ÖZGÜRLÜK LABİRENTİ




Les Chemins de la Liberté dört romandan kurulmuştur: L'Age de Raison, Le Sursis, La
Mort dans l’Ame ve La Dernière Chance. L’Age de Raison, romanın kahramanı Mathieu’nün,
sevdiği kadına kürtaj yaptırmak için para arayışını anlatır. Mathieu’nün sevgilisinin adı Marcelle’dir. Anlatılan olaylar 1938 yılında yer almıştır. Le Sursis’de Münih buhranı, La Mort Dans L’Âme’da ise Fransa’nın düşman eline geçişi söz konusu edilmiştir. Dört yapıt boyunca aynı tiplerin serüvenlerini anlatan hikâye, bu romanların sonuna kadar devam eder gider.

 Les Chemins, insanların dopdolu bir varlık ve inanç arayışlarının ve bu arayış içinde özgürlüklerini benimseyişlerinin ya da inkâr edişlerinin hikâyesidir. Sartre L’Etre et le Néant’da, bu arayışın, insan bilincine özgü bir şey olduğunu söylemiş ve Bulantı’da, aynı arayışın tasvirini yapmak istemişti. Ne var ki, Bulantı’da, insan tasarısının bomboşluğu soyut bir biçimde göz önüne serildiği halde, Les Chemins’de çeşitli insanların bu amacı çeşitli biçimlerde gerçekleştirme çalışmaları anlatılmıştır. Sartre bu romanlarında, bilincin üç ana tipi olarak kabul ettiği biçimleri incelemiştir. Bu üç biçim şunlar- Sartre'ın dört kitaptan oluşan ırmak-romanıdır: Etkinliği olmayan aydın (Mathieu), Daniel ve komünist (Brunet). Bunların yanı sıra, birtakım küçük tiplerin de çözümlemeden
geçirildiğini ve yerine «oturtulduğunu» görüyoruz. 

Bu üç tipin en basiti Daniel’dir. Daniel, tıpkı Roquentin gibi öz-varoluşunun kaypaklığından tedirgindir. Bilincinin hiçliğini, sürekli ve sağlam bir nesnemsi varlık haline sokmak istemektedir. Sartre’ın tasvirleri yerindeyse, hepimizin ortaklaşa duyduğu bir eğilimin Daniel’de sürekli ve bilinçli bir uğraş şeklinde bulunduğu söylenebilir. Daniel, hayatı, günlük insan amaçlarının izlenmesi olarak değil de, içeriği her zaman değişebilen ama biçimi hiçbir zaman değişmeyen bir tasarı olarak görmesi bakımından, Roquentin’e benzemekte ve Les Chemins’deki öteki karakterlerden ayrılmaktadır. Düşünme gücü, ona, belli bir yapının her zaman varolduğunu duyurmaktadır. Ama Roquentin, yapmış olduğu bu felsefî keşfin orta yerinde durup kendini dünyadan ayrı tutmakla yetinirken Daniel, aynı keşif yüzünden bir sinir hastası olarak ortaya çıkmaktadır. Daniel, metafizik susuzluğu bir saplantı ve felsefî yukardan-bakışı bir psikanaliz sezgisi haline gelmiş olan bir Roquentin’dir. Daniel’in hikâyesi, metafizik bir incelemeden çok, Freud’cu bir hastalık olayı niteliği taşımaktadır. 

Daniel, «bir meşe ağacının meşe ağacı olduğu gibi bir homoseksüel olmak» ister. Bununla birlikte, benliğinin bu kötü alışkanlıkla tepeden tırnağa çakıştığını ve bir olduğunu hiçbir zaman duyamaz. Kötü alışkanlığına, yani homoseksüelliğine her zaman biraz uzaktan bakar. Her zaman bir gözlemci ya da bir olabilirliktir Daniel. Alışkanlığı ile çakışmağa kalkıştığında, bu davranışı bir kendi-kendini-cezalandırma haline gelir. Böylece kendi içinde, acı çeken ve acı çektirenin birliğini yaratmak amacındadır. Bu çeşit kısmî bir intihar, aynı zamanda, özgürlüğünün de ortaya çıkışı olacaktır. Nitekim Daniel, kendine ve Mathieu’ye, insanın, istediğinin tam tersini yapmasının özgürlük olduğunu söyler. Bu aynı zamanda, geçici bir süre için de olsa, kaypak bilincin kendi kendisiyle çakışır hale getirilmesidir. Demek ki, paradoksal bir biçimde, insan kendisinin bir nesne haline dönüşmesini ve acı dolu bir süre haline gelmesini isteyebilir. Daniel, özgürlüğü, özgürlüğün tam karşıtında bulmaktadır.

Ama kendine acı çektirmesi de hayal kırıklılığına uğratır onu. Tiksindiği Marcelle ile evlenir ve evliliği, dayanılmaz bir yaşama biçimi olarak duyar. İğrenç bir nesne olarak görülüşünün sağlayacağı tadı alabilmek için bir tanık arar ve Mathieu’yü bularak ona en gizli sırlarını açar. Ama Mathieu, sert bir tanık olamayacak kadar aklı başında ve hoşgörü sahibi bir kimsedir. Daniel, dinsel yaşantıda daha doyurucu bir çözüm yolu bulur. Tanrının kendisini gördüğünü anlayıp çarpılır sanki. Artık, bütün kötü alışkanlıklarını bir nesne haline dönüştüren ve birer sağlam varlık haline getiren suçlayıcı bakışı bulmuştur; Tanrının bakışıdır bu. Ama bu da, Daniel’in sonu gelmez arayışlarının bir aşamasıdır sadece. Daniel, üçüncü cildde (Paris’in düşüşü), kendisine en uygun kimse gibi görünen küçük Philippe ile karşılaşır. Philippe tipi, Sartre’ın Baudelaire üzerine düşündüklerinden türetilmiş bir tiptir. Sartre, bu düşüncelerini, Baudelaire üzerine yazdığı «varoluşçu psikanaliz» incelemesinde ileri sürmüştür. Daniel, delikanlıyı avucunun içine alır ve düşmanla işbirliği yapmaları için harekete geçer.

Bu incelemeler sağlam ve güçlüdür. Sartre’ın anormal durumları iyice bildiğinden şüphe edilemez. Ama Sartre da, tıpkı Freud gibi, anormalde, normalin aşırı durumlarının ortaya çıktığını düşünür. Sartre’ın en korkunç kahramanları, ya doğrudan doğruya (Daniel), ya da yarı- simgesel bir biçimde (Charles), özgürlük karşısında insan yüreğinde beliren tedirginliği anlatmak için ele alınmışlardır. Herhangi bir kimsenin ruhsal durumunu tasvir edebilmek için Sartre da, tıpkı Freud gibi, kendisinden yararlanabileceği bir zihin tasviri ya da mitolojisi kullanır. Ama bir psikanalizci olarak Sartre, her zaman Descartes'çı olarak kalır. Sartre, Esquisse d ’une Théorie des Emotions' adlı yapıtında şöyle yazıyordu: «Her psikanalizin çelişken tarafı, fenomenler arasında hem bir nedenlik bağlantısının,
hem de bir kavrayış bağlantısının bulunduğunu ileri sürmesidir.» Sartre, bilinçte ortaya
çıkan bir şeyin, ancak bilinç dolayısıyla bir anlam kazanabileceğini ileri sürer. Psikolojik anormallik, öznenin dünyayı kendine maledişinin özel bir «biçimi» ve yine öznenin bile bile kullandığı bir simgeliğin (sembolizmin) sonucu olarak anlaşılmalıdır.

Bir Freud’cu, Daniel’in homoseksüel olmasından dolayı duyduğu kabahatlilik duygusunun,
kendisine eziyet etmesi sonucunu doğurduğunu söyleyebilir. Oysa, Sartre, bu durumu, Daniel’in önceden yaptığı ve yarı yarıya bildiği bir tasarı şeklinde anlar ve açıklar. Daniel bu hayat biçimini, yani homoseksüelliği bile bile seçmiştir. Son sözü söyleyen daima öznedir. Psikanaliz yapanlar da bunu bilirler. Ama iş kurama gelince bu gerçeği unuturlar. Sartre, böylece, bilinç-dışı zihin kavramını reddeder. Ama bu kavram yerine, bir başka kavramı ileri sürer. Sartre’ın ileri sürdüğü bu önemli kavram, insanın kendi kendisini yarı-bilinçli bir halde ve iyice düşünmeden aldatması demek olan «kötü-niyet»dir. (mauvaise foi). Sartre, metafizikçi, ahlâkçı ve psikanalizci olarak hep aynı araçlarla çalışır; zihin hakkında kabul etmiş olduğu aynı tasviri her alanda kullanır. Özgürlük temel olduğuna göre, psikanaliz ile ahlâklılık arasında hiçbir çatışma yoktur.

Sartre’ın okurlarına sunduğu ikinci bilinç tipi komünist Brunet’dir. Daniel, hasta bir bilin'çle içeriği hiçbir zaman olduğu yerde durmayan ve daima değişen bir tamamlanışın peşindeyken, Brunet, hiç düşünmeden kendini somut bir tasarı ile özdeşleştirmektedir. İlk iki cild boyunca ve üçüncü cildin büyük bir kısmında Brunet, basit ve körükörüne inanmış bir parti üyesi olarak görülmektedir. Evren, Marxist çözümlemenin dediği biçimde sağlam ve güven verici bir şeydir, Brunet için. Brunet’nin kendisi de, işlevi tarih tarafından belirlenmiş bir Parti aracıdır. Brunet bu konularda düşünmez; sadece hareket eder. Hattâ niçin Parti’de olduğunu bile düşünmeğe kalkışmaz. «Ben bir komünistim, çünkü komünistim, hepsi bu kadar işte!» der. Daha sonraki gelişmesi çok ilgi çekici bir kimse olan Brunet, Les Chemins’in ilk bölümlerinde kaskatı bir insan olarak ortaya çıkar. Ama yazarın bu tipi
sevdiği ve ona saygı duyduğu bellidir.

 İlk üç cildin bütün serüvenleri, bu romanların merkezi sayılabilecek olan Mathieu çevresinde geçmektedir. Mathieu, içebakış metodunu en geniş biçimde kullanan bir psikanaliz gözlemcisidir. Roman, onun dilinden yazılmıştır. Mathieu'nün, Sartre’ın kendisi olduğundan şüphe edilemez. Mathieu, Daniel’in bile bile kendini alçaltan sapık karakteri ile Brunet’nin 'çocuksu ama bağımlı mizacı arasında yer almaktadır. Bu iki tip de Mathieu’yü etkiler. Mathieu, Daniel’in nedensiz davranışına (acte gratuit) ilgi duyar; Brunet’nin güven dolu bağımlanışını denemek ve yaşamak ister. Daniel, Mathieu’ye, Marcelle ile evlenmesi gerektiğini telkin ettiği zaman, ona kötülük yapmak istemekle kalmaz, aynı zamanda kendisinin gerçekleştirmek istediği bir kurtuluş programını da benimsetmek ister (kedilerini boğmağa kalkışması) ve bu programı, daha sonra, Marcelle ile evlenerek gerçekleştirir. «İnsanın, istediği bir şeyin tam tersini bile bile yapması kadar eğlendirici bir davranış yoktur. Bunu yapan insan, kendisinin bir başka insan haline geldiğini duyar.» Brunet’nin de Mathieu'ye sunduğu bir program vardır. Bu program gereğince, Mathieu’nün komünist partisine katılması gerekmektedir.

 «Özgür olmak için her şeyden yüz çevirdin. Bir adım daha at, özgürlükten de vazgeç. O zaman her şeyi yeniden kazandığını göreceksin.»



Ama Mathieu, hiçbirinin verdiği öğütü dinlemez. Mathieu, herhangi bir şeye bağlanamayacak
kadar berrak düşünceli bir kimsedir. Ispanya’ya gitmesi, Marcelle ile evlenmesi, ya da komünist partisine girmesi için bir gerekçe bulamaz. Karar verebilmesi için «iliklerine kadar» değişmesi gereklidir Mathieu’nün. Mathieu, kendi üzerinde dönenip duran bomboş bir düşüncedir. Düşünce hayatının en temel yargısı şudur: «Yaptıklarımın sonucu elimden almıyor; çalmıyor. » Hareket ettiği zaman, tıpkı Hamlet gibi, aklın sesine kulak vermeden, içinde bulunduğu durumun baskısıyla hareket etmektedir. Mathieu, Ivich’in hoşuna gitmek için eline bıçak saplar. Marcelle’e, «Seni seviyorum,» demek için ağzını açar, ama «Seni sevmiyorum» der. Pinette’e karşı koyma hareketinin anlamsız bir şey olduğunu söylediği halde ertesi gün eline silâhı alıp bu harekete katılır.

Mathieu’nün hikâyesi, en yüksek noktasına üçüncü cildde ulaşır. Mathieu, yenilgiye uğramış
Fransız ordusunda erdir. Başındaki subaylar kaçmıştır. Almanların gelip kendisini esir almalarını bekler. Kabahatlilik ve masumluk duygularının beklenmedik biçimde karışmış olarak ortaya çıktığı bu acayip bekleme süresi, Les Chemins’in öteki bölümlerinde görülmeyen bir şiirselliği dile getirir. Birbirlerine gülümseyerek yürüyen askerler, derin duygulara ve köklü bir yakınlık duygusuna kapılırlar. Mathieu, «Bu, umutsuzluğun cennetidir,» diye düşünür. Bir yabancı kendisine yaklaşıp selâm verdiğinde aklımdan şunlar geçer: «İnsanların gözlerinde, insanoğlunun galip geleceğini okumak için, her şeylerini hattâ umutlarını bile kaybetmelerini mi beklemek gerekiyor?» Burada felsefenin, hikâye tarafından sunulan imge ile tepeden tırnağa kaynaştığını görüyoruz. Mathieu’nün düşünceleri artık birer konuya-giriş niteliği taşımamaktadır. Burada, gerçek bir heyecan, hikâyeyi derleyip toparlamakta ve kahramanın kendi-bilinci, gerçeklerden uzaklaştıran ve caydıran bir bilinç olmaktan çıkmaktadır.

Karşıkomacıların intihar birliğine katılma konusunda ansızın karar vermesi ile, çan kulesindeki son olay arasındaki sürede Mathieu, kendisine bir soru daha sormak fırsatını bulmuştur. Korkak arkadaşlarının içinde sarhoş bir halde yattıkları mahzene bakarak kendisinin orada olup olmaması gerektiğini düşünür. «Arkadaşlarımı bırakmak hakkım mı? Bir hiç uğruna ölmeye hakkım var mı?» diye sorar. Kuleden ateş ederken ansızın bir gerçeği kavrar. «Korkuluk duvarına yaklaşıp ateş etmeğe başladı. Ayakta duruyordu. İçini boşaltıyordu sanki. Sıktığı her kurşunla daha önceki bir çekingenliğinin intikamını alıyordu... İnsanoğlunun üzerine, erdemin üzerine, Dünya’nın üzerine ateş ediyordu. Özgürlük dehşetin ta kendisidir.» Burada yazarın konuştuğundan şüphe edilemez. Bu sorumsuz kırıp dökmeye, Sartre da aynı işgüzarlıkla katılmakta ve kahramanını anlamsız bir yakıp
- yıkmaya sürmektedir.

Mathieu kulede bulunduğu sırada, Brunet bir mahzendedir. Mathieu, sürekli bir şüphe içinde
bulunduğundan, kendini, sebepsiz yere ateşe atmaktadır. Brunet’nin şüphesi yoktur. Bundan
ötürü Brunet, kendisini gelecekteki ödevleri için hazırlar. Esir kampında, sert bir Parti bürokratının karikatürü halinde ortaya çıkar. Bu durum, Schneider taafından kendisine hayat sevgisi aşılanana kadar sürer. Bu yumuşak, şüpheci, insancıl ve esrarengiz adam, Brunet’nin hem insanlara karşı takındığı tavrı, hem de Parti politikasına karşı gösterdiği kesin bağlılığı eleştirir.  Dördüncü cild, Schneider’in güvenilmeyen bir Parti üyesi olarak çıkması ve Parti politikasını gözden düşürmesi ile başlar. İki arkadaş birlikte yola çıkarlar. Brunet, eskisi gibi davranmak ister. Ama yüreğine kuşkular girmiştir artık.

Hayatında ilk olarak Parti’nin yorumlarına uymayan düşünceler edinir. Partiyi ilk olarak
dışardan görmeğe başlamıştır. Sovyetlerin savaşa girip yenildiğini düşünün? Ya Parti yanılıyorsa! «Parti haklıysa, bir deliden daha yalnızım demektir. Parti haksızsa, bütün insanlar yapayalnız ve dünya mahvolmuş demektir.» Brunet, sonunda Schneider ile birlikte kaçmağa kalkışır. Yakalanırlar; Schneider vurulur. «Bu mutlak acıyı hiçbir insan zaferi silemez. Parti öldürdü onu. Sovyetler kazansa bile, insanlar yapayalnızdır,» der.

Les Chemins, kimi zaman bir simgecilik, kimi zaman da apaçık bir çözümleme kullanılarak
ortaya konmuş bir kanıtlamadır. Kitap, Mathieu’nün sarhoş bir İspanyol ile karşılaşmasıyla
başlar. Sarhoş İspanyol, İspanya’ya gitmek istemektedir. Ama oraya hiçbir zaman gidemez.
Mathieu, bu adamı, birinci cildin sonunda hatırlar. Mathieu de, İspanya’ya gitmek, Komünist
Partisine girmek ve Marcelle ile evlenmek istemektedir. Mathieu’nün gerçekleştirebileceği hareketin en güzel örneği, eline bıçak saplamasıdır, Mathieu, bu davranışını daha sonra, kuledeyken hatırlayacaktır. Vagondan atlayarak ölen (o da Parti tarafından öldürülmüştür) adamın alın yazısı, Schnider’in ölümünü önceden sezdirmektedir. Bu olay, Brunet’ye bazı olayların geri getirilmezliği duygusunu da verir. Bununla birlikte, romandaki çözümlemeler çok daha önemlidir. Sartre’ın söylemek istediği şeylerden çoğunun, içebakıştan doğan upuzun düşüncelerle okura sunulmak istendiğini kolayca kavrarız. Romanın kahramanları (özellikle Daniel ve Mathieu) içlerini görebildiğimiz saydam kişilerdir. Onların düşünce alanında yaptıkları soğukkanlı araştırmalar bizi hem ilgilendirir, hem de duygulanmaktan alıkoyar. Tıpkı Marcelle, gibi, gölgeli bir köşecik bulmak isteriz. Hikâye, bizden önce, hikâyenin kahramanlarının bilincinde sindirilmiş ve şekillenmiştir. Birkaç yüz sayfa okuduktan sonra, kahramanlardan neler beklememiz gerektiğini kolayca tahmin ederiz. Kahramanların düşündükleri, somut varlıklarını ve tikelliklerini derinleştireceği yerde, temsil ettikleri belli bir sorunun taşıyıcıları olarak ortaya çıkmalarına yol açar. 

Kahramanların birbirleriyle bağıntılarında, ya keskin bir çözümleyici, ya da hiçbir şey anlayamayan bir insan olarak tasvir edildikleri görülür. Mathieu ve Daniel, birbirlerini, en ince noktalarına kadar kavrayan çözümleyiciler olarak incelerler. Ama Mathieu, Marcelle ve özellikle Ivich ile olan bağıntılarında, hiçbir şey anlamayan ve açıklayamayan bir insan olarak görünür. Sartre’ın L’Etre et le Néant’da, başkaları hakkındaki bilincimiz üzerine yaptığı ince açıklamalara uygun olarak, Les Chemins’de, «başkaları» ya bir hastalık durumu ya da kavranmaz bir sır gibi ortaya konmuşlardır. Romandaki iki kardeş, yani Ivich ve Boris, yazarın açıklamağa kalkışamayacağı kadar karanlık ve sır dolu kimselerdir.

Ivich, ne Mathieu, ne de yazar tarafından arılaşılan bir kimsedir. Ivıch’in taşıdığı değer, sırrın, içsel varlığın, geçici olanın, akıl-dışının taşıdığı değerdir. Mathieu bundan ötürü, Ivich’in karşısında şaşkınlık ve sıkıntı duymaktadır. Karşılıklı anlaşabilme olmadığı zaman, öteki insan tehlikeli bir yaratık hattâ bir Meduza haline dönüşmektedir. 

Sartre, sıradan insan ilişkilerinin karmaşıklığını; bu dünyanın ahlaksal erdemlerini görmemezlikten gelir. Nitekim Orestes, Sinekler’de şöyle der: «İnsan hayatı umutsuzluğun öte yanından başlar.» Sartre’a göre, gerçek insan hayatı, köklü bir düşünmenin sonucu olarak ortaya çıkan ve dünyayı açığa-vuran (yani alışkanlıkların ve normal yaşayışın maskesini düşüren) bir yaşantı ile başlayabilir. Bu olmadıkça, yani insan, çevresindeki sahte değerlerin maskesini düşüren bir düşünce ve yaşantıya ulaşmadıkça, her şey «kötü-niyet» den ibarettir. İlk ve temel erdem içtenliktir. Les Chemins'de tüm bir körlük ile tüm bir özgürlük arasında gidip gelindiği görülür. Kimi zaman akıl-dışının sessizliği, kimi zaman bomboş ama tedirgin edici bir düşünce, romanı egemenliği altına alır. Romanda, insan erdemlerinin yeni baştan ve bambaşka bir biçimde nasıl anlaşılması ve kabul edilmesi gerektiği üzerine açıklamalara rastlamayız. Sartre, kahramanlarını, bilgeliğin, kavrayışın ve umutsuzluğun kıyısına kadar ulaştırır ama daha ileriye götürmez; orada bırakır onları. Gerilere düşebilirler onlar ama nasıl ileri gideceklerini bilmezler. Romanda, gerçek heyecanı ve bağlanışı azıcık dile getiren biricik kişisel ilişkiyi, Brunet ile Schneider’in bağlantısında görüyoruz. Bu bağlantıda, Brunet’nin şaşkınlığını ve densizliğini yazarın da paylaştığını sezeriz. Ama Sartre, bu noktayı gerektiği gibi çözümleyip göz önüne sermemiştir. Sonunda Schneider ölür. Bu dostluk, Satre’ın Les Temps Modernes’de yazdığı gibi acayip bir dostluktur.

Les Chemins’e yakından baktıkça, Bulantı’nın temel yapısının ortaya çıktığını görüyoruz. İnsanlar arasındaki birlik ve anlaşmanın kirli ve karanlık bir şey olduğu her iki romanda da anltılmıştır. Düşünme, bunu arıtamaz ve sadece çözüntüye uğratabilir. İnsan ya verimsiz ve kaypak bir kavrayışın (düşünme gücünün) peşinden gitmek, ya da anlamsızlığın ta dibine kadar inmek zorundadır. İnsan bağlantılarının anlam taşımadığı, açıkça gösterilmemiş ama önceden kabul edilmiştir. Sartre’ın kahramanları arasında anlaşmazlıktan doğan acı bir şaşkınlık görülmez. Bu kahramanlar birer nesne gibi çarpışıp dururlar. Birbirleriyle derinden ilgilenmezler. Çözümlenmeyecek olurlarsa, anlaşılmaz yaratıklar olarak kalırlar. Romanı okuyunca, anlamsızın içimize yılgınlık saldığını duyarız. Ama bu duygu Les Chemins’i okurken başka bir biçimde kendini duyurur. Gerçekten de, Bulantı'-da bu duygu, kahramanın, nesnelerin gereksiz çokluğu ile ilintili bilinciyle birlikte ortaya çıkmıştır. Oysa, Les Chemins’de, insan vücuduna karşı duyulan bir tiksinti ve dehşet olarak belirir. Vücut, özgürlüğün tüm olarak kayboluşunu dile getirmektedir. Bundan ötürü, Les Chemins’de, insan vücudunun ağırlığından, gevşekliğinden, kabalığından uzun uzun söz edilmiştir. Mathieu’nün umutsuzluğu ve çaresizliği de, Marcelle’e karşı ruhsal bir bağlılık duymasından değil, Marcelle’in gebeliği karşısında duyduğu tiksintiden gelmektedir.

Peki, anlamsızlığı yenecek ve ortadan kaldıracak şey nedir? Bu konuda bilgi edinebilmek için, Mathieu’nün, üçüncü cildde açıklanan serüvenlerine bakmamız gerekir. Sartre, önce, bütün umutların kaybedilmesi ile birlikte gelen olası bir masumluktan ve olası bir insan zaferinden söz etmektedir. Mathieu, bunu belirsiz bir duygulanma ve özlem biçiminde duymaktadır. Ama bu duygunun arkasından, «Durup dururken ölmeğe hakkım var mı?» diye sormaktadır. Varoluşçu kurbanın kendine sorduğu soru budur. Acaba insan, ruhunu hangi biçimde kaybetmelidir ki, bu ruh kurtulabilsin? Kierkegaard, bir zamanlar, insanın din uğruna ölmeğe hakkı olup olmadığını sormuştu? Ama Kirkegaard’ın sorusunun altında dinsel aşkmlık problemi bulunuyordu. Oysa Mathieu’nün sorusunun böyle bir temeli yoktur. Mathieu, kendisini öldürmesinin saçma bir şey olduğunu ve mahzende güven içinde bulunacakken intihar etmeğe kalkışmayı «daha iyi bir şey» gibi kabul etmenin yanlış olacağını düşünmektedir. Mathieu, insanlar arası bir anlaşma ve saflık hayal etmiş ama bunu hiçbir zaman bulamamıştır. En sonunda ulaştığı sonuç şiddet kullanmaktan başka şey değildir.

Mathieu’nün vardığı bu sonuç, düşünmeyi ve bilinci dışarda bırakan bir davranış bütünlüğünden ve yoğunluğundan başka şey değildir. «Özgürlük dehşetin ta kendisidir.» Bu, insanın kendini «son kaybedişi», kendinden son uzaklaşışıdır ve romantiklerin aynı soruya verdikleri malûm cevabın başka bir kılıkta ortaya çıkışıdır.

Sartre’ın bu cevaba bağlanmış olduğu apaçıktır. Mathieu’nün ölüm konuşmasından Sartre’ı
ilgilendiren bir yan bulunduğundan şüphe edilemez. Ama Sartre’ın bu konuşmayı bütünüyle
kabul ettiğini de söyleyemeyiz. Sorunu daha derinleştirebilmek için, Schneider’in ölümünü göz önüne getirmemiz gerekir. Schneider’in ölümü romanın en gerilimli noktalarından biridir. «Bu mutlak acıyı hiçbir insan zaferi silemez.» Burada da aynı «kaybolmuş cennet» düşüncesiyle karşılaşıyoruz. İnsan kardeşliğinin kaybedilmişliğinin ve ebedî yalnızlığın duyulması söz konusudur burada. Ama burada, en büyük değerin, yani mutlak değerin insan sevgisi olduğu ve bu kaybedildiği zaman mutlak bir kayba uğranmış olduğu düşüncesi de vardır. Öyleyse, Marxistler karşısında, Sartre’ın Hıristiyan kültüründen gelen bir ahlâkçı olduğunu ileri sürebiliriz. Sartre’ın teolojik ve felsefî düşünce bakımından ataları sayabileceğimiz düşünürler (Pascal ve Descartes), bu filozofun bireysel bilince mutlak bir değer vermesinde kendilerini gösterirler. Sartre’ın dikkati, bireyin topluma katılışına değil, bireyin yapayalnız bilincine yönelmiştir. Sartre’ın dünyasında, akılsal temele dayanan fark ediş ile, kişinin topluma katışması arasında ters bir orantı vardır. Onun kahramanları, düşündükleri ölçüde, içinde yaşadıkları çerçeveden çıkmağa ve uzaklaşmağa başlarlar. Sartre’ın toplumsal bakımdan «rahat» olarak tasvir ettiği biricik insanlar, düşünceden yoksun olduklarını söylediği ve dolaylı olarak suçladığı burjuvalardır. (Sözgelimi, Jacques Delarue onların bir örneğidir.) Suçlayamıyacağımız hiçbir toplumsal çerçeve yoktur Sartre için. Bilincin ve farkında olmanın yıkamayacağı bir toplumsal yapı ve çerçeve de yoktur. Ama Sartre, kişisel düzeyde de devamlı ve sağlam bağlantıların olmadığını söyler. Hıristiyan filozof Marcel, insan hayatının karanlıkları ve sapıklıkları içinde insanların birbirleriyle kaynaşmak konusunda gösterdikleri güç ve devamlılık üzerinde uzun uzun düşünür. Oysa bu konuda, Sartre’ı, Hıristiyanlara-karşıt bir düşünür olarak görüyoruz. Birey bir merkezdir ama kendisinin dışına çıkıp bağlantı kuramayan bir merkezdir. Birey insanların kaynaşmasını hayal eder durmadan. Ama bu kaynaşmayı hiçbir zaman göremez. Başkalarına ancak parmak uçlarıyla dokunabilir. Elde edebileceği en iyi şey, cenneti sezdiren bir bağlantı, yani bir «acayip dostluk» dur.


*
Irish Murdoch

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder