Baudelaire etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Baudelaire etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kulübe Güncesi: Baudelaire'in asketizmi


 Charles Baudelaire - modern şehrin istikrarsızlığını sadece tasvir edilecek değil, aynı zamanda yaşanacak, doğrudan deneyimlenecek ve kendi hünerleriyle bilinçli olarak yeniden kurulacak bir şey haline getiren şair. Baudelaire düzenli çalışmayı reddederek, büyükşehirdeki amaçsızca gezinmelerini yaşamının uğraşı kıldı. Michel Foucault'nun belirttiği gibi, yaşamı bir sanat eseri yapan flâneur ve dandy gibi gözde Baudelaire karakterleri asketizm tezahürleri olarak görülebilir. Ama bu yaşam zanaatkârlığı, Baudelaire'in, şiirlerinde anımsatmakla kalmayıp istikrarsız bir yaşam biçimini kasten sahiplenerek doğrudan doğruya yaşadığı kendine zarar verme olasılığına da daima işaret eder. Baudelaire geleneksel apartman dairesinden tiksiniyordu ve onun yerine ufacık odalarda yaşadı; çoğunlukla alacaklıları peşinde olduğu için, ama ayrıca uyum sağlamaya duyduğu nefretten dolayı sık sık taşındı. Baudelaire, şehri akıntıya kapılmak için yeterince geniş bir yer, engin bir mesken olarak kullanmak amacıyla, kişisel eşyalarını bir keşiş gibi asgaride tuttu.

Pier Vittorio Aureli

Kulübe Güncesi: Tasarılar - Baudelaire

Tasarılar

Büyük, ıssız bir bahçede dolaşıyor, kendi kendine söyleniyordu: "Güzel bir akşam havasında, büyük çiçeklikler, havuzlar karşısında, karmaşık ve görkemli bir saray giysisi içinde bir sarayın mermer basamaklarından inişi ne güzel olurdu! Çünkü doğuştan bir prenses havası var onda."

Daha sonra, bir sokaktan geçerken, bir gravürcü dükkânının önünde durdu, bir kartonda bir sıcak ülke görünümü sunan bir estamp buldu: "Hayır, onun o güzel yaşamı bir sarayda benim olsun istemezdim," dedi içinden. "Kendi evimizde olmazdık orada. Hem altınlarla kalbura dönmüş duvarlarda onun resmini asacak yer bulunmazdı; o debdebeli salonlarda içlidışlı olunabilecek bir köşe yoktur. Hiç kuşku yok, yaşamımın düşünü gerçekleştirmek için burada oturmamız gerekirdi."

Gözleriyle gravürün ayrıntılarını incelerken düşüncesini hep sürdürüyordu: "Deniz kıyısında, güzel bir ahşap kulübe, adlarını unuttuğum tüm bu garip ve parlak ağaçlarla sarmaş dolaş... Havada, sarhoş edici, anlatılmaz bir koku... kulübe de zorlu bir gül ve misk kokusu... daha ötede, küçük toprağımızın arkasında, dalgalarda sallanan serenlerin uçları... çevremizde, serin hasırlarla, başa vuran çiçeklerle süslenmiş, perdelerden süzülüp gelen bir pembe ışıkla aydınlanmış, ağır ve karanlık bir ağaçtan yapılmış, Portekiz rokokosu ender sedirlerle döşenmiş odamızın (orada hafiften afyonlu tütün tüttürerek dinlenirdi, öylesine dingin) ötesinde, verandanın ötesinde, ışıktan sarhoş kuşların şamatası, küçük zenci kızların cıvıltısı... geceleri de, düşlerime eşlik etsinler diye, ezgili ağaçların yakınmalı şarkısı, içli filaoslar! Evet, işte buydu benim aradığım ortam. Sarayı ne yapayım ben?"

Sonra, daha ileride, büyük bir caddeden geçerken, tertemiz bir han gördü, alaca perdelerle süslenmiş bir penceresinden iki güleç baş sarkıyordu. "Düşüncem büyük bir serseri anlaşılan," deyiverdi kendi kendine, "öyle ya, bu kadar yakınımda bulunanı aramak için o kadar uzaklara gidiyor. Haz ve mutluluk, karşımıza çıkan ilk handadır, haz alanın da çok verimli olan rastlantı hanında. İyi bir ateş, parlak çiniler, iyi kötü bir çorba, sert bir şarap, biraz sert, ama serin çarşaflı, çok geniş bir yatak; bundan iyisi olur mu?"

Sonra, dışarıdaki yaşamın uğultularının Bilgeliğin öğütlerini bastıramaz olduğu saatte, yalnız başına evine dönerken, "Bugün düşümde üç evim oldu," dedi kendi kendine, "üçünde de aynı hazzı buldum. Ruhum böyle rahatça dolaştıktan sonra, yer değiştirsin diye neden zorlayayım bedeni mi? Tasarı da tek başına yeterli bir ergi nasıl olsa, tasarıları gerçekleştirmeye ne gerek var?"


Invitation au voyage & La Vie Anterieure



Invitation au voyage (Yolculuğa Çağrı)

Yavrum, sevgilim, sen Tadını bir bilsen
Orada yaşamanın birlikte!
Keyfince sevmenin
Ölünceye değin
O sana benzeyen ülkede!
Puslu gökte yer yer
O ıslak güneşler
Senin yaş içinde parlayan
Hayın gözlerince
Bir gizemli ince
Tad verir gönlüme her zaman

Orda her şey süs ve güzellik,
Erinç, haz ve dirlik düzenlik.

Evimizse her yıl
Daha pırıl pırıl
Olan döşentiye bezenir;
Nadir çiçeklerin
Kokusu amberin
Uzak kokusuyla beslenir;
Tavanlar ne zengin,
Aynalar ne derin,
Ne doğulu görkemlilik bu;
Orada her şey, ince,
Kendi öz dilince
Gizleriyle doldurur ruhu.

Orda her şey süs ve güzellik,
Erinç, haz ve dirlik düzenlik.

Bak gemiler suda
Bir derin uykuda,
O gezmeye düşkün gemiler;
Hepsi de en ufak
Arzun için uzak
Ülkelerden çıkıp gelirler.
-Ve gün batımları
Giydirir kırları,
Kanalları, kenti gitgide
Altınla, yakutla;
Uyur şimdi dünya
Sıcak bir aydınlık içinde.

Orada her şey süs ve güzellik
Erinç, haz ve dirlik düzenlik.

çeviri: Sait Maden


Kötülük Çiçekleri


 Theophile Gautier (1811 – 1872)'in 
Baudelaire üzerine bir yazısı:


Romantizmin sınır boyunda, tuhaf parıltılarla aydınlanmış acaip bir bölgede, 1848'den az sonra, ortaya çıkışı şiir kitaplarının doğuşunda çok zaman rastlanmayan bir gürültüye sebep olan bir şiir kitabının Fleurs du Mal (Kötülük Çiçekleri'nin) yaratıcısı garip bir şair, Charles Baudelaire çıkıyor karşımıza. Gerçekten, şiir demetlerini genellikle meydana getiren çiçeklere benzemeyen Les Fleurs du Mal başka çiçeklerdir. Bu çiçeklerin madenî renkleri, karaya ya da maviye çalan yeşil yaprakları, tuhaf biçimde yivli kasecikleri olan bu egzotik çiçeklerde tehlikesizce koklanmayan, baş döndürücü kokular var. Hindistan'dan yahut Cava’dan getirilmiş hissini veren bu çiçekler, bozulup çürümüş medeniyetlerin kara toprağında yetişmiştir; şair, güllerden, zambaklardan, yaseminlerden, menekşelerden, unutmabenilerden yapılmış saman sarısı, inci kurşunisi örtülerine bürünmüş, bu kötülükten uzak çiçekler demetine ötekilerini yeğliyor ve böyle çiçekler yetiştirmekten zevk alıyor. Açıkça söylemek gerek, Baudelaire’de çocuksu içtenlik ve temiz kalblilik eksik; o çok ince düşünen, fevkalâde zevk sahibi, ilhamına tenkidi de katan bir kimsedir. Fransa'da ilk defa kendisinin tanıttığı, o deniz aşırı deha, Edgar Poe ile çevirileri dolayısıyla olan ahbaplığı istenilerek yapılmış ve hesaplı orijinalliği seven ruhunda büyük etkiler yarattı. Virgilius, Dante’nin sevdiği yazardı, Edgar Poe da Baudelaire’in sevdiği yazar oldu ve Amerika’lı şairin Karga'sı Paris’li şairin mısralarında telafisi imkânsız Never, oh ! never more'u söylüyor sanki. Paris’li dedik, çünkü Baudelaire delikanlılık çağında Hint adalarına gitmiştir ama hemen hemen bütün hayatını Paris’te geçirdiği ve yazık ki henüz genç yaşında orada öldüğü için Paris’lidir. Edgard Poe gibi o da insanın kötü ahlâklı olduğuna inanıyor. Kötülük deyince, aklımıza rağmen bizi mânâsız, zararlı veya tehlikeli işlere : “yapılması yasak” denildiği için teşvik eden o acaip içgüdüyü, o boşuna kötülüğü ve o, cennette bulunmanın verdiği sevinçle yılanın telkinlerini insanlığın çok fazla aklında tuttuğu ihanet öğütlerini ilk kadına zorla dinleten isyanı anlamak lâzım.

Bir anatomi müzesi ressamı gibi soğuk kanlılıkla çizdiği kusurlara, sapıklıklara, en kötü münasebetsizliklere karşı zaten şairde hiç müsamaha yok. Onlara genel ahengi bozan şeyler gözüyle bakıp reddediyor: zira bütün bu ayrılıkların aksine o düzeni ve herkesin uyması gerekli kuralları seviyor. Başkalarına karşı merhametsiz olduğu gibi kendine karşı da merhametsiz; kendi hatalarını, kendi kusurlarını, kendi saçmalıklarını kendi ruh sapıklıklarını, hem de ayni dertlerle dertli okuyucuya hoş görünmeyi düşünmeksizin, erkekçe bir cesaretle söylüyor. Zamanımız sefaletlerine ve kötülüklerine karşı duyduğu tiksinme Young'u gözümüzde keyifli bir insan olarak gösterecek kadar derin bir sıkıntıya atıyor onu.

Baudelaire ve Melankoli


Baudelaire daha ilk denemelerinden itibaren melankoli konusunda epeyce doluydu: Kişisel olarak deneyimi vardı ve uzun bir geleneğin kavramı yorumlamak amacıyla işbaşına geçirdiği retorik
ve ikonolojik kaynakları biliyordu. Baudelaire 1843 yılına doğru Sainte-Beuve'e yazdığı şiirde, "uzak geçmişindeki bir kitabın etkisini", kendi kullandığı sözcükle, "içmeye" olan maharetini gösterir.
Lise yıllarındaki "sıkıntıların" dile getirilişi alegorileşmiş Melankoli'nin sahneye çıkması için iyi bir kışkırtmadır, ayrıca Diderot'nun rahibe'sine yapılan gönderme bizzat alegoriyi edebi olarak alegorileştirir: Görülen beti, manastırın duvarları arkasında en berbat azaplara maruz kalmış, başka bir tutsak gencin kurgusal betisidir. Lise, manastır: Kapalı yer melankolisinin iki örneğidir bu:





Yazdı, eriyordu kurşunlar çatılarda,
Yosun tutmuş koca duvarlar hüzün soluyordu
[ ... ]

 Esin perisi sarılır bütün gün
Bir çan kulesinin penceresine;
Melankoli, her şey uykudayken, öğle vakti,
Dayamış elini çenesine, bir koridorun ucunda,
Rahibe'den daha kara ve mavi gözü
Herkesin açık saçık ve acı dolu hikayesini bildiği
-Ağır aksak adımlarıyla erkenden sürükler sıkıntıları,
Ve alnı gecenin uyuşukluklarıyla hala nemli




"Çeneye dayanmış el", bildiğimiz gibi Panofsky, Saxl ve onları izleyenlerin çok sayıda belge üzerinden incelediklcri simgesel duruştur· Öğlen saati demonun ve azmış acedia'nın (ruhsal uyuşukluk,) saatidir. Apaçık bir zafer kazanmış ışığın düşmanına meydan okuduğu saattir; akıldan hiç çıkmayan teyakkuz halinin uykuya yenilip tehlikeye düştüğü saat. Melankolik kişi tamamen
durağan olmadığında, yavaştır, ağırdır, bunlar onun daimi sıfatlarıdır. Baudelaire'in şiirinde
"yavaşlayan adımlar" deyişi hem bu geleneksel imgeyi yeniler hem de şairin Suzanne Simonin'in (Diderot'nun Rahibe'si) ayaklarını, işkencecilerin ayakları altına serdikleri cam parçalarıyla yaralanmış o ayakları unutmadığını gösterir ... Çan'a gelince, Dürer'in gravüründc görülen çanı dü§ündürür, ama aynı zamanda dördüncü "Spleen"de "çılgınca sallanan" çanları haber verir.

Jean Starobinsky

YAZINSAL YAŞANTILAR

"Yitirilmiş saatler diyor içinden, daldığı uçurumdan koparılmış, 
pek kötü değerlendirilmiş, çok değerli saatler." 


   Yazınsal yaşantılar vardır. Romantik olanlar. Durgun olsun ya da olmasın, organik olarak yapıtla bağdaşan ve o zaman da kendisininkine benzen bir sanatla biçimlenerek, ilke ve amaç bakımından anlatılması tutku veren yaşantılar vardır. Byron'un, Chateaubriand'ın yaşamı. Yalnızca günün birinde anımsayıp anlatmaktan zevk aldığı için yaşıyormuş gibi görünen, o en cesur yazarların yaşamı -en önemsiz davranışların söylencelere katıldığı. Ayrıca tekdüze yaşantılar vardır. Gizli saklı olanlar. Bilerek tatsızlaştırılan, sıradan duruma getirilen, kitaplardakine hiç uymayan ya da onun dümen suyuna bırakılmayan, tersine onlar karşısında pes eden yaşantılar. Flaubert'in, Croisset'deki yaşantısı; yaşlı annesiyle olanaksız aşkları, sara nöbetleri, çığlıkları arasında geçen yaşamı. Stendhal'in; gerçek melankolinin ve edebiyatın her şeyden önce sıkıntıya ve başarısızlığa karşı bir ilaç olduğu, zorunlu sürgünle geçen yaşamı. Beuve Amca'nın, çok hüzünlü, çok iç karartıcı; kedileriyle, eski kağıtlarıyla büyüsünü yitirmiş özlemleriyle geçen yaşamı. Son olarak da kendi yaşamı; büyük bir özenle, kuşkusuz yine benzer nedenlerle yok edilmiş yaşamı.

Jean Veber (1868-1928), ‘L'Ennui’, “Les Fleurs du Mal” by Charles Baudelaire, 1896

Bu yaşamlar başarısızlığa uğramamış. Mahvolmamış. Kent soyluların yaşamları gibi bela dolu da değil. Feda edilmiş, kurban edilmiş özgürlükler yok. Bu gönül yoksunluğunda, onlara gösteriş ve Özgürlük verebilecek her şeyden arınmış olan bu tükenişte, bir sanatçının sanatına verebileceği en dokunaklı saygı var. Bütün kozlar henüz oynanmadı der gibi. İnsan, her kezinde bütün olayları aşamaz. Yaşamın yıkıntıları üzerinde; ünün, servetin, tutkunun onayladığı yas üzerinde inşa edilmiştir, başarılı soneler cildinden oluşan bu anıt. Kararmış yaşamlar. Hayır. Karartılmış. Ortalıkta görünmeme ve büyük özveriler sayesinde, yiğitçe diye adlandırılabilen yaşamlar. Sanki yapıt kaygısı anlamını yitirmiş ve ışığı, parlamasın diye gündüz ışıklarını yutmuş onların. Bu yaşamları anlatabilir pekala. Bomboştur onlar. Alışkanlık yüzünden hâlâ onlara yamanmak istenen söylentilere yakışmaz onlar. 

Edebiyat mı? 

"Bir yaşamı, el çabukluğuyla yoketmenin en iyi yöntemidir" diyordu Flaubert.



*
Charles Baudelaire'in Son Günleri romanından, 
Bernard Henry Levy

Uydurduğu yerlere tutulmuş zavallı, sen

Jean Veber (1868-1928), ‘L'Ennui’, “Les Fleurs du Mal” by Charles Baudelaire, 1896


Çöle ve denize ta gönülden vurgunum
Gülüp gederim yasta, ağlarım şölende,
Ve en kekre şarapta hoş şarapta hoş bir tat bulurum;
Bana sık sık yalan gelir olup bitenler, 
Çukura düşerim göğe göz gezdirirken. 
Ama avutur Ses: "Sakla düşlerini, der 
Delinin düşü güzeldir Bilgeninkinğen!"



...



Dinsize dehşet, çılgın ermişe umut bağı; 
Gök ! büyük tencerenin o kapkara kapağı 
Altında geniş, bilinmez İnsanlık kaynayan


...



Yılgınım uykudan, gizli bir dehşetle çevrili.
 Nereye götürdüğü bilinmez bir çukur gibi 
Sonsuzluktur gördüğüm her bir pencerede ancak


...


Ve ruhum, hep böyle bir bas dönmesinin tuttuğu. 
Nasıl kıskanmasın hiçlikteki duygusuzluğu.
Ah! Sayılardan,Varlıklardan hiç kurtulamamak !







...

Ölüm, ey koca kaptan,yelken açalım artık
Sıkıldık bu ülkeden, Ölüm ! Tutalım yolu
Gök, deniz varsın olsun katran gibi karanlık, 
Yüreklerimiz, bilirsin, ışıklarla dolu !


...

Zehrini dök içimize, dök de güç alalım
Beynimiz ateşiyle yansın da onun iyi,
Uçuruma, ha Cennet ha Cehennem, dalalım 
Bilinmezin dibinde bulmak için yeni’yi!





...

Uydurduğu yerlere tutulmuş zavallı, sen 
Seni zincire vurup atmalı bir tarafa, 
Dipsizliği serapla daha derinleştiren 
Olmaz Amerika'lar kâşifi, ayyaş tayfa,

...

Bir koca sersem gibi, çamura batıp çıkan,
Burnu havada, parıl parıl cennetler kurar; 

...

 Yola düşeriz, uyup çalkantılara, sonlu 
Denizlerde sallanır durur sonsuzluğumuz:
...

 Kimi, rezil bir yurttan kaçtığına sevinir;
 Kimi, doğduğu yerden iğrenmiştir, 

...



   Deniz, engin deniz, avunç getirir bize ! 
Uğuldayan yellerin sınırsız orguna 
Uyan boğuk sesli şarkıcıya, denize 
Hangi şeytan bu eşsiz ninniyi sunan?

   Deniz, engin deniz, avunç getirir bize !
  Götür beni, araba ! kaçır beni, gemi!
  Uzak ! uzak ! çamur gözyaşından bu yerde ! - 
Kimi kez Agathe’m üzgün yüreği der mi: 
Son artık suçluluğa, pişmanlığa, derde, 
Götür beni, araba, kaçır beni, gemi ?

 Öyle uzaksın ki sen mis kokulu cennet, 
Duru gök altında o sevinçler, sevgiler, 
Sevilenin sevilmeye değdiği elbet,
 Yüreğin dopdolu bir hazza daldığı yer ! 
Öyle uzaksın ki sen mis kokulu cennet!


*
Baudelaire şiirlerinden

Yürürüm düşlerimde tek başıma kılıç oynatarak,

Viraneye dönmüş evlerin pancurlarının ardında  / Gizli zevklerin saklandığı eski varoşlar boyunca, 
Acımasız güneş indirdiğinde peş peşe darbelerini,  / Kente ve kırlara, çatılara ve buğdaylara         
Yürürüm düşlerimde tek başıma kılıç oynatarak, / Ve kokusunu alarak her köşede yeni bir uyağın, 
Kaldırım taşlarına takılır gibi tökezleyerek sözcüklerde,  /Kimi zaman da çarparak nicedir düşlediğim dizelere. (çeviri: Ahmet Cemal)


Carlo Farneti (1892-1961) -
Illustration for 1935 edition of Charles Baudelaire’s Les Fleurs du Mal, 1934


Les Hiboux (Baykuş)

Altında kara selvilerin
Tünemiş bir dizi baykuş var
Kızıl gözlü garip tanrılar
 Ufku süzerler derin derin.

Duracaklar kımıldamadan
Sürüp eğri güneşi artık
Yerleşene değin karanlık
 İç kapayan, kederli zaman.

 Duruşları bilgeye derstir
Bu dünyada kaçmak gerekir
 Devinimden ve şamatadan.

 Geçen bir gölgeyle mest kişi
Ceza gibi duyar her zaman
 Yer değiştirmek isteyişi.


çeviri: Sait Maden

Uzak İklimlerin Kokusu


  Uzun uzun koklasam yanan göğsünü senin
 Yayılmış ne kıyılar görürüm mutlu, engin. 
Bir değişmez güneşin ateşiyle aydınlık;

  Uzak bir ada, sarmış her yerini baygınlık. 
Bilinmedik ağaçlar. hoş meyvelerle zengin: 
Erkekleri hep sağlam yapılı, ince, gergin. 
Kadınların gözünde şaşırtan bir yalınlık.

Kokun beni o güzel iklimlere çeker de
             Bir liman görürüm hep, yelken, seren her yerde
  Nicedir yorulmuşlar çalkanıp duran suyla.

Havada gezen, burun deliklerime girer,
O yemyeşil demirhindilerin kokusuyla 
Gemici şarkıları içimde birleşirken.

Baudelaire Portraits











Başkaldırı / Baudelaire



 N’eyler ki Tanrı o küfür yükselmesinde 
Ki Başmeleklerine çıkmadığı gün yok ?
 Bir zorbadır ki uyur şarapla, etle tok, 
Korkunç ilentimizin o tatlı sesinde.

 Esriten bir ezgi hıçkırıkları, belli, 
Şehitlerin, işkenceye uğrayanların, 
Bütün o hazlarına malolmuş kanların 
Tadıyla gökler bir türlü yetinmeyeli!

 - Ah ! İsa, Zeytinler Bahçesi’ni bir kez an!
 Diz çöker, sadelikle yakarırdın yine 
Ona ki sefil cellatlar canlı etine 
Çivi çakarken gülüp dururdu yukardan.

   O gün ki tanrılığına tükürdü senin 
Aşağılık bir mutfak ve muhafız kolu,
   O gün ki duydun bütün İnsanlık’la dolu 
Kafana battığını bir sürü dikenin ;

 O gün ki uzanırdı gergin iki kolun 
Korkunç ağırlığıyla kırık gövdenin, kan 
Ve ter boşanıp giderdi solmuş alnından,
   Ki herkesin önüne hedef gibi kondun,
   
Düşündün mü o güzel, parlak zamanları, 
Hani geldin de sonrasız sözü tutmaya
   Uysal bir eşekçiğe binmiş giderdin ya
Çiçekler, dallar döşeli yollardan ağrı,


Hani, sarar da seni umut ve yılmazlık, 
Kırbaç çalardın bezirgan alçaklarına,
En sonunda baş oldun ya hani ? Bağrına 
işledi mi kargıdan çok önce pişmanlık ?

— Bense, kanıksayıp, çıkacağım elbette 
Düşle eylem kardeş olmayan bir dünyadan;
Kılıçtan ölenle birdir kılıç kullanan! 
Yadsıdı İsa’yı Saint Pierre... iyi etti!     

çeviri: Sait Maden

*
Nerval'in şiiri için: 

Nerval & Baudelaire

 "Balzac öldüğünde, ki beklenmedik, korkutucu bir ölüm değildi, Parislilerin ardından söylediği güzel sözleri hatırlamayan var mı? Henüz çok olmadı, — bugün 26 Ocak, tam bir yıl önce, — hayranlık uyandıran dürüstlükte, yüksek zekâya sahip ve bilinci daima yerinde olan büyük bir yazar, kimsenin haberi bile olmadan, gizlice sonsuza dek gittiğinde — öylesine gizlice ki onun bu ketumluğu aşağılamaya benziyordu — bulabildiği en karanlık sokakta ruhunu kendi eliyle teslim etti; — onun ardından da iğrenç din ve ahlak söylevleri geldi! — Nasıl da titizlikle tasarlanmış bir cinayet!" 


Poe'nun Öykülerin yayımlanması aynı zamanda Gerard deNerval'ın intiharının anma törenidir, intihar mı, yarı intihar mı yoksa Edgar Poe'nunki gibi bir üst-intihar mı? "Nasıl da titizlikle tasarlanmış cinayet" ifadesi, bu ölümdeki belirsizliğin ifadesidir zaten ve soru, Baudelaire'in bilinçli yaşamının sonuna kadar yani peşinde sürüklediği iple kendini boğduğu ana kadar, peşini bırakmayacaktır.



 Catul Mendes'in ağzından 1865 yılında bir gece, Baudelaire'i odasında yatağa yatırırken yaşadığı dokunaklı anı aktarmak gerekir. Karanlıktaki uzun konuşmaları şöyle biter:

"Birdenbire bir sır verir gibi kısık, neredeyse anlaşılmaz bir sesle: 'Gerard de Nerval'i tanır mıydınız? Hayır, dedim. Devam etti konuşmaya: 'O deli değildi. Asselineau'ya sorun. Asselineau, Gerard'ın asla deli olmadığını anlatacaktır size; deli olmadığı halde intihar etti, astı kendini. Biliyorsunuz bir batakhanenin yakınında, pis bir sokakta. Orada asılmış, kendini asmış! Neden ölmeye karar verdi de bayağı bir yer ve boynuna bir paçavra dolamayı seçti ki? Ölümü neşeyle veya en azından düşle başlatan, etkili, acı vermeyen, ustalıklı zehirler var...' Ağzımdan tek söz çıkmıyordu, konuşmaya cesaret edemiyordum. 'Yok canım, hayır, diye sesini yükselterek, neredeyse bağırarak devam etti, bu doğru değil, o kendini öldürmedi, öldürmedi kendini, yanıldılar, yalan söylediler! Hayır, hayır, o deli değildi, hasta değildi, o kendini öldürmedi! Ah! Yapacaksınız değil mi? Söyleyeceksiniz, onun bir deli olmadığını ve kendini öldürmediğini herkese söyleyeceksiniz, onun kendini öldürmediğini söyleyeceğinize söz verin!' Karanlığın içinde istediklerini yapacağıma dair titreyerek söz verdim. Konuşmaya devam etmedi. Bir an önce yatağıma uzanıp biraz dinlenmeyi düşünüyordum. Bir eşyaya çarpmak korkusuyla kıpırdamıyordum, bir de neyi, bilmiyorum ama öylece bekliyordum. Aniden bir hıçkırık sesi yükseldi, sanki büyük bir ağırlığın altında ezilmiş bir yürekten kopmuş gibi kısık ve boğuk. Elim ayağım kesilmişti korkudan. Paramparça olmuştum, aynadaki, karşımdaki karaltıyı görmemek için gözlerimi kapattım.

Uyandığımda, Baudelaire burada değildi artık..."


*
Michel Butor
Sıradışı Bir öykü

Baudelaire ve Poe


"Ne yani! Beni de suçluyorlar, Edgar Poe'yu taklit ediyormuşum! Poe'nun eserlerini neden bu kadar sabırla dilimize çevirdiğimi biliyor musunuz? Bana benziyordu çünkü. İlk defa onun bir kitabını okumaya başladığımda, korku ve coşku duyarak, benim düşündüğüm konuları, üstüne üstlük benim tasarladığım cümlelerle yirmi yıl önce yazdığını gördüm."


"Size eşi benzeri olmayan, neredeyse inanılmaz bir şey anlatabilirim. Poe'nun öykülerinden bazı bölümleri ilk defa okuyuşum 1846 veya 1847 yıllarındaydı: Hiç yaşamadığım bir sarsıntı hissettim. Yapıtları ancak ölümünden sonra tek bir kitapta toplanıp basıldığından Paris'te yaşayan Amerikalılarla Poe'nun yönettiği gazetelerin koleksiyonlarını ödünç almak için sabırla dostluk kurdum Bunları okuduğumda bulduğum, ister inanın ister inanmayın, benim de aklıma gelen, ancak belirsiz ve  karışık olan, düzenleyemediğim şiir ve öykülerdi, Poe,  düzenlemeyi ve mükemmele ulaştırmayı başarmıştı"


"Bende inanılmaz bir sempati uyandıran Amerikalı bir yazar buldum,  hayatı ve eserleri hakkında İki makale yazdım"


Beni kuşatan bu korkunç yalnızlığın ortasında Edgar  Poe'nun dehasını neden böylesine iyi anladığımı ve onun berbat  hayatını neden böylesine iyi yazdığımı şimdi anlıyor musun?"

BAUDELAİRE'DEN POE

I

...Acımasız Kader’in azgınca, giderek daha azarak peşine düştüğü bahtsız usta; sonunda ezginden tek bir nakarat kalır geriye, sonunda umudunun kasvetli ezgileri şu melankolik nakaratı benimser: 

Asla!

Bir daha asla!

Edgar Poe, Kuzgun

Tunç tahtının üzerinde dünyayı umursamayan Mukadderat Acı safra emdirir sünger gibi onlara, Ve Zorunluluk kıvrandırır kıskacında.

Theophile Gautier, Karanlık


Şu son zamanlarda, mahkemelerimizin karşısına bir bahtsız çıkarıldı; alnı az rastlanır ve eşi benzeri olmayan bir dövmeyle süslüydü: Şanssız! Alnında, tıpkı bir kitabın adını taşıması gibi, hayatının damgasını taşıyordu, ve iri harflerle yazılmış bu tuhaf yazının gerçeğe zalimce uygunluğu sorgu tarafından kanıtlandı. Edebiyat tarihinde benzer alınyazıları, hakiki cehennem azapları vardır - esrarengiz harflerle yazılmış talihsizlik kelimesini alınlarının yılankavi kıvrımlarında taşıyan insanlar.


Onlar kefaretin kör meleğinin elindedir ve başkalarına örnek olsunlar diye bu melek onları var gücüyle kırbaçlar. Hayatlarının yetenek, erdem ve iyilik örneği olması boşunadır; toplum onları özel olarak aforoz etmiştir ve zulmünün neden olduğu zaafları nedeniyle onları suçlar. -Hoffmann’ın kaderi yatıştırmak için yapmadığı ne kalmıştı, Balzac feleği başından savmak için neler yapmadı ki?- Zarif ve meleksi yaradılıştaki insanları, arenalara atılan kurbanlar gibi, düşmanca ortamlara taammüden atan, mutsuzluğu beşikten itibaren hazırlayan şeytansı bir Tanrı mı var? Kendi yıkımlarının arasından ölüme ve zafere yürümeye mahkûm, sunakta kurban edilmeye adanmış kutsal ruhlar mı var? Karanlığın kâbusu bu seçkin ruhlara ilelebet musallat mı olacak? Boş yere çırpınıyorlar, Karanlığın öngörülerine, kurnazlıklarına karşı bu dünyada kendilerini boş yere yetiştiriyorlar; boş yere tedbirlerini artıracaklar, bütün delikleri tıkayacaklar, talihin mermilerine karşı pencereleri boş yere kıtıkla dolduracaklar; Şeytan kapının kilit deliğinden girer; bir delik, zırhlarının kusuru olur ve aşırı yetenek de çektikleri cehennem azabının tohumu. Kartal, kırmak için kafalarını, gökkubbenin yükseklerinden Açık alınlarına bırakacaktır kaplumbağayı Çünkü zorunludur ölmeleri... Yazgıları vücutlarının her zerresine yazılmıştır, bakışları ve tavırlarında uğursuz bir parıltıyla ışıldar, kanyuvarlarının her biriyle birlikte dolaşır damarlarında.

Çağımızın ünlü bir yazarı, şairin ne demokratik, ne aristokratik bir toplumda, ne bir cumhuriyette ne de mutlak ya da ılımlı bir monarşide kendisine yer bulabileceğini kanıtlamak için bir kitap yazdı. Ona kim kesin olarak karşı çıkabildi? Onun tezine dayanak olarak bugün yeni bir ermişin yaşamöyküsünü getiriyorum, kurbanlar listesine yeni bir aziz ekliyorum; şiir ve tutku zengini bu ünlü bahtsızlardan birinin hikâyesini, alçalmış ruhlar arasında dehanın zahmetli çıraklığını yapmak için başka birçok bahtsızın ardından bu dünyaya gelmiş birinin hikâyesini yazacağım.


Edgar Poe’nun hayatı içler acısı bir trajedi!. Ölümü, bayağılığı yüzünden korkunçluğu artmış, ürkütücü çözüm! Okuduğum bütün belgelerden, Amerika Birleşik Devletlerinin Poe gibi, daha hoş kokulu bir dünyada nefes almak için yaratılmış bir varlığın hummalı bir sıkıntıyla baştan başa dolaştığı geniş bir hapishane, gaz lambalarıyla aydınlatılmış büyük bir barbarlık olduğu ve onun şair ve hatta ayyaş olarak iç dünyasının, ruhsal yaşamının bu sevimsiz atmosferin etkisinden kaçmak için yaşam boyu süren bir çabadan başka bir şey olmadığı inancını edindim. Demokratik toplumlarda kamuoyunun merhametsiz diktatörlüğü! Ahlaki hayatın sayısız ve karmaşık durumlarına toplum yasalarının uygulanışında bu kamuoyundan ne merhamet, ne hoşgörü ne de herhangi bir esneklik dileyin. İnançsız sevgiden ve özgürlükten yeni bir despotluğun, yırtıcı duyarsızlığıyla Jagannatha’nın putuna benzeyen bir hayvanlar despotluğunun ya da zookrasinin doğduğu söylenebilir. Bir biyografi yazarı -çok iyi niyetlidir bu namuslu yazar- Poe’nun, dehasını düzene sokmak ve yaratıcı yeteneklerini Amerikan toprağına daha uygun bir biçimde uygulamak islemiş olsaydı, paralı bir yazar -a money making author- olabileceğini bize ciddi ciddi söyler; bir başkası -bu, katıksız bir edep düşmanıdır- Poe’nun dehası ne kadar hayranlık verici olursa olsun, keşke sadece yetenekli olsaydı, der; yetenekten es geçmek dehadan es geçmekten her zaman daha kolaydır. Gazete ve dergiler yönetmiş ve şairin arkadaşı olan bir başkası, Poe’yu çalıştırmanın zor olduğunu ve herkesin anladığının çok ötesinde bir üslupla yazdığı için ona diğer şairlerden daha az para vermek zorunda kalındığını itiraf eder. Joseph de Maistre’in deyişiyle, ambar kokuyor ortalık!

Baudelaire

Portrait de Baudelaire gustave courbet 1848



1848 devrimler döneminin "uyumsuz", "düşünen aylak", melankolik tipinin, Charles Baudelaire (1821-1867) kişiliğinde ve yaşamında somutlaşması klasikleşmiştir.

Baudelaire'in artık eskisi gibi, Rousseau'nun önerdiği "doğa durumu"na bile kaçacak olanağı ve şansı kalmamıştır. Bu yeni melankolik aylak "flâneur" büyük kentin ürünü olarak orta çıkmıştır ve gene büyük kentin pazarında -"pasajlarında"- tüketilmeye mahkûmdur. (Bu konuda vazgeçilmez başyapıt Walter Benjamin'in Pasajlar çalışmasıdır.) Toplumsallaşamayan aylak insanla artık engizisyon bile ilgilenmez. Ortaçağ dinsel inançlarının elinden kurtulduğunu sanan melankolik aylak insan, bu kez tüketim toplumunun mistik, gizemli ortamında metalaştığını, pazara sürüldüğünü görür (Marx)... Engizisyon önünde yargılanmaktan bin beter acılara sokar onu, metalaştığını, pazara sürüldüğünü
duyumsamak...

Bir türlü "toplumsallaşamayan " Baudelaire, son bir seçenekle çağdaşı Herman Melville (1819-1891), Moby Dick’te balinaların yaşamı üzerinden yaptığı bir metafora uygun olarak, buzlar arasında sıcak kalarak, bulunduğu dünyada o dünyanın bir parçası olmadan yaşamaya, her mevsimde kendi sıcaklığıyla yetinmeye çalışır. Toplumun organik hayatından koptuğunu, "organik zamanı” yitirdiğini görür. Genç yaşta intihar girişiminde bulunur. Başaramaz. Dünyaya uymak ister. Beceremez. Dünya başkenti Paris'te yaşayacak, barınacak bir yer bulamaz. Parasızlıktan ama daha çok ruhsal huzursuzluktan, kısa bir zaman dilimi içinde 44 kez ev değiştirir. Sartre, ünlü Baudelaire denemesinde, onun yaşamı boyu yüzlerce kez ev değiştirdiğini yazar. Ölümü, tek kurtuluş yolu olarak, "geç kaldın yıllanmış korkak!" diye çağırır durur. Sonunda 46 yaşında kurtulur yaşamaktan ve ateist olmasına karşın "bir tapınağa sığınır gibi, anasının kolları arasında ölür, modern çağın "toplumsallaşamayan" örnek melankoliği.

Serol Teber - Melankoli

Lesbos


Latin oyunları, Grek hazlarının yurdu,
Lesbos, gönüller açan, gevşeten öpüşlerin 
Ne eşsiz gecelere, günlere süs olurdu,
Güneşler gibi sıcak, karpuzlar gibi serin;

Latin oyunları, Grek hazlarının yurdu,
Lesbos, sende farksızdır öpüşler çağlayandan, 
Pervasız atılırlar dipsiz uçurumlara,
Bir yandan gürleyerek, çağlayarak bir yandan. 
Fırtınalı, örtülü, derin, arta kabara;
Lesbos, sende farksızdır öpüşler çağlayandan!

Lesbos, genç Frine'ler vurulan birbirine, 
Hiçbir göğüs geçirme yankısız kalmayan yer, 
Pafos gibi yıldızlar sana hayrandır yine,
Sende Venüs Safo’yu haklıdır da günüler!
Lesbos, genç Frineler vurulan birbirine,

Lesbos, yürek gevşeten, sıcak geceler yeri. 
Çukur gözlü kızlara kısır bir haz tattıran. 
Sevdalı tenlerinin sunduğu meyveleri 
Hep kendi aynacında sevdiren, okşattıran 
Lesbos, yürek gevşeten, sıcak geceler yeri.

Varsın koca Eflatun çatsın kaşını, bırak; 
Bağışlatır suçunu tükenmez incelikler.
Ardı arkası gelmez öpüşler, soylu toprak. 
Adaların başına taç olan güzelim yer.
Varsın koca Eflatun çatsın kaşını, bırak.


Bu bitmez işkenceden bağışlar herkes seni,
Nice taşkın yüreğe yapılan işkenceden, 
Başka gökler altında sezdiğimiz o yeni,
Aydın gülümsemeyi bizden uzağa çeken,
Bu bitmez işkenceden bağışlar herkes seni!


Yargılayamaz seni tanrılar hiçbir zaman, 
Suçlayamaz ağaran alnından akan teri, 
Derelerinden taşıp denizlere boşanan
Gözyaşını tartmadan altın terazileri ! 
Yargılayamaz seni tanrılar hiçbir zaman !

Ne ister o haksızlık, hak yasaları bizden ? 
Adaların yüzünü ağartan yüce kızlar,
Herhangi bir din gibi güç taşar dininizden, 
Cennet’i, Cehennem’i hor gören aşk onda var ! 
Ne ister o haksızlık, hak yasaları bizden ?

Baudelaire & Lezbiyenler

Baudelaire’in yaşam öyküsünü yazan Enid Starkie, şairin lezbiyen şiirlerinin yirmi bir ile yirmi beş yaşları arasında, “çağdaşlarını kızdırmaya çalıştığı ... çıraklık” döneminde yazıldığına işaret etmektedir. 1846 yılında yayıncısı, şiirlerinin kısa bir süre sonra Les Lesbiennes adı altında yayınlanacağını duyurmuştu. Eğer sonunda 1857 yılında çıkan aynı kitapsa, bu ad şiirlerin konusunu yansıtmak üzere değil (açıkça lezbiyenlik hakkında yalnız üç şiir vardır), azami rahatsızlık etkisi nedeniyle seçilmiştir. Les Fleurs du Mal yayınlandığında Baudelaire aradığı kötü üne kavuştu; hakkında üç lezbiyen şiirinden ikisi ile dört ayrı şiirinin pornografik olduğu iddiasıyla müstehcenlik davası açıldı. Kitap kısa sürede bir “skandal başarısı” kazandı.

Eğer Baudelaire’in kitabıyla ilgili sözlerinin alaycı bir dille söylenmediğini kabul edersek, Balzac gibi onun da ne yaptığı hakkında kafasının karışık olduğu ortaya çıkmaktadır. Delikanlılığından beri gelenekdışı davranışlarıyla insanları zor duruma sokmaktan hoşlanmıştı. Kendisine herkesin önünde “işten atılmış bir rahibin oğlu” diye değinmekten, “zavallı yaşlı babamı öldürdüğüm zamandan” söz etmekten, bir yandan inanılmaz öykülerinden birini ağzının içine bakan bir kalabalığa anlatırken birden sözünü kesip bir kadına şöyle laflar atmaktan hoşlanırdı: “Matmazel, başında altın başaklardan bir taç taşıyan ve beni çok içten bir ilgiyle dinleyen siz, biliyor musunuz içimden ne yapmak geçiyor? Beyaz etinizi ısırmak geçiyor. Ve eğer izin verirseniz, sizi nasıl seveceğimi anlatacağım. Ellerinizi tutup, onları birbirine bağlayıp, sonra sizi bileklerinizden odamın tavanına asmak isterdim. Bu iş bitince, önünüzde diz çöküp karbeyazı ayaklarınızdan öperdim.” Bir yandan orta sınıfın terbiye anlayışına ve sıradanlığa düşmanlığını ifade etmek isterken, gene de doğuştan bir burjuva Katolikti. Rimbaud une Saison en Enfer'de onun için "on est esclave de son bapteme" diyordu (kökeninin kölesi). Baudelaire’in burjuva, Katolik ahlakına ve değerlerine karşı benimsemek istediği tutum konusundaki kafa karışıklığı, Les Fleurs'e ilişkin şu sözlerinde de gözlenmektedir: 

“Ahlâksızlığa karşı dehşet ve korkuyu ifade eden bir kitap yazmış olmaktan son derece gurur duyuyorum.” Annesine de yapıtının “Katoliklikten esinlendiğini” yazıyordu. Bir yandan kitabıyla burjuvaziyi kızdırıp şaşırtacağı fikri hoşuna gidiyordu. Ama öte yandan varlığının derinliklerinde, bugün bizim için mümkün olmayan bir biçimde, yazdığı seks ve uyuşturucu konularının gerçekten dehşet verici olduğuna, bu ikisinden birine kendini kaptırmanın insanı derhal ve kesinlikle insanlıktan çıkardığına ve lanetlediğine inanıyordu. Les Fleurs du Mal’ daki şiirler, ikircimleri, röntgenciliği, lanetlenme korkuları ve “günah”ın zevkli çamurlarında bir çocuk gibi yuvarlanmalarıyla, ancak püriten ya da “Viktorya” gibi bir dönemin ürünü olabilirlerdi.

Baudelaire’in yaşam öyküsünü yazanlardan bazıları, lezbiyen şiirlerini yazmasından önce ilişkisi bulunan üç kadının da -Jeanne Duval, La Pomare ve Madam Stoltz- lezbiyen eğilimleri olduğunu öne sürmüşlerdir. Ama şiirler tanıdığı gerçek insanlardan çok, erotik fantezilerle ilgilidir. Konu aldığı kadınlar onları uzaktan seyreden röntgencide boş umutlar ve kızgınlık yaratacak bir görüntü sunarlar. Şiirde ima ettiği gibi, şairin değerler sisteminde en çekici yaratıklardır onlar:

Gece gökleri gibi tutkunum sana...
Kaçtıkça benden, güzelim, daha çok severim seni...
Bir cesede üşüşmüş kurtlar korosu gibi 
Atılır, tırmanır, saldırırım;
Seni amansız, acımasız canavar,
Buz gibi soğukluğundur körükleyen ateşimi

Büyük olasılıkla sonuçsuz kalan Les Lesbiennes'in ilk şiiri olması düşünülen “Lesbos”ta, kadınlar “baygın ve çılgın" Karpuz kadar serinletici, güneş kadar kadar sıcak öpücükler” verirler birbirlerine. Ama sanki bunları, çocukluğundan beri böyle hayalleri hiç kafasından çıkaramadığını söyleyen konuşmacı erkek için yapmaktadırlar. Erkek sonra, hiç bir açıklama getirmeden, şunları söyler: “Çünkü Lesbos beni seçti herkesin içinden/Bu güzel bakirelerin gizini övmeye”. Konuşmacıya göre “Safo’nun kıvancını kıskanması” gereken “Venüs’ten güzeldir” Safo, ama lezbiyenler aynı zamanda lanetlidirler. Öpücükleri onların “aklını başından almış”, “kısır bir hazza” kapılmışlardır. Ama sonunda fallik merkezli adalet işe karışır: “Erkeksi” Safo Phaon’a teslim olur. Yazar kadının acısını, “ölümcül solgunluğunun güzelliğini” ve gece Lesbos’tan yükselen “iniltileri” anlatır. Baudelaire kadının durumuna acımasız kalmadığını iddia eder, hatta “taşkın yüreklerin... bitip tükenmez işkencesinin” onlara af sağlayacağını sezdirir (belli ki bir yandan ruhundan söküp atamadığı, öte yandan ise nefret ettiği ahlaki görüşlere karşı kendi mücadelesi dolayısıyla bu kalplerle kendini özdeşleştirebiliyordu). Gene de, bu yakınlığına karşın, hayal gücünden çekip çıkardığı kadınların arasındaki çılgın, erotik ve egzotik arzudan duyduğu dehşeti aşamaz. Onların aşkları içine “kara umutsuzluk karışmış çılgınca bir neşe”dir. Ama lezbiyenliğin neden çılgınca olması gerektiği ya da bunun burjuva Hıristiyanlığın dışında bir dünya olan Lesbos’a neden kara bir umutsuzluk getirdiği hiç açıklık kazanmaz. Aynı belirsizlik ilk (sansürsüz) “Cehennemlik Kadınlar” şiirinde de görülür.

Alt başlığı “Delfinia ve Hippolita” olan ikinci “Cehennemlik Kadınlar” şiiri, kadınlar arası aşkta seks ve günaha bakışını diğer iki şiirden de iyi vurgulamaktadır. Şiirin başında genç Hippolita, erkek fantezilerinde lezbiyenlerin çoğu kez yaptığı gibi, “kokulu yastıklar” arasında, “kederli bir şehvetle” “onun bakire iffetinin peçesini kaldıracak” usta lezbiyen okşayışlar hayal etmektedir. Baudelaire burada lezbiyenlerin, erkeklerin asla bilemeyeceği tuhaf seks teknikleri, “çok karanlık oyunları” olduğunu ima eder. Onun kendinden yaşlı, kötü lezbiyen sevgilisi Delfinia, kızı “dişleriyle damgasını vurduktan sonra" rahat rahat talihsiz avını hazla seyreden bir canavar” gibi izlemektedir. Çok geçmeden, kaçınılmaz olarak sado-mazoşist lezbiyen ilişkilerinde, Definia’nın çılgın bakışlı bir sadist, Hippolita’nın ise onun “solgun kurbanı” olduğunu anlarız. Delfinia, Hippolita’ya aşkını yineler ve beceriksizlik ve gaddarlıklarıyla canını yakacakları için erkeklerle asla yatmamasını uyarır, oysa kendisi eleştirdiği erkeklerden çok daha acımasızdır.

Hippolita içinden iki kadının “doğadışı şeyler yaptıklarını” bilir. Ama ölüme ve cehenneme sürüklendiğinin farkındayken bile, kendini kaptırdığı arzu onu Delfinia gibi bir canavar yapar. Burada şiiri anlatan işe karışır: “Devam edin, devam edin, zavallı kurbanlar/ Böyle başlar o sonsuz işkenceye hızla giden yol.” Ona göre aldıkları zevk kendi cezasını bizzat doğuracaktır, çünkü bu kadınlar doymak bilmezler ve lezbiyenlerin yaptığı hiç bir şey onların “kudurmuş isteklerini” bastıramaz - “kısır oynaşmaları” yalnızca susuzluklarını daha da kışkırtır. Baudelaire şiirin sonunda, kadınların içlerinde taşıdıkları ve hem tatmini, hem de kurtulması olanaksız olan sınırsız lezbiyen cinsel isteklerinden kaçmaya çalışacaklarını öngörür ve onlara öğüt verir: “Gidin, dolaşın çöllerde kurtlar gibi, Gidin, hastalıklı yaratıklar, elinizden geleni ardınıza koymayın.” Bu şiirlerdeki kadınlar genellikle hem kurban, hem canavar olurlar, çünkü Baudelaire’in onlarda gördüğü çılgınca cinsellik onun burjuva Katolik yanı için korkunç bir şey, radikal estet yanı açısından ise yürekli bir başkaldırıdır.

Baudelaire’in kötü ünü diğer Fransız yazar ve ressamlarının kadınlar arası aşk betimlemelerini de etkilemiş olabilir. Gustave Courbet’nin “Uyku” (1866) adlı resmi, Les Fleurs'ün ardından yaygınlaşan egzotik, erotik imajın bir örneğidir: Yüzlerindeki keder ya da acı uykuda bile silinmeyen iki genç kadın, bir yatakta çıplak olarak yatarlar. Esmer olanın sağ bacağı arkadaşının belinin üstündedir, sol uyluğu onun kasık kemiğine değmektedir. Sarışın kız sağ eliyle ötekinin bacağını okşar. Çenesi sevgilisinin göğsüne dayanmıştır. Yanıbaşlarındaki masanın üstünde bir karafe ile bir şarap kadehi (tabii ki boş) ve bir ucu bardağın içinde, diğeri yatakta olan bir dizi inci vardır - bunlar muhtemelen “çok karanlık oyunları” için kullanılmıştır. İki kız pekala Hippolita ile Delfinia olabilirler. Esmerinde Delfinia’nın “dağınık yelesi”, sarışında ise daha “narin bir güzellik” ve Hippolita’nın sözünü ettiği “kasvetli korkulan” düşlediği izlenimini veren bir ifade bulunmaktadır.


(1866, Gustave Courbet)

Cehennemlik Kadınlar


*

lawrence alma tadema

*

Dalgın bir sürü gibi yan yana sokulmuş,
Kumlara yatmışlar da engine dalmışlar,
Elleri, ayakları birbirini bulmuş,
Acı ürpermelerle bayıla kalmışlar.

Gönülleri bitmez gizlere dalıp giden
Çoğu, sular çağlayan ağaçlı yollarda,
Çocuk dilleriyle söz açarlar sevgiden
Körpe fidanların kabuğunu oyar da;

Kimi, ermiş Antoine’in, nazardan çürümüş,
Lavlar gibi kızgın mor memeler gördüğü
Hayaller kaynaşan kayalara yürümüş
Kız kardeşler gibi ağırbaşlı, görgülü;

Sağır, dilsiz putçuluk inlerinde bekler
Devrilmiş çıraların ışığında seni
Yatışması gereken ne kızgın yürekler,
Baküs, eski dertlerin tek şifa vereni!

Kimi papaz atkıları atar boynuna,
Bir kırbaç saklayarak bol önlüklerine,
Loş ormanda, ıssız gecelerde boyuna
Katar deli yaşları zevk köpüklerine.

Ey şeytanlar, ifritler, ey kurbanlık kızlar,
Siz hiçe sayan yüce gönüller gerçeği,
Sonsuzluk düşkünü sofular, utançsızlar,
Bir ağlayacağı tutan, bir delireceği,

Sizi cehenneminizde izledim her an,
Kardeşlerim benim, acır severim sizi,
O bitmez susuzluk, o acı, o dolduran 
Aşk testileri yüzünden gönüllerinizi!

Baudelaire

Okur'a

Elisıkılık, sersemlik, günah, yanılgı
Gövdemizi işler, yer tutar içimizde,
Besleriz o cânım pişmanlıkları biz de
Bit beslediğince dilencilerin tıpkı.

Günahlarımız inatçı, gevşek tövbemiz;
İç döker, acısını çıkarırız bol bol,
Ve dönerken sevinç verir bize batak yol,
Kirlerimiz pis yaşlarla yıkanır deriz.

Kötülük yastığı üstünde sallar durur
Şaşkın ruhumuzu Koca İblis her zaman,
Ve zengin madenini istemin o yaman,
O bilge simyacı duman gibi savurur.

Bizi oynatan ipleri Şeytan tutmada!
Öğürtücü şeylerde ne tatlar buluruz;
Leş gibi karanlıkları geçip, korkusuz,
İneriz cehenneme her gün biraz daha.

Öpüp dişleyen zavallı çapkın gibiyiz
Bereli göğsünü geçkin bir orospunun,
Bulduğumuz kaçamak zevki, uzun uzun,
Susuz portakalca sıkmasını biliriz.

Milyonlarca kurtçuk gibi yoğun, gide gele
Ziftlenir beynimizde bir Şeytan oymağı,
Ve her solukta Ölüm’ün gizli ırmağı
İner ciğerlerimize boğuk bir sesle.

Irzageçme, zehir, hançer, yangın giderek
Güzel nakışlarını işlememişlerse
Acınacak yazgımıza, o rezil beze,
Yazık! pek atılgan değil ruhumuz demek.

Ama av köpekleri, çakallar, panterler,
Maymunlar, akbabalar, akrepler, yılanlar,
Tırmanan, böğüren, uluyan, bağıranlar
İçinde, kötülüklerimizin o beter

Ağılından biri var, öyle pis, yaman ki!
Yok büyük çığlıkları, büyük edimleri,
Yok ya istedi mi yakıp yıkar her yeri,
Şöyle bir esnese dünyayı yutar sanki;

Can sıkıntısı o! – Gözü yaşarır birden,
Çubuğunu yakıp kurar darağaçları.
Onu bilirsin, okur, o nazik canavarı,
-İkiyüzlü okur, -benzerim, - kardeşim, sen!