bakış»ının diyalektiğiyle belirlendiği görüşüne dönmemize gerek yok sanırım. Boris’in kardeşi Ivich’e, (baban olabilirim) diye kur yapan Mathieu, kızın yanında bulunmayacağı anda, artık onun üzerinde etkili olamayacağı bir sırada, kızın kendisini nasıl yargılayacağını düşünüp ürker. 

"Bir saate kadar serbest kalacak, beni önü alınamaz biçimde yargılayacak ve kendimi
savunamayacağım."

 Ivıch'ın özgür, serbest olması demek, yargılara varabilmesi, Mathieu'nün ise bu yargıları etkileyememesi demektir. Sartre’a göre ya denetleme ya da denetlenme anlamına gelen insanlararası ilişkinin tipik bir durumudur bu.

La Age de Raison’un tümüne egemen olan temel-durum, özgürlüğe sarılma, özgürlük üzerine gevezeliktir diyebiliriz.

Kişiler, yaşamlarına neye dayanarak belirleyici bir yön verebileceklerini bilemediklerinden, kalkıp bu özgürlüğü de yarına ayırırlar, onu ilerisi için saklarlar. Gelgelelim ertelemek, yarına ayırmak, saklamak, bir yanılgı, bir hayaldir; özgürlük saklanamaz, olsa olsa harcanır. Sinekler’de gerçekleştirilmiş eylemin sorumluluğunu yüklenme’nin, özgürlüğün belirleyici bir uğrağını [niteliğini] oluşturduğunu, bu özgürlük anlayışının oyunu sürüklediğini, ama işte oldukça soyut bir özgürlükle karşıkarşıya olduğumuzu belirtmeye çalışmıştık. Le Age de Raison’da durum daha da soyuttur; çünkü belirleyici, tayin edici bir eylemden iyice yoksun bırakılmışsınızdır bu yapıtta; kişiler belirleyici eylemlerini boyuna erteleyip dururlar; onun yerine yedek, telafi edici eylemlere girişirler. Yaşlanmakta olan şarkıcı Lola, Boris'i kendine bağlamak için bir intihar girişiminde bulunuyorsa; bu onun nihai bir karara vardığı, belirleyici bir eyleme, intihara kalkıştığı anlamına gelmez; gerçek bir intihar olmaktan uzaktır girişimi, kızın amacı Boris’i korkutmaktır yalnızca. Kararın ertelenmesi, ileri bir geleceğe saklanması, romanın, olumsuz bir eylem diyebileceğimiz ana eylemiyle, ana izleğiyle bir kez daha vurgulanır. Bağlayıcı, zorunlulaşmış, dayatan bir kararı ertelemenin olanaksızlığını,
 böyle bir girişimin boşunalığını vurgular Akıl Çağı.  Mathieu’nün kız arkadaşı Marcelle bir çocuk bekler; Mathieu, kürtaj yaptırmak için uğraşır; önce bir kürtajcı, tabi sonra da para gereklidir. Çünkü Marcelle’in çocuğu doğurması durumunda, Mathieu kendini bu çocuğa bağlayacak, herşeye hazır olma, kullanılmak üzere buyruğa amade olmak özelliğini yitirecektir. Gelgelelim Marcelle çocuğu istediğinden, aldırma girişimleri sonuçsuz kalmaya mahkûmdur. Gerçi her ikisi de çocuk sahibi olmamaya, evlenmemeye söz vermişlerdir, ama dürüstlükten uzak bir sözleşmedir bu. Mathieu'nun, Marcelle’e, kendisinin kürtaja karşı olduğunu hatırlatması, kızın tepkilerini ne denli az bildiğinin de itirafıdır; o sadece kendi bağlanmama, serbest kalma, herşeye hazır olma tasarısının içinde sıkışıp kalmıştır. Öteyandan bu gelişmeler, kadınlardan iğrenen eşcinsel Daniel'in, Mathieu'nun canına okumak için Marcelle ile evlenmesine yol açar.

Mathieu romanın sonunda: "Kimse özgürlüğümü engellemedi, yaşamım onu [özgürlüğü] emip bitirdi". derken, özgürlüğün ertelenecek, ileriye saklanacak birşey olmadığını
anlamış görünür.

Bağlanmama, sorumluluktan kaçma şeklinde anlaşılan özgürlük hamlığın, olgun olmamanın bir belirtisi. Bu romanın kişilerinin çoğu olgunluğa erişememişlerdir. Bu bağsız, sorumluluktan uzak yaşama tarzının ne demek olduğunu yavaş yavaş kavrayan Mathieu için «olgunluk çağı» başlar.

II. Bekleyiş / Le Sursis





Bu romanda ilk göze çarpan özellik, Faulkner’in etkisini sezdiren roman tekniğidir sanırım. Olayların eşzamanlılığını gerçekleştirebilmek, çeşitli bireyleri —hatta halkları—kapsayan bir tür bütünlük, ortaklık bulunduğunu göstermek için, Sartre bir kişiyi konuştururken birden bir başkasının konuşmasına atlar. Bunlar, sözgelimi Münih antlaşmasının tarihi kişileri olabilecekleri gibi, Alman asıllı Romenlerin yaşadıkları Sudet bölgesindeki bir Çek ailesi ya da bir Fransız ailesi gibi, tümüyle sıradan kişiler de olabilirler.

Sartre bu romanında neyi anlatmak istiyor? İnsanın sonunda kendinin korkak (gemideki Pierre) ya da ciddiyetten uzak (Kadınlar orkestrasındaki Moud gibi) olduğunu ayrımsaması konusu da var romanda. Ancak kitabın kendine özgü yanı, birbirlerinden çok farklı, değişik insanların bir anda aynı durumla (ortak bir durumla) karşıkarşıya kalmalarıdır. Yaklaşmakta olan savaş tehlikesidir bu durum. İnsanlar kendi dışlarından gelen bir durumun apansız bastırmasıyla birdenbire aynılaşır, birbirlerine uyarlar, düşünce ve tepkileri benzerleşir. Gerçi, farklılıklar sürüp gider, —sözgelimi tipik Fransız burjuvası Hitler'i savunma eğilimleri taşıyacak, onun amaçlarını, isteklerini haklı görecektir; bir işçi ise faşizmi lanetleyecek, ona direnecektir; ama tüm bu farklılıkların ötesinde kitapta ortak tutum ve görüşlere sahip büyük insan öbekleri buluruz.

Genelde çoğunluk, «bana dokunmayan yılan bin yaşasın,» kafasıyla hareket etmekte, hatta sıkışınca dostluklar, birliktelikler harcanmaktadır. Sıradan adamın bu tavrı ile önde gelen politikacıların tavrı aynıdır. îkinci ciltteki olaylar Münih antlaşmasına kadar geçen olayları bir hafta öncesinden ele alarak işler. Sartre burada öyle büyük kuramlar ortaya atmaya kalkmayıp, sadece insanların tepkilerini nesnel bir doğrulukla anlatmaya çalışır. Kişiler, «hep böyleydi, geçmişte de böyle olmuş olmalı ve böyledir» diye düşünürler. Birinci ciltte karşımıza çıkan ve önemliymiş gibi görünen sorunlar, savaş tehlikesiyle birlikte neredeyse gülünçleşir, sıradan sorunlara dönüşürler, öyleyse, ikinci kitap bir bakıma birinciyi aşıp, önemsizleştiriyor (ortadan kaldırıyor) diyebilir miyiz? Sanmam. İkinci kitapta sorunsuz yaşamaya, her türlü bağdan uzak durmaya çalışan insanların, bu dıştaki-kişilerin dünyasından çıkarız. Burada karşımıza çıkan sorun, ertelemenin, beklemenin evrenselleşmesidir. Erteleme (bekleme) koca bir tarihsel dönemin genel özelliği olup çıkar. Romanın odak noktasında «savaş olacak mı?» sorusu yatar. Savaş olacak mı? Müttefiklerimizi korumak için bir savaş tehlikesini göze almamız gerekir mi? Sartre, Hitler’in haklı istekler ileri sürüyormuş izlenimini nasıl verdiğini, birçok Fransızın da bunu yutup, «Sudet (Romanya) Almanları beyaz çorap giysinler diye savaşa mı girelim yani», diye savaşa karşı çıktıklarını anlatıyor. Kimse durumun ciddiyetini anlamaya, sorulara düşünerek yanıt vermeye ve sonuçlara katlanıp sorumluluk yüklenmeye yanaşmıyor. Gerçi bir yerde durumu anlayabilmek için gerekli bilgi ve verilerden yoksunlar. Böyle olunca da kişinin işine gelen bir bilgiye sarılıp ona bel bağlaması doğal oluyor.

Genel düşünce: «Ne pahasına olursa olsun barış.»

Münih antlaşmasını kabul eden batılı diplomatların Çekoslavak temsilcileri karşısında, vicdanlarının sızlaması gerekiyor. Ama adamların antlaşmaya ilişkin düşüncelerini söyleyecek halleri yok, tam bir oldu bitti ile karşı karşıyalar. Kitap Paladier'in uçağının Fransa'ya inmesiyle bitiyor. Paladier Fransız halkının kendisini linç etmeye geldiğini sanırken, halk onu coşkuyla karşılayınca, şaşırmaktan kendini alamıyor: "Bu deliler"

Birinci bölümde kişilerin belirleyici davranışı olan, olaylardan kaçma, burada dünya tarihi boyutunda bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. İkinci kitap, kuşağımızın belirleyici tutumunu canlandırıyor böylece. Ancak, acaba «durumlar» insanın öylece boyun eğeceği kaçınılmaz yazgılar mıdır? Değil elbette. Durumlar insan etkisine açıktırlar, insan etkinliğinin ürünü, insanın işidirler. Durumların beklenmez bir yıldırım gibi tepemize yağdığını ve bunu önlemek için elimizden bir şey gelmeyeceğini söylemek dürüstlükten kaçmanın bir özelliğidir. Fransızlar soruna daha temkinli, daha eleştirici bir gözle baksalar, Hitler'in niyetlerini kavrayabilseler, sonuçları zamanında görebilseler, hoş olmasa da gerekli önlemlere başvursalar, Hitler hiç çekinmeden her önüne gelen ülkeye girme cesaretini kendinde bulabilir miydi? Ama adamın propogandasına kapılıp, hatta işine geldiği için bunu isteyerek yapıp, Almanya'dan kaçanların anlattıklarına kulak tıkayınca, gelgele yok oluşu, çöküşü hazırlayıcı durumla burun buruna geliriz.

Her olayın ipini Hitler çekiyor, Fransızlar olsa olsa tepki gösteriyorlar. Seferberlik de bunlardan biri. Kimse bir sipere isteyerek girmiyor. Herkese isteksizlik, çaresizlik egemen. Ne yani, diyorlar, sorunlara neden olan ülkenin yeri dahi doğru dürüst bilinmezken tanımadığımız insanlar için kendimizi mi harcayalım. Kışlalarda kargaşa almış başını gidiyor. Askere giydirecek bir örnek elbise bile yok. Sarah'nın kocası, —İspanya iç savaşında çarpışan ve generalliğe yükselen— İspanyol ressam Gomez, kısa bir izinden yararlanarak Marsilya'ya geliyor. Fransızların geç de olsa, tehlikeyi görmelerine seviniyor. —Oysa Fransızlar Cumhuriyetçilerin Ispanya'daki kavgasına karışmak istememişlerdi— İspanya sıfırı tüketmeye doğru hızla vol almaktadır ve ancak büyük bir genel savaş Ispanya'da da durumu değiştirebilir.

III. Ruhtaki Ölüm / La mort dans l’âme




Fransa’nın çöküşünü anlatan olayların devamı üçüncü kitapta ele alınır, önü alınır bir çürüme, bozulma değildir bu. Paris'in düşüşü, boyun eğiş, tutsakların Almanya’ya taşınması, bir tutsak kampındaki yaşam, kitabın ana izleğinin parçalarıdırlar.

Şimdi romanın bu ana olaylarına kısaca bakalım. Paris’in düşüşü. Olayı doğrudan yaşamayız. Onu New York'ta yarattığı tepkiyle algılarız. Ispanya'daki Cumhuriyetçi cephenin çökmesinden sonra ABD’ye kaçan GOMEZ, Amerikalılar'ın, Fransa'nın çökmesinin ne anlama geleceğini anlamamalarına ve bir türlü anlamak istemeyişlerine ifrit olmaktadır. «Keep smiling» (gülümsemeye bak), «not to grin is a sin» (sırıtmamak bir günahtır), felsefesine bir türlü ayak uyduramaz Gomez. Nasıl Fransızlar İspanya savaşında olup bitenin özünü kavrayamamış ve ne pahasına olursa olsun sorunun dışında kalmaya özen göstermişlerse, Amerikalılar da Paris'in düşmesinin ne sonuç doğuracağını bir türlü kavrayamamışlardır. Gomez, Ispanyollara sırt döndükleri için, Fransızlara «oh olsun» demekten kendini alamamakta, ama gelişmelerden dehşete kapılmaktan da kurtulamamaktadır.  Askeri birlik. Askerlere gelince, onlar da alabildiğine huzursuzluk ve güvensizlik duygusu içindedirler. Ne olup bittiğini bilmiyor, yalnızca kapalıgözlük, ânı yaşıyorlar. Matheiu'nün birliğinde karargâh bir gece tası tarağı toplayıp gizlice sıvışıyor, askerler ortada kalıyor. O arada bir şarap mahzeni keşfeden askerlerin bir bölümü, zilzurna sarhoş oluyor. Cephede de küçük bir birlik bir köyü savunuyor hâlâ. Mathieu'nün birliğinden bir asker ayrılıp köyü savunanların yanına katılmaya gidiyor. Mathieu, ona girişiminin anlamsızlığını anlatmaya çalışırken, kendini silahıyla birlikte direnişçilerin arasında buluyor.

Direnişçiler bir kuleye yollanıyorlar. Köydekiler başlangıçta yeni gelenlere karşı güvensiz ve çekingen davranıyorlar. Derken, ortak tehdit ve tehlike ortaya çıkar çıkmaz, dağılan kuşkuların yerini güven duygusu alıyor. Direnenler birbiri ardından ölüyor. Mathieu direnmek, dayanmak istiyor. Bir onbeş dakika direnmek. Son eyleminde korkak olmadığını ispat ediyor; hani neredeyse hiç istemeden bu duruma düşmüş olmasına karşın, artık durumu omuzluyor. Durumun sorumluluğunu yüklenir yüklenmez, önü almmaz eylemini de başlatmış oluyor:

 «Mathieu ölüsünü süzdü ve güldü. Yıllarca eylemde bulunayım diye boşuna çırpınıp durmuştu;
eylemlerini düzenli olarak çekip almışlardı elinden; hiç adam yerine koyulmamıştı. Ama bu kez atışını çalamamışlardı ondan. Tetiğe basmış ve kaşla göz arasında herşey
olup bitmişti. Son bir şey."

 Şimdi, yaşamının bitmek üzere olduğu anda gerçekten bir eylemde bulunuyor Mathieu, öldürüyor. «Tanrım,» diyordu, «onbeş dakika olsun direnmedi demesinler.» 

"Mathieu parmaklıklara yaklaştı ve ayakta ateş etmeye başladı. Feci bir öçtü bu; her atış eski bir kuşkunun öcünü alıyordu. Bir atış, çalmaya cesaret edemediğim Lola'ya, bir atış, yüzüstü bırakmak zorunda kaldığım Marcelle'e, bir atış, kendisiyle yatmak istemediğim Odette'e. Bu atış yazmaya cesaret edemediğim kitaplara, bu, kendime layık görmediğim gezilere, bu aslında kendilerini küçümsemeyi yeğlemiş olmama karşın, anlamaya çalıştıklarıma. İnsanlar ateş etti, erdeme, dünyaya: özgürlük, terör demekti. ...Ateş etti. Saate baktı: ondört dakika otuz saniye. Artık bir şey istemiyordu; sadece yarım dakikalık bir bekleyiş (erteleme) daha. Kiliseye doğru koşan yakışıklı, gururlu subaya ateş etmek için bu kadar süresi vardı. Yakışıklı subaya ateş etti. Dünyanın tüm güzelliklerine, yola, çiçeklere, bahçelere, sevdiği her şeye. Güzellik tepesi üstüne çakılıverdi. Ve Mathieu hâlâ ediyordu. Arınmıştı, kudretliydi, özgürdü. Onbeş dakika."

Bu eylemi anlatacak kimse yoktur, olayın tüm tanıkları ölmüştür. Anlamsız bir yanı vardır bu eylemin, ama gene de boşa geçmiş bir yaşamın doruk noktasıdır. Aslında saçmadır bu eylem. Paris çoktan düşmüş, cephe çözülmek üzeredir. Ateşkes anlaşması gündemdeyken Alman ilerlemesini bir onbeş dakika geciktirmek uğruna bunca insanın yaşamını yitirmesi anlamsız, boşuna değil mi?

Mathieu'nün işe yararlığı nasıl gerçekleşiyor? Yoketme eylemiyle. Engellerden, tıkanıklıklardan, geçmişteki endişelerden, vicdan azaplarından, ilkelerinden, bağlarından kurtulmak istiyor. Yaşamı boyunca güçsüzlüğünün acısını çekiniş bir insanın, bir an kendini güçlü bulmasıyla içine düştüğü bir sarhoşluktur bu bir bakıma. Mathieu bu ipi kopmuş kurşun yağmuru içinde özgürlüğünü duyumsar. Onbeş dakika dayanmayı öngören saçma görevi üstlenir. Kendini bu göreve bağlar, yokolmayı göze alarak yaşamım gerçekleştirir son anda. En son sahne, yaşamsal dileğin yerine gelmesi gibi bir şeydir aynı zamanda. Bu öldürme sarhoşluğu içinde Mathieu’nun akılcılığı ise insana pek inandırıcı gelmiyor.

Dönemin özelliklerini vurgulamak bakımından tipik olan üçüncü durum: Tutsak kampı. Burada, komünist Brunet tipinin altının çizildiğini görüyoruz. Brunet bir türlü boyun eğmiyor. Ötekiler ikide birde yayılan dedikodulara kendilerini kaptırıp, kararsızlıklara düşerlerken, o kararlıkla mücadele arkadaşı arıyor. Aslında kendisiyle birlikte tutsak düşmüş olanları tutmuyor pek; yumuşak, dayanıksız, ânın etkisine kapılan insanlardır hemen hepsi. Değişmez bir ereğin peşinden gitmeye yanaşmazlar. Bu yüzden tutsakların her yenilgisi Brunet'i sevindirir. Uğranılan en büyük yenilgiyse, Fransa’dan alınıp Almanya’ya götürülmektir.

İlk romanda uç kişiler romanın ağırlığını oluşturuyorlardı. Burada ise ağırlık sıradan insanlarda. Boris, Lola, Ivich, Gomez, eşi Sarah gibilere de rastlarız ama, romanın odağında adsız, sıradan kitle vardır hep. Olaylardan etkilenmez, değişmez, umudunu yitirmez, dayanabilmek için kendine kimi amaçlar bulur, alçak gönüllüdür, ânı, günlük yaşamı yaşar, önemsiz, olaysız akıp giden özgürlüğün ne anlama geldiğini bilmeyen, sürüklenip giden sıradan insandır bu. Bu insan tipinin karşısına, partisinin hizmetine koşabileceğine inandığı anda, özgürlüğe ilgi duyan Brunet yer alır.

Sartre’ın «ortalama varoluşların» sorumsuzluklarını, dünyadan habersiz oluşlarını, tayin edici durumlarda kendilerinden bekleneni vermeyişlerini gösterirken, onları kendi üzerlerinde düşünmeye, özgürlüklerini gerçekleştirmeye çağırdığını düşünmek yanlış olmaz sanırım. İnsanın bağlara, yükümlülüklere girmeyi ertelemekle özgürlüğünü koruyabileceğini sanması yanlıştır. Böyle bir erteleme, yaşamımızın boşuna akıp gitmesine yol açabilir, sonunda da iş işten geçer. Bu kendini-dışta-tutma-isteği, ikinci romanda tüm bir ulusun tavrı olarak belirir. Üçüncü cildin özgün adı. La mort dans Vâme (Ruhtaki Ölüm) derin üzüntü, yılgınlık, çökme anlamlarını verir. Romanın bir yerinde apaçık belli olur bu:

 "Bizi görüyorlar. Kalabalık gittikçe sıklaştı. Onu, bu tarihsel hapı yutarken gördü, yaşlandı, yavaşça geri çekildi ve fısıldadı, '40'ın yenikleri, yenik askerler, onların yüzünden zincirlere vurulduk.' Orada bu değişken bakışların altında değişmez kalakaldılar. Harman gibi savrulmuş, gözetlenmiş, sorgulanmış, suçlanmış, bağışlanmış, hüküm giymiş, zincirlenmiş, bu söndürülmez günün içinde... Evlatlarının, torunlarının ve torunlarının torunlarının gözünde 40'ın yenikleri. Esnedi. Milyonlarca insan esnediğini gördüler. ‘Esniyor, temiz temiz, 40'ın yeniği esneme küstahlığına sahiptir.' Arkadaşlarını süzdü, geçici bakışı, onlarda tarihin medüz bakışıyla karşılaştı: İlk kez başlarına büyük bir olay geliyordu. Yitirilmiş bir savaşın destansı kahramanları taşlaşıp resimleşmişler. Tanrım, okudum, esnedim, sorularımın çanını çaldım, herhangi bir seçme kararı vermedim; aslında çoktan seçmiştim: Bu savaşı seçmiştim, bıı yenilgiyi, gizliden gizliye bu günü beklemiştim. Herşey bir kez daha yapılmalı, elden başka birşey gelmez. Bu iki düşünce birbirine sarmaşmıştılar ve birbirini karşılıktı ortadan kaldırdılar.

Geriye HİÇ’in dinginliği kaldı"

*
Walter Biemel

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder