albert camus sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster
albert camus sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster

Günümüzde Camus’yü Okumak


Günümüzde Camus’yü Okumak

Pierre Louis Rey

Camus felsefeciden çok sanatçı olmak istemesine karşın bir biçim yaratıcısı olarak ortaya koymadı kendini. Düşüş konusunda, kendisiyle yapılmış son söyleşide şöyle der: “Biçimi konuya uyarladım, hepsi bu”. İçerikle biçim arasındaki farkı geçmişte kalmış bir şey gibi gören her modern akademisyenin elini kolunu bağlayacak bir ifade. 1938 ile 1941 arasında Camus aynı anda üç yapıt birden ortaya koydu: bir deneme (Sisifos Söyleni), bir roman (Yabancı) ve bir tiyatro oyunu (Caligula). Aslolana, ‘saçma’ düşüncesine daha emin bir yoldan ulaşmak için biçimleri -ya da türleri- çeşitlendiriyordu adeta. İyi niyetli kimseler Yabancı'nın Sisifos Söyleni’nin ışığında okunmasına üzüldüler. Ama Camus’nün bundan incinmesi için bir neden yoktu: Daha 1936’da Defterler'ine şöyle yazıyordu:

 “Filozof olmak istiyorsan roman yaz”, 

sonra, Sartre’ın Bulantı'sı hakkında şöyle yazacaktı:

 “Bir roman imgelere dökülmüş bir felsefeden ibarettir daima.”

Roman türünün düşüncelere göre biçimlenme eğilimde olması onun gözünde bir düşüklük göstergesi değildir, tam tersine: 

“Birçok kişiyi romana çeken şey, romanın görünüşte üslup taşımayan bir tür olmasıdır. Aslında en zor üslubu gerektirir roman, bütünüyle konuya boyun eğen bir üslubu. Böylelikle, her romanını değişik bir üslupta kaleme alan bir yazar hayal edilebilir” (Defterler, Mart ya da Nisan 1943). 

“Hayal etmeye” hiç gerek yok: Bunun en güzel örneği Camus’nün kendisidir. Yabancı'daki yalınlık, Düşüşteki virtüözlük, İlk Adam'daki liriklik, her defasında farklı bir Camus okuruz. Aiskhylos’tan yirmi yüzyıl, Racine’den üç yüzyıl sonra “modern bir tragedya” kurma tutkusu tek bir biçime dökülmemiştir: Roma’da geçen tiyatro oyunu Caligula henüz tamamlanmadan Camus Yanlışlık ile “takım elbiseli trajik” deneyine girişir, sonra da Sıkıyönetim’deki “gösteride totalitarizmi eleştirir. Böylesi bir esneyip uzama özelliği, edebiyatta akrabalıkları zor fark edilir hale getirir. Camus’nün retorik ve yergi nitelikleri taşıyan yapıtı Düşüş'te “yeni roman'ın arayışlarından esinlenir gibi görünmesine şaşarız; bu türden bir yakınlık kurma, Yabancı için daha uygun düşerdi. Yabancı Düşüş'ten on dört yıl önce yayımlanmıştı, oysa Düşüş Alain Robbe-Grillet’nin başarı kazandığı ilk dönemin ürünüydü. (...) Gerçekten de, Meursault’nun kayıtsızlığının önce nesneleri ve olayları eş düzeye getirdiği Yabancı'nın, trajik bir bilincin yansıdığı bir “insanbiçimcilik”e doğru kaydığını gösterme şerefine Alain Robbe-Grillet erişecekti (Pour un nouveau roman, Editions de Minuit, 1963). Yabancı'nın Fransa’daki ve dünyadaki şansı, hem “biçim”i hem de “konusuyla açıklanabilir. Bazı “yeni romancılar” tarafından taklit edildiği düşünülebilecek bu “beyaz yazı”ya (Roland Barthes) bıkıp usanmadan hayranlık duyarız. Ama yeni romancılarda şeylere yapışıp kalma hali roman kişisini “anlatısal bilinç'e indirgerken, Meursault bizi duygulandırmayı sürdürür (eleştirmen Gaetan Picon, Meursault'nun, Chateaubriand’ın “Rene”si kadar kendi çağını temsil ettiği kanısındaydı). Amerika Birleşik Devletleri'nde Albert Camus'ye ilişkin bir internet sitesinde, “Jüri üyeleri Meursault'yu idam cezasına çarptırmakta haklı mıydı?” cümlesini okuruz. Bir edebiyat uzmanının gözünde gülünç olabilecek bu soru, Yabancı'daki yanılsama gücünü onaylamaktadır. Benzer biçimde, Gustave Flaubert’in elyazılı metinlerini incelemenin yanı sıra, Emma Bovary'den yana ya da ona karşı tavır alarak da yazarın dehası diri tutulmaktadır.

YAZ


Albert Camus (1913 - 1960), denizin ve güneşin evliliğinden doğmuş öksüz bir çocuk, Nietzsche'ci bir yaşam muştucusu, Fransızca yazan bir Nietzsche (Sontag). Yaz'da topladığı denemeler (kendi deyimiyle "Güneşli denemeler"), ikisi hariç temel yapıtları Sisifos Söyleni ve Başkaldıran İnsan'dan sonra yazılmışlar. Nietzsche'nin Zerdüşt'ü gibi olgunluk dönemine ait felsefesinin temel düşüncelerini içeren ve tamamlayan yazılardan oluşuyorlar.

 İki zıt mevsim, yaz ve kış, yan yana geliyor Camus'nun düşüncelerinde; ve kışın ortasında bile yaz; kumsal, deniz ve güneş galip geliyor:


Camus çareyi oyuna katılmakta buluyor, dünyanın bu kırılgan yüzeyine düşen ışığın oyununa katılmakta, iyimserliği ("ölüm mü? olsun, güneş gene de ısıtacak kemiklerimizi") bana pek eğreti gelen iyimserliği, yaşama aşkı ya da yaşama çaresizliği, tersi ve yüzü dünyanın, yazı, kışı, ayazı... Trajiği  mutluluğa yeğlememeyi salık veriyor:


(Camus'yu büyüleyen yaşam, lirik duyarlığı, yaz'ı onun, deniz'i, güneş'i, bahar'ı, çiçekler'i, Camus da erinç uyandıran bütün bu şeyleri, aynı tarihlerde Sartre (Bulantı'da) tiksinti ile karşılıyordu: kaotikbenlik.blogspot.com/2013/07/camus-x-sartre )


  Kısır zamana, çıplak ağaçlara, dünyanın kışına boyun eğmiyor Camus, Cezayir'deki Consuls Vadisi'nde, karlar arasında meyvesini vermek için kışa direnen Badem ağaçları gibi duyumsuyor kendini:
Kışa; ve savaşa direniyor: 1939'da "Odyseus'un gezisini baştan yapmak için" bir gemiye atlayıp Yunanistan'a gitmeyi düşünüyor. Ama Avrupa'yı saran kara bulutların zamanla Yunanistan'ı da kaplamasıyla felsefesinin üzerine düşen parlak Yunan ışığını aramak için çıkacağı bu yolculuk, "Işıkla karşılaşmak üzere bir denizi geçmenin görkemli tasarısını yoksul bir genç bile yapabilirdi", mutlu adaların bu tatlı hayali daha uzun süreler gerçekleşmeyecektir.






Yıllar sonra, 1950'de; ve yaşamının sonlarına doğru 1958'de Yunanistan'a gidiyor. Işık dolu iki mutlu Yaz'dır bu: Defterler'de Camus'nun bu iki seyahati boyunca tuttuğu notları okumak mümkün:





 "Yunanistan'da yirmi gün süren gezi, yola çıkmadan önce bu günleri şimdi Atina'dan seyrediyorum ve bu günler bana yaşamımın bağrında saklayabileceğim bir tek ve upuzun bir ışık kaynağı gibi görünüyor. Benim için Yunanistan, yollar boyunca uzanmış, bir ışık denizinin üstünde ve saydam bir gökyüzünün altında durmaksızın çoğalan sakat tanrılar ve kırmızı çiçeklerle kaplı ışıl ışıl uzun bir günden başka bir şey değil. Bu ışığı tutmalı  geri gelmeli, artık günlerin karanlığına teslim olmamalı ..."

kaotikbenlik.blogspot.com/2018/08/yunanistan-seyahati-i-albert-camus

İkinci Yunanistan seyahatinde Camus'nun gemisinin Marmaris'e uğradığını da öğreniyoruz. Kasaba halkının yoksulluğuna, evlerin bakımsızlığına dikkat çekiyor; bir gün ertesinde ulaştıkları Simi'de Yunanlıların hayranlık uyandıran temizliği ile kıyaslıyor Marmaris izlenimlerini "...en yoksul Yunan evi bile tertemiz kireçlenmiş ve süslenmiş... (...)  "Türklerin bu halkı o kadar uzun bir süre egemenliği altına alması inanılmaz ve isyan ettirici bir şey"

https://kaotikbenlik.blogspot.com/2018/08/yunanistan-seyahati-ii-albert-camus.html




Camus'nun felsefesinin üzerine düşen parlak ışıkta, Nietzsche'nin etkisinin yansımalarını birebir görmek mümkün.  

Yıkımımıza koşalım diyor Camus:

kaotikbenlik.blogspot.com/2018/08/yikimimiza-kosalim

tıpkı Nietzsche gibi, kendi olmaya yönelik o sonsuz tutkunun, kendi içinde yıkım tutkusu barındıran o tutkunun peşinden gitmek için:

Acının bile bir uyaran olarak çalıştığı, taşkın bir yaşam ve güç hissi olarak sefahat alemine özgü olanın psikolojisi bana trajik hisse dair bir anlayışın anahtarını verdi: Yaşamın onaylanması -en tuhaf ve zor problemlerde bile; kendi sonsuzluğundan ve en yüksek türlerinin feda edilişinden mutluluk duyan yaşam istenci - Dionysoscu dediğim budur işte, trajik şairin psikolojisine köprü olacağını düşündüğüm şey budur işte. Korku ve acımadan kurtulmak için değil, (Aristo'nun yapacağı gibi) şiddetli boşalım yoluyla kendini tehlikeli bir duygudan arındırmak için de değil, kendi olmaya yönelik o sonsuz tutkunun peşinden gitmek için -korkunun ve acımanın ötesinde- kendi içinde yıkım tutkusunu barındıran o tutkunun."  kaotikbenlik.blogspot.com/2013/09/ebedi döngü



Hiçbir şeyi ayırmamak, hiçbir şeyi atmamak, her şeyi kendin kılmak,  her şeye evet diyebilmek, varoluşla bütünleşmek, ebedi oluşun neşesi haline gelmek, kısacası başka türlü sevmeyi öğrenmek gerek:

Hiçbir şeyi dışarıda bırakmamaktan ve kırılasıya gerilmiş bir ipi ak ve karayla örmeyi öğrenmekten başka ne dileyebilirim? (...) Ama var olanın bir yanından el çekilirse, var olmaktan da el çekmek gerekir; öyleyse ya yaşamaktan vazgeçmeli, ya da "vekaleten" sevmekten başka türlü  sevmeli. Böylece yaşamın hiçbir şeyini yadsımadan bir yaşama istenci vardır, bu şu dünyada benim en çok saydığım erdemdir. En azından, arada bir bunu uygulamış olmak istediğim doğrudur...

kaotikbenlik.blogspot.com/2018/08/ykntlar-arasnda.html


Hayatımızın herhangi bir noktasında olayları yorumlama ve düzenleme becerimiz daima en iyi sonuçlara yol açmalı. - İyi ya da kötü bir hava, bir dostu kaybetmek, hastalık ,iftira, bir mektubun gelmemesi, bilek burkulması, dükkanda bir bakış, bir karşı-sav, bir kitabın açılması, bir düş, bir sahtekar- o anda ya da çok yakında ıskalanmaması gereken bir şey olduğunu gösterir. Hiçbir şeyi dışarıda bırakmamak, hayatlarımızı bütünsel bir benlik haline getirmek için heykeltraş gibi biçimlendirme girişimimize, başımıza gelen her şeyin, - başımıza geldiğini hatırladığımız her şeyin en iyisi için olması klavuzluk etmelidir. Hepsini toplayıp bir bütünde birleştirmeli ve şiirselleştirmeliyiz. kaotikbenlik.blogspot.com/2017/11/ Benlik - Nietzsche (Julien Young'ın kitabından)


Nietzsche'nin Camus üzerindeki etkilerini,

kaotikbenlik.blogspot.com/2018/02/camusde-nietzsche-izleri.
kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2015/01/thomas-mann-ve-albert-camus'da nietzsche

ve Camus'nun Nietzsche'ye karşı duyduğu derin sevgiyi,  Defterler'den aldığım Torino gezisi notlarında paylaşmıştım:

kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2015/01/biz-nietzscheciler.html


 Biz Nietzsche'ciler, Camus'nun Defterler'inde yer alan bir bölüm başlığı.  Bu ay bu başlık altında Sanat ve yazın üzerine düşüncelerine yer verdim:

kaotikbenlik.blogspot.com/2018/08/Biz Nietzscheciler

Ayrıca, Walter Kaufman'ın yazısına ek ve Camus'nun Nietzscheciliğine örnek olarak Rene Char'la yazışmalarında birkaç kez sözü geçen, Char'a verilmiş Camus'ya ait bir Nietzsche fotoğrafından da söz etmek isterim.


 Yalnız ama mutlu olunabilir mi?:

kaotikbenlik.blogspot.com/2018/08/Yalnızlık



Yersiz yurtsuzluğumuza bir çare bulunabilir mi?

kaotikbenlik.blogspot.com/2018/08/ Ada - albert camus

(Burada bir parantez açıp Camus'nun Ada'sından  başka bir adaya sıçrayalım: Adaları Seven Adam, D.H. Lawrence'ın bu kısa öyküsü, "Adaları seven bir adam vardı" diye başlıyor.

kaotikbenlik.blogspot.com/2018/08/adalar seven adam

Lawrence'ın kahramanı tamamen kendine ait kıldığı bir yaşamı bir adada yaratma özlemiyle bir ada satın alır kendine. Edindiği ilk adanın masraflarıyla baş edemeyince yanına daha az uşak alarak yine tamamen kendine ait daha küçük bir adaya yerleşir. Bu adadaki yabanıl dinginlikte, kitaplar arasında çalışmasına koyulur; ama ikinci adada da onu bekleyen tehlike yanındaki çalışanlarından birinin kızıyla yakınlaşması olur. ("Cinselliğin kendiliğindenliğine yakalanmıştı aslında" / sf. 42) Adalımız üçüncü bir adaya yerleşir böylelikle. Giderek bir tür insanlardan kaçma hastalığına tutulur, öyle ki insana dair ne varsa tiksinti uyandırmaya başlar adalıda. Her adada biraz daha karadan uzaklaşır ama insandan kaçarken bu sefer de doğayla mücadelesi başlar.)





Hiçbir şey yapmadan umutsuzluğu kabul edecek miyiz? Dünyayla nasıl uzlaşacağız?

kaotikbenlik.blogspot.com/2018/08/Saçma







İlk Adam, yarım kalmış otobiyografik bir roman taslağı. Yoksul bir çocukluk,

kaotikbenlik.blogspot.com/2018/08/ yoksul cocukluk- albert camus

kaotikbenlik.blogspot.com/2018/08/ yoksulların belleği - albert camus

ve yıllar sonra mezarda yatan kendinden genç bir baba ile karşılaşma; Jacques Cormery, yirmi yaşında ölmüş bir babanın kırk yaşındaki oğludur:

kaotikbenlik.blogspot.com/2018/08/ ilk adam

Camus'nun belki de derinden hissettiği ilk saçma deneyimi.

***

Kalan sayfalarda Camus'nun Cinsellik,

kaotikbenlik.blogspot.com/2018/08/cinsel yasam - albert camus

 Günlük Tutmak,

kaotikbenlik.blogspot.com/2018/08/günlük tutmak - albert camus

Angaje Edebiyat  üzerine aldığı notlar yer alıyor:

kaotikbenlik.blogspot.com/2018/08/bağımlı edebiyat üzerine notlar


***

kaotikbenlik.blogspot.com/2018/08/volat-irreparabile-tempvs

Bu ay geniş bir yer ayırdığım ikinci isim Giacomo Leopardi (1798 - 1837)

Albert Camus


Yazı: 
Maurice Cranston


Albert Camus kırk altı yaşında öldüğü zaman acı haberin sarsıntısı içinde herkes, Camus’nün çalışmalarının yarıda kaldığını, vereceklerinin hepsini veremeden gittiğini düşündü. Ama kitaplarını yeniden okurken, artık yenilerinin gelmeyeceğini düşününce insan, adamakıllı bütünlenmiş, derlenip toplanmış, eksiksiz, bambaşka bir oeuvre izlenimi ediniyor. Defterlerinde- Camus, ölümün, “alınyazısına” dönüştürerek, yaşama da sevgiye de “bir biçim verdiği”nden söz eder; bir bakıma ölüm, Camus’nün yapıtlarına da daha önce görülemeyen bir biçim kazandırmıştır. Daha yaşadığı sıralarda, Camus'nün bilinen anlamda yalnızca bir ecrivain engage ya da bir “varoluşçu düşünür-romancı” olmadığı açıkça belliydi. (Camus, her zaman, bir varoluşçu olmadığını söylemiştir.) Onun istediği sanatçı olmaktı. Aynı zamanda bir aktöreciydi Camus — aktöreye uyan bir düşünür değil. Montaigne, Pascal, Rousseau geleneğinde bir aktöreci. Şimdi ister istemez yapıtlarını bir tüm olarak gördüğümüze göre, Camus’nün bu gelenekteki yerini de belirleyebiliriz artık.

Camus’nün defterlerinde kısa, önemli bir not daha var : “Klasik Fransız aktörecilerinin töresi (bir tek Corneille dışında) kötüleyici ve olumsuzdur. Oysa XX. Yüzyıl aktörecilerininki olumludur: yaşama biçimlerini gösterir.” Kuşkusuz bugün, bu yüzden aktörecinin yalnız bir yazar değil, aynı zamanda bir insan olduğunu, atalarımızdan daha iyi biliyoruz. Şiir şairden, felsefe düşünüründen ayrılabilir; oysa aktörecinin sesi kendini verir; onu en iyi tanıtan bir bakıma gene kendisidir. “Bir yaşama biçimi gösteren” kişi hakkında bilmek isteyeceğimiz ilk şey, o kişinin kendisinin nasıl yaşadığıdır.

Albert Camus için söylenecek ilk şey, başka hiçbir şeyinin değilse bile, yaşamının kötülüklere karşı şaşırtıcı bir utku gibi yükselmesidir. Hiçbir zaman güçlükler içinde yetişmiş, çok yoksul doğmuş, yaşamı süresince durmadan hastalanmış bir insan gibi görünmemiştir Camus. Tersine, iyi şeylere alışmış bir kimsenin güveni ve rahatlığıyla davranmıştır. Camus, yalnız mutluluğa inanmakla, kendi kuşağından Fransız aydınlarının artık ağızlarına almadıkları bir sözcüğü — le bonheur'ü — kullanma gözüpekliğini göstermekle kalmamış, gerçekten mutlu görünmüştür. 1964’de yayımlanan bir anılar kitabında, Paris-Soir'da çalışmakta olan bir yazar, 1940'da gazetenin Clermont-Ferrand’da saklandığı sıkıntılı aylarda, o sıralarda yazı işlerinde çalışan Camus’nün yayınevine her gelişinde "birden güneş ışığı parlar”' diye yazıyordu.


İşte bir anahtar sözcük daha : “le soleil”.(Güneş) Camus’ye göre güneşle mutluluk birbirinden ayrılamayan şeylerdi. Bir kez Camus bir konuşmacıya, “Kendime dönüp en köklü yanımı aradığımda bir mutluluk duygusuyla karşılaşıyorum,” demişti. “Yapıtlarımın özünde hiç sönmeyen bir güneş var.” 1957’de Nobel Armağanını aldığı zaman yaptığı konuşmada da, “içinde yetiştiğim güneşi, yaşama sevincini, özgürlüğü hiçbir zaman unutamam,” diyordu. Yaşamının en güç yılları Cezayir'de geçmişti; Camus’ye göre orada her şey ılık bir iklimde yumuşayarak biçim değiştirmiş gibiydi. Soğuk, karanlık Kuzey’de kötülüğe dayanamazdı insan; oysa Akdeniz güneşinde yalnız kötülüğe dayanmakla kalmaz, ondan Camus’nünki gibi stoacı bir bilgelik okulu bile yaratabilirdi.

Camus Yaşasaydı...



Bernard - Henri Levy / 14 Ağustos 1993

Camus yaşasaydı... 

80 yaşında olacaktı. Levi -Strauss’tan beş, Julien Green’den on, Ernst Jünger’den yirmi yaş genç. 4 Ocak 1960’daki korkunç araba kazasından sağ kurtulacak ve Bodard, Robles ya da Jules Roy ile ruhen aynı yaşta olacaktı.

Onu saçları ağarmış olarak düşlüyorum. Onurdan ve utkudan hafifçe palazlanmış. Ama aynı gür saçlarla. Aynı serserice bakışla. Yürüyüşünün heybetini vurgulayan düşünceli filozof cüssesiyle. Paradoksal biçimde onu gençleştiren kara - ayak aksanının dönüşü. Gönüllü olarak “antika” rolü oynasa da, zamanla, bir tür ulusal anıta dönüşme düşüncesinden - o, ki uzun süre çamur atılmış, küçük düşürülmüştü - nefret etmese de, eminim, dünya ve insanlara tutkusu el değmemişliğini koruyordu.

Bu hafta, örneğin. Bu gürültüsüz patırtısız 15 Ağustos haftasını, her yıl olduğu gibi Lourmarin’deki evinde geçirecekti ve ilke olarak, kendini Anılar’ına adaması gerekecekti. Birleşme ve sakıncaları üstüne “bir Alman dosta mektup” göndermek; Bosna’da “ateşkes”e çağrı yapmak için uygun aracı buldu. Marsilya’da, bir Albert Camus lisesini törenle açma önerisini reddetti. Biyografi Jean Lacouture’le uzun uzun görüştü, özellikle kadınlarla ilgili bölümler üzerinde durdu. Aşırı sağın dönüşüne karşı uyanık olma çağrısını imzalamayı reddetti -“ben asıllarını tanıdım! Müsveddelerinden mi sakınma mı istiyorsunuz?”; buna karşın, sevgili Cezayir’ini yasa boğan bir dizi cinayete dikkatini çekmeye gelen Oranlı entelektüellerden oluşan delegasyonu hararetle kabul etti - “içinizdeki Fransa’dır, öldürülen; Fransa, ben yaşadığım sürece sizi terk etmeyecek”.

Çünkü bu sorun onu açıkça altüst ediyor. Öyle çok görüntü birdenbire...öyle çok anı ve yüz... Ona gösterdikleri bu fotoğraflar takip edilen ya da öldürülen bu yazarlar - bunlar “onun” Cezayirlilerinin çocukları; bazıları torunları; ama bu hep aynı Öykü değil mi? Sürüp giden aynı dram? Güneşli yüzü her zaman vardı Cezayir’in. Evrenselle yakınlığı. Grekoromen Avrupa için hala gözlerinden yansıyan “Tipasa” kıyısı var. Ama cinleri de var. Korkutucu taşkınlıkları ki tatlı anılara dönüverir. Söylemekten çekiniyor biraz, çünkü yeniden alay edecekler onunla: “Camus ve sabit fikirleri! Camus ve saplantıları!” Ama onun için kozlar Fransızların boşalmasından bu yana oynandı ve o, kozmopolit tohumlardan vücuda geldi. Öyleyse özünde tutuculuk mu? Bu değişmeyenin takıntısı! Saflığın manyak tadı! Eh iyi, bu mani, “adalet” kisvesi altında, Cezayir topraklarını sözde yabancı gövdelerinden arındırdıkları zaman başladı.

Aynı hafta Le Point tarafından, günümüz dünyasını tehdit eden temel tehlike sorulduğunda şöyle yanıt verdi: Yeni tehlike, tutuculuktur. Oh, sadece dinsel tutuculuk değil. Daha güçlü bir nedenle Müslüman tutuculuğu da değil. Hayır. Genelde tutuculuk. Bu nitelikte bir saflık isteği. Robespierre’cileri, daha sonra komünistleri ve Nazileri silahlandıran. İran ya da Kamboçya ya da Yugoslavya’dan sonra Cezayir’de eyleme geçen. Çünkü bu başkaldırı gibi, saflık gibi. Kesinlikle başkaldırı gibi. Rimbaud’nun gözleriyle görüldüğünde müthiş. Onu ele geçiren Netchaievler ya da Saint -Justler olduğunda korkunç. Komünizm öldü, kuşkusuz. Ama Netchaiev yaşıyor - barbarlıkların değişmezi - politik anjelizmiyle.

Camus, komünizmin ölümünden sevinç duyuyor, dile getirilmese de böyle. Duvar’ın iyi zamanlarına ve “düzen”ine ağlayacak olan o değil. Ama, gerçekten bayraklar asmaması herkesi şaşırttı. Düşmanları, dostları gibi bir utku metni bekliyordu. Sartre ve diğer Jeansonlara, otuz yıl sonra, “Size söylemiştim” türünden bir taşı gediğine oturtma. Ama tıs yok. Buna karşılık şaşırtıcı olan yorumlarının ölçülü, melankolik tonu - orada da, Avrupa’nın olağandışı özgürlüğü için ödeyeceği bedeli tahmin eder gibi. “Tehlikenin ortaya çıktığı yerde kurtarıcı da ortaya çıkar.” der her zaman sevdiği Hölderlin’in bir dizesi. Zaman geçtikçe bu sözü dönüştürür: “Barışın geldiği yerde tehlikeler de ortaya çıkar.”

Ulusçuluk, örneğin. Ona çok güzel anlatıldı dönüşün, komünizm tarafından aşağılanmış, köksüzleştirilmiş halklar için kaçınılmaz olduğu: Onda şaha kalkan bir şey var - dünyanın eski vatandaşı, Gary Davis’in arkadaşı her şeyden elini eteğini çekmedi.

Popülizm. Onun da bildiği gibi popülizmin içinde o güzel “populus” (halk) sözcüğü var. Ya populus’un “izm”i? Halkın kültü, dini mi? 50’li yıllarda bildirdiği ve tüm tiranlıkların anası olarak gördüğü Tarih’in bu idolleştirmesi gerçekten yeğ midir?

Ve sonra ruhların düzensizliği. Toplumsal ahlakın çöküşü. Gevşeyen toplumsal bağlar, her yerde sallanıyor. Camus, her zaman ahlakı ahlakçılıktan ayırmayı savunmuştur. Ama şu paranın saltanatı! Devletin yüreğindeki çıkarcılık. Göz boyayıcılar tarafından doğallığı bozulmuş ideal sportif kendisi! Daha ne diyordu? Evet... futbol sahası, tiyatro sahnesiyle birlikte, masumiyet duygusuna kapıldığı tek yerdir dünyada...Eh iyi! Ne acı alay... Ne kadar uzak şimdi, Cezayir kentinde, Belcourt Mahallesi’nde centilmence maç saatleri.

Tapie diye biri onu görmeye gitti geçen gün. Ne istiyordu hakikaten? Kendini anlatmayı herhalde. Bir tür destek arama. Sonuçta antipatik değil çocukcağız. Serseri yanı onu rahatsız etmedi. Ve her şeyden önce bu haliyle ona verilen şöyle dedi (neredeyse kelimesi  kelimesine onun sözlerini aktardığını biliyor muydu?): “Karl Marx’tan değil, sokakta öğrendim ben yoksulluğun ne olduğunu.” Ama kendini savundu tabii bu sempatiden. Ve diğeri ona OM’nin (0lympique Marseille) onursal başkanlığını önerdiği zaman, nazikçe ama katılıkla onu savdı.

Camus, seksen yaşında. Ünlü kazadan beri pek felsefe yapmadı. Daha çok romanlar. Bir tiyatro. Sinema. Yeni tutkusu.  "Yabancı"nın uyarlanma hakkını kimseye bırakmayacaktı ya da daha kötüsü Jean Luc Godard tarafından. Casablanca'nın yeniden çevriminde Bogart'ın rolünü  üstlenecekti. Ama bu noktada, benzer bir bozgun karşısında, kimsenin karışıklıkları ve verilen sözleri tutmadığı bir dünyanın tükenişi karşısında, son bir kez daha felsefe yapma riskini göze alma zorunluluğuna ve seçme hakkına sahip olmadığını hissediyor. Hiç sahip olmayan birine anlam vermek mi? Dar zamanlar için bir politika, bir etik icat etmek mi? Şimdiden ilkbaharla eksikliğini duyacağımız kitabı duyuruyorlar: İlk insan mı, son insan mı? Başkaldıran İnsan'ın dönüşü?



Camus, bugün

Enis Batur



Albert Camus 1913'te doğmuş, 30’una varmadan "Yabancı'yı ve “Sisyphos Efsanesi”ni, 35’ine varmadan “Veba"yı, 40’ından önce “Başkaldıran Adam'ı yazmış. 44 yaşında Nobel ödülünü kazanmış, 46 yaşında bir araba kazasında ölmüş:

4 Ocak 1960.

Şanslı bir yazar: Yolunu çabuk bulmuş, yolunu genç yaşta açmış, bunu pek önemsememiş olsa bile üne, saygınlığa ve yaygınlığa kavuşmuş, yapıtının dünyanın dört bir yanında yankı topladığına, etki alanı kurduğuna tanık olmuş.

Şanssız bir yazar: Genç sayılacağı bir yaşta pisipisine ölmüş! daha da olgun yapıtlar vereceği bir döneminde (peşpeşe yayımladığı “Yaz” ve “Düşüş” bunun açık kanıtları) kalemi durmuş.

THOMAS MANN VE ALBERT CAMUS’NÜN NİETZSCHE ÜZERİNE GÖRÜŞLERİ


Nietzsche’nin öğretisi ve yirminci yüzyılın dehşet verici olayları arasındaki bağlantı, ne kıvırtarak ne de yüzeysel bir şekilde ele alınabilecek, oldukça karmaşık bir bağlantıdır. Bu konuyu en iyi ele alan girişimlerden ikisi, Thomas Mann ve Albert Camus’nündür.

Thomas Mann için Nietzsche “esasen Avrupa’ya ait olan her şeyi özetleyen, olağandışı bir kültürel bolluk ve karmaşıklığı barındıran bir kişilik”tir. Nietzsche, birçok yazar için olduğu gibi Mann’a göre de, her ne kadar görüşleri emperyalizm çağının ve hatta faşizm üzerindeki askeri zafere rağmen içinde “yaşamakta olduğumuz ve önümüzdeki uzun bir süre için yaşamayı sürdüreceğimiz” Batının Faşist döneminin habercisi olsa da, temelde politik-olmayan bir düşünürdür (Mann, “politikadan uzak ve saflık derecesinde tinsel” diye yazar Nietzsche için). Mann’a göre, Nietzsche Faşist değildir, ama yaklaşmakta olan tehdidi gören ve bu tehdidin içerdiği tehlikelerin farkında olan biridir. Ama yine de, Nietzsche’nin düşünme biçiminin temel eksikliğinin, (1930’lar ve 1940’larda Hitler ve Nazilerin yaptığı) Yahudi katliamı gibi bir kötülüğü önleyecek bir şeyler yapma gücünden yoksun bir “kahramanlık estetizmi” kurması olduğunu öne sürer. Mann, aynı zamanda, Nietzsche’yi “insan aklı tarihinin gördüğü en büyük ahlâk eleştirmeni ve psikologu” yapanın da kesinlikle bu “Dionysosca estetizm” olduğuna dikkat çeker. Nietzsche’nin önümüze koyduğu vaka ise, Mann’ın iddiasına göre, estetik dünya görüşü ile ahlâki dünya görüşü arasındaki çözülemez çatışmadır (Mann, bu ikincisini sosyalizmle bir tutar). Mann, uğruna Nietzsche gibi on dokuzuncu yüzyılın özgür ruhlarının burjuva ahlâkına karşı çıktığı estetizmin, son tahlilde, bizzat burjuvazi çağına ait olduğunu öne sürerek, düşüncelerini acı bir ahlâki notla sonuçlandırır. Savaşın dehşet verici sonuçlarının ardından artık kesin olan, der Mann, estetik yaşam görüşünü aşma ve ahlâki ve toplumsal bir yaşam görüşüne adım atma ihtiyacı duymakta oluşumuzdur; çünkü “estetik bir yaşam felsefesi temelde, çözmek zorunda olduğumuz sorunların üstesinden gelememektedir”.

Klasik çalışması The Rebel'de Albert Camus de buna benzer bir perspektif benimser. “Mutlak Onaylayım” başlıklı bölümde Camus, Nietzsche'nin çalışmasını kendine özgü bir yaşam mantığı, bir onaylama mantığı olarak yorumlar. Tıpkı de Sade’ın çalışması gibi, Nietzsche’nin çalışmasının meydan okuması da ahlâkın temelini yıkmaya dayanır. Bu düşünürler, düşünceyi, kelimenin tam anlamıyla, tüm cehennemlerin yok olduğu ve Tanrısız bir evrenin kapılarının açıldığı noktaya doğru iteklerler:

İnsan Tanrı'yı ahlâki yargıya boyun eğdirdiğinde, O'nu yüreğinde öldürmüş olur. Peki öyleyse, ahlâkın temeli nedir? Tanrı adalet uğruna yadsınır, tamam ama adalet düşüncesi. Tanrı düşüncesi olmadan anlaşılabilir mi? Böylece bir saçmalığa varmış olmuyor muyuz?

Camus’de Nietzsche İzleri

Camus’de Nietzsche İzleri

Roger Grenier


Düşünceleriyle artık bizi ikna edemez hale gelseler de yakın dostumuz olarak kalan yazarlar vardır. Nietzsche hem Camus için hem birçoğumuz için o yazarlardandır bence. 1932’de 19 yaşındayken Camus Cezayir’in başkenti Cezayir’de, Ecole normale superieure’e girmek için hazırlık sınıfındadır ve ilk metinlerini yazmaktadır. Intuitions (Sezgiler) adlı yapıtında bir roman kişisi Zerdüşt’e benzer, “bıkkınlık” sözcüğünü Zerdüşt’ten alıp kullanır. Aynı yıl, Sud’de yayımlanan “Müzik Üstüne Deneme” özellikle Tragedyanın Doğuşunun söz konusu edildiği, Apolloncu ve Dionysosçu estetik kavramları arasındaki karşıtlığın ele alındığı, biraz değiştirilip düzeltilmiş bir felsefe incelemesidir aslında. “Yunanlılar için güzellik kavramı acıdan doğdu” sözünü unutmaz Camus. Nietzsche’nin “inatçı iyimserliğinin altını çizer: “Yılgınlığa karşı bir tür bitmek bilmez mücadele bu, şimdiden böylesine tuhaf bu figürde bulduğumuz en cazip şey de bu.” Camus filozofun Wagner’i yadsıyıp Carmene övgüler düzmeye koyulduğunda yolunu şaşırdığını düşünse de, Akdeniz’in Nietzsche’yi büyülemiş olması onu etkileyecektir kaçınılmaz olarak. Tragedyanın Doğuşu, adı geçmese de, Camus’nün ilk romanı Mutlu Ölüm'de belirgin bir yer tutar. Zagreus adındaki bacakları kesik, tuhaf adam, Nietzsche’nin denemesinden kaynaklanmıştır. X. bölümde filozof “çocukken Titanlar tarafından parçalandığı, böyle uzuvları kesilip dağılmış olarak, Zagreus adıyla kutlu sayıldığı çok güzel efsanelerde anlatılan” tanrı Dionysos’tan dem vurur. Romandaki “yarım insan” Zagreus, Patrice Mersault onu öldürmeye geldiği sırada, Baltasar Graciân’ın L'Homme de cour adlı kitabını okumaktadır. Nietzsche’nin Schopenhauer’in bir çevirisinde keşfettiği ve özel bir hayranlık beslediği bir yapıttır bu.

Hele hele Mutlu ölümün kahramanı Mersault -önemli olan tek şeyin “mutluluk istemi” olduğunu sanır o- büsbütün Nietzscheye özgü bir roman kişisidir. Ayrıntılarına varıncaya kadar. Tıpkı 1937 Eylül'ünde Camus’nün yaptığı gibi, Mersault kente tepeden bakan yolda yürür, Nietzsche’nin sevdiği o yolda. Ve “güzel kokularla ve ışıklarla dolu koca denizin uzun bir kabarışla üzerine doğru yükselmesine” boyun eğer.

Camus Mutlu Olüm’ü hiç yayımlamayacaktır. Yabancıyı yazar. Mersault yerini Meursault'ya bırakır, Nietzsche de saçma kavramına. Ama Sisifos Söyleni Nietzsche’den alıntılarla doludur, hatta alıntıların alıntılarıyla. Nietzsche'nin Kierkegaard hakkında, Peder Galiani hakkında söylediklerini buluruz bu yapıtta. Camus sonsuzluğu reddederken Zerdüşt’ün yalvarışını benimser: “Yeryüzüne bağlı kalın, ve inanmayın size dünyaötesi umutlardan söz açanlara!” Bir Alman Dosta Mektuplardaki dördüncü mektupta yeniden şöyle yazacaktır: “Yeryüzüne bağlı kalmak için adaleti seçtim.”

Camus’nün Nietzsche konusunda benimsediği tavır daha da evrim geçirecektir. 1943’te, Nazilerin Nietzsche’yi kullanması karşısında, Defterlerinde şöyle der: “Sokrates’i ve Hıristiyanlığı şiddetli argümanlarla eleştirmek Nietzsche’ye gerekli görünür. İşte bu yüzden, tam tersine, bugün Sokrates’i ya da en azından Sokrates’in temsil ettiği şeyi savunmamız da gereklidir çünkü yaşadığımız dönem, onların yerme, her türden kültürün yadsınması demek olan değerleri koymak tehdidinde bulunuyor ve Nietzsche burada istemeyeceği bir zafer kazanma tehlikesine düşüyor.” Hiçbir şeyi dışlamamalıdır. “Ve en sonunda, tıpkı Pascal’in deneyiminin Darwin’inkine, Kallikles’inkinin Pîaton’unkine eklendiği gibi, Nietzsche'nin deneyimi bizimkine eklendiğinde insanlığın sicilini onarır ve bizi vatanımıza kavuşturur.”

Başkaldıran İnsan'ın izlediği yolda Nietzsche soyutlanamazdı, zaten böyle bir niyet de söz konusu değildi. Ne yazık ki Nietzsche’ye ayrılan bölümün Güç İsteminin bir yorumu olması istenmiştir. Söz konusu yapıtın hiç varolmadığını, Elisabeth Förster-Nietzsche tarafından gerçekleştirilmiş, belli bir amaca yönelik bir montaj olduğunu biliyoruz bugün. Yine de, Camus, filozofun, Tanrının ölümünü saptadıktan sonra, inançsızlığını bir yönteme nasıl dönüştürdüğünü ve bunun onu nasıl da acılı bir çilekeşliğe götürdüğünü çok iyi görür. Nazilerin boş yere kendi saflarına katmak istediği kişiye hakkını verir: 

“Nietzsche’ye ve nasyonal sosyalizme gelinceye kadar, olağandışı bir ruhun soyluluğunun ve çektiği büyük acıların aydınlattığı bütün bir düşüncenin, dünyanın gözleri önünde yalanların geçit töreniyle ve toplama kamplarında korkunç bir biçimde üst üste yığılmış cesetlerle örneklendiği görülmemişti”

Camus’nün yapıtlarının dönemecinde Nietzsche'ye rastlarız hep. Bir insanın kendini suçladığı, aynı zamanda da insan türüyle hesaplaştığı tek sesli diyalog Düşüş'ün hangi yapıtı örnek aldığı açıkça söylenmiştir: Dostoyevski'nin Yeraltından Notlar'ı. Camus, yeri gelmişken, Nietzsche’nin Yeraltından Notları okurken Dostoyevski'yi keşfettiğini belirtmekten kaçınmaz. Entelektüel gelişimi sırasında, yapıtları için “bir zafer ortamı içinde güç, sevgi ve ölüm” tasarlayan Nietzscheci genç, bir ölçülülük felsefesine ulaşır. Ama yıldırım çarpmış dehaya karşı hep bir yakınlık besleyecektir, “Dionysos adı, sadece, deliliği sırasında Ariadne’ye yazdığı aşk mektuplarını ölümsüzleştirmiş” olsa da.


ilgili okumalar:

Camus x Sartre

"Başkaldırı ne sistem ne de nedenlere dair bir protestodur; Başkaldırının kapsamı sınırlıdır ve yalnızca bir ifadedir. Devrim net bir fikirden doğar..., başkaldırı ise bireysel tecrübeden düşünceye giden harekettir." 
 (Camus)


Albert Camus'nun siyasi hayatı ve çalışmalarının çoğu siyasi şiddete karşı eleştirel bir söylem içermektedir. Savaşın ardından siyasi şiddete karşıtlığı daha da gün yüzüne çıkar ve Başkaldıran İnsan kitabında doruk noktasına varır. Sartre ile ilişkilerinin kesilmesinin ardından idam cezasına karşı güçlü bir deneme yazmıştır ve Cezayir Savaşı'nın başında her iki tarafında sivil halklara uyguladığı şiddete karşı mücadele etmiştir. Diğer taraftan Sartre, şiddeti gerçekliğin bir simgesi olarak ele almıştır. Camus, şiddetin kurbanları üzerinde bıraktığı yaralar ve olumsuz ahlaki etkileri için endişelenirken, Sartre şiddetin bütün yolların önü kesildiğinde bu yolu seçenler, özellikle de baskının kurbanları üzerindeki olumlu siyasi ve psikolojik etkileri üzerine yoğunlaşmıştır.(Yarının iyi toplumu için bugün her şey caizdir ve sonuç sınıfsız bir toplumdur, buna götüren her şey iyidir.)  Bu açıdan şiddet, hem Sartre hem de Camus'nun siyaseti ve bakış açısında merkezi bir yer almıştır; biri onu içsel olarak kucaklamış, diğeriyse karşı koymuştur. İşgal altındaki Fransa'da ayrıcalıklı çocuk, kirli ellerinden hiçbir rahatsızlık duymazken, Cezayirli Pied Noir, mücadeleye temiz ellerle katılmak ve savaşın içinden yine temiz ellerle çıkmak konusunda kararlıdır.
...


Marksizm=cinayet.

 Bu adımla, artık Camus'nun hedefi belirlenmişti.
Siyasi şiddeti reddeden Camus " Marksizmi mutlak bir felsefe olarak kabullenmenin cinayeti meşrulaştırmaktan daha aşağı kalır bir tarafı olmadığında ısrar ediyordu. "Marksçı bakış açısında" diye yazıyordu, "milyonlarca adamın mutluluğunun bedeli oldukları sürece, yüz binlerce cesedin hiçbir önemi yoktur." Buna kendi çelişkilerini de ekliyordu:
"Ya tarihte bir mantık var ve Marksist gerçekçilik ile şiddet meşru, ya da tarihten bağımsız ahlaki değerler var ve Marksizm haksız."


Devrimin bir destekçisi olarak, yol açtığı hasarı görmezden gelerek, Sartre baskı görenin ateşli ve uzlaşmaz bir savunucusuna dönüşmüştür. Tam da bu nokta da Sartre'nın yolu Camus' nunkiyle keskin bir zıtlık gösterir. Camus, tüm enerjisini şiddete karşı yazmaya, özellikle de devrimci şiddete karşı yazmaya adarken, Sartre giderek şiddeti, özellikle de devrimci şiddeti kucaklamıştır.


"Bir anti-Komünist bir köpektir. bundan başka bir şey düşünemiyorum ve düşünmeyeceğim de...On yıllık düşünmenin ardından, kırılma noktasına geldim; yeter artık. Kilise terminolojisinde bu benim dinden dönüşümdür."
(Sartre)








Camus, başkaldırıdan zaman içinde gücünü arttıran ve korkunç bir nihilizme dönüşen, Tanrı'yı yıkan ve yerine insanı koyan, gücü giderek daha da acımasız bir şekilde kullanan bir eylem olarak bahseder. Kökeni metafizik başkaldırı olan tarihi başkaldırı, dünyaya hükmetmek yoluyla absürdlüğü ortadan kaldırmayı hedefleyen devrimlere yol açar.Cinayeti temel araçları haline getirirler. Camus için Komünizm bu Batılı hastalığın çağdaş bir ifadesi idi.

"Başkaldıran insan" kitabı kötü niyetin, absürdlük içinde yaşamanın örgütlü ve felakete yol açan reddinin bir tarihidir. Camus'nun kitabının tonu, üslubu ve içeriği yarım yüzyılı çarpıcı bir netlikte anlatırken, Eric Fromm ve Norman O. Brown gibi psikanaliz kökenli sosyal teorisyenlerin sosyal davranışlar ve hareketleri açıklamakta Freudcu düşünceye başvurmaları gibi, Camus'de absurd fikirlere başvuruyordu.


İlk yayınlanışından bugüne dek Başkaldıran İnsan'ı  pek çok okuyucusu kendilerini başkaldırının absurd bir evreni düzene sokmaya çalışan boş çabasını yansıtan bir aynayla yüz yüze bulmuştur.
Sartre insanların bir şekilde absurdlüğün (saçmalığın) üstesinden gelinebileceğini düşünür ama Camus absürdlüğün tüm insani deneyimlerin merkezinde yer aldığı konusunda kararlıdır.
Kitabın kalıcı gücü de burada yatmaktadır; çıkış noktalarını, tasarılarını, zayıf noktalarını, yanılsamalarını ve sonraki kuşaklara ulaşma arzusunu inceleyişinde. Geleneksel din gücünü yitirdikçe, genç insanlar da her şeyin mümkün olduğu duygusu ile yetişmeye başlamıştır. Modern laiklik aklı nihilizme sürüklemektedir çünkü Camus'nun tek kurtarıcı anlayış olarak değerlendirdiği olgudan yoksundur:

"Hayat absurdtur ve hatta başkaldırmak zorunda olsak bile hiçbir şey düzen yaratamaz ve ölümün çarpıcılığını ortadan kaldıramaz."
 

 Her şeyden önce Camus'nun kitabının hedef kitlesi kimdi?  Cinayeti meşrulaştıranlara karşı yazıyordu, Komünizmin suç ortaklarına, onu dünyaya yaymaya çalışanlara karşı. Ve Sartre da komünist olduğunu beyan etmiş olduğuna göre, o ve dergisi de bu grubun içinde yer alıyordu.




 ...


Camus x Sartre

Camus’ da dünya vardır, dünyanın güzelliği, dünyaya karşı duyulan şükran vardır. Duygusal eğilimlerinden ileri gelir bu. Sartre verili olana karşı hınç duymanın çok büyük bir düşünürüdür. Her şeyi değiştirmek gereklidir, insanlık durumuna varıncaya kadar her şeyi. Bulantı dünyaya karşı bir tiksinti ilişkisini anlatır. Buna karşılık Camus dünyaya yönelik şükran duygusunun düşünürüdür. Bu temel fark siyasal tartışmaları sırasında yeniden belirir ve bize söyleyecek çok şey içerir hala.

Camus’nun siyasal düşüncesini en güzel özetleyen cümle Nobel ödülünü aldığı zaman Stockholm’da yaptığı bir konuşmadaki sözüdür: “Dünyanın bozulup dağılmasını engellemek.” Bütün radikalliği tersine çeviren bir program, umut ilkesinden sorumluluk ilkesine gerekli bir geçiş.



Sartre ile Albert Camus’nun varoluş karşısındaki, hatta babayla ilişkili olarak duruşları kıyaslanabilir. Radikal özgürlüğün filozofu Sartre, genç öldüğü için babasına müteşekkirdir çünkü adam oğlu hakkında proje yapacak zamanı bulamamıştır: ana babaların projeleri olunca çocukların kaderi çizilir. Sartre edebiyatla, ailesinin ona dayattığı şu yazınsal nevrozla ilişkisini kesmek ister. Tam tersine Camus’nun içinde yatan duygu, ana-baba sevgisidir, otobiyografik yapıtı ölmüşler için bir tür sunak haline getirir o.


Alain Fınkıelkraut



Sartre: İkinci dünya savaşı sırasında çok temkinlidir, savaştan sonraysa işbirlikçilere karşı sert tepki gösterir.



Camus: Önce Ne Kurbanlar Ne Cellatlar ile, ardından da Başkaldıran insan ile hem liberal hem mutlak özgürlük yanlısı bir solculuğu temsil etmiş, Stalinci totalitarizmle gizlice bir uzlaşmaya gitmemiştir.



Sartre: Frantz Fanon’un denemesi için yazdığı bir önsözde, mazlumun şiddetini savunur.



Camus: Terörizme karşı uyarıda bulunmaktan geri kalmaz.



Sartre: Francis Jeanson’la birlikte Cezayir’deki Ulusal Kurtuluş cephesi’ne ve onun terörizm yanlısı tutumuna koşulsuz destek verir.



Camus: Cezayir’de doğmuş bir Fransız olarak kinlerden arınmayı ve görüşler yoluyla varılacak bir çözümü salık verir.



Sartre: Cezayir savaşı sonrasında general de Gaulle’ün iktidara gelişine Sartre öfkesini belirtir.



Camus: Bu konuda susmayı yeğler.





Sibirya’daki kamplar ve dolayısıyla Sovyet rejiminin niteliği konusunda;

Camus: Tavrı açık seçiktir. Sovyet rejimini kesin olarak kınar; Kominform’a bağlı kalmış bir komünist partiyle yapılacak her türlü işbirliğine karşı çıkar. 1951’ de Başkaldıran İnsan ‘ı yayımlar.

Sartre: Tavrı önceleri kesin değildir. Burjuvaziye ve Amerika’ya karşı düşmanlığı tercihlerine yön verir. Devrim onun için demokrasiden önce gelmektedir. Antikomünizmin her biçimine karşı çıkar.

Sartre: Antikonformizm gereği Nobel’i reddeder.


Camus: Nobel’i alır.

Sartre: Entelektüelin yerleşik, kurulu iktidarlara karşı başkaldırışını temsil eder.


Camus:  Demokratik bir sosyalizm için mücadele eder.


Camus: İktidardakilerden uzak durur.


Sartre: Sartre’da iktidardakilerde uzak durur ama Kruşçef, Mao, Fidel Castro söz konusu olunca iş değişir.



Camus:  Başkaldıran İnsan kitabında Kafka’nın çok güzel ifade etmiş olduğu bir fikri işlemiştir: “Devrim sel gibidir. Yayıldıkça kirlenir.”

SAÇMA VE SANAT



Camus'nun Estetik konusundaki ilk görüşüne Sisyphe Efsanesinde rastlıyoruz. Bu denemede sanat, saçmanın içeriğine sokulur ve sanatçı «kişilerin en saçması» olarak tanımlanır. Saçmacı görüşün başlıca niteliklerinden birinin, dünyayı akıl açısından tanımlamanın boşluğunu kabul etmek olduğunu görmüştük. Saçma insan aşımdan koparılmış, dolaysız yaşantı dünyasına bağlanmıştır. Camus’ye göre sanatçının üzerinde çalışması gereken dünya bu özellik dünyasıdır. Sanatının malzeme kaynağı burasıdır. Böylece sanatçının görüşü ve eylemi, ana biçimlerinde, saçma olayına yönelir. Sanatçının, saçmalığın bir örneği olma bakımından Don Juan’dan hiç farkı yoktur. Bir yandan da Camus sanatı saçmadan bir kaçış olarak romantikleştirmek istemez. Sanatı, daha çok saçma insanın karşılaştığı tanıtların kendine göre bilinçli ya da bilinçsiz olarak kabulü sayar. Sanat yapıtı aşım özlemi ile aşım olanaksızlığının çatıştığı bir yerdedir: «aşma, saçma tutkuların ileri atıldığı ve akıl yürütmenin durduğu noktada başlar» (Sisyphe Efsanesi) Sanat, Camus’ye göre saçmanın imgesel olarak onaylanmasıdır.




Saçma onaylaması, bu şekilde yaşandıktan sonra, ister istemez birtakım vazgeçme yollarına sapar. Akıl, dünyada mantıksal bir kalıp bulamayacağını öğrenmiş, gerçekliğe bu yolla yaklaşmaktan vazgeçmiş ve imgesel değişimin olanaklarını bulmuştur. Sanat yapıtı saçmanın tanınması ile zorunlulaşan bir kaçış eylemidir. Camus, sanat yapıtının, aklın içinde bulunduğu dünyadan yeterli bir anlam çıkaramaması sonucu olduğunu söyler. Sanat yapıtı, biraz sonra göreceğimiz gibi, yaşantının imge alanında yeniden yaratılmasına varma tutkusu ve bunun yalnızca bir örneğini çıkartmaktan daha ileriye gitme çabasıdır.

Camus'nun Defterleri (Susan Sontag)

Albert Camus, çağdaş yazın'ın ideal kocası.

Çağdaş bir yazar olduğundan Camus de çılgınların konuları arasında dolaşmak zorunda kaldı: İntihar, duygusuzluk, suçluluk, mutlak şiddet. Ama bunu öyle bir akılcılık, çabasızlık, sevimli bir kişiliksizlik havası içinde yaptı ki öbürlerinden apayrı bir konum edindi. Yaygın nihilizm önermelerinden yola çıkarak -salt kendi dingin sesinin ve dingin tonunun gücüne dayanarak- okuru hiç de bu önermelerin getirmediği insancıl ve insansever sonuçlara götürdü. Nihilizm uçurumunu böyle mantığa ters düşecek biçimde atlatmalarını sağlaması, okurlarda Camus'ye karşı şükran uyandıran yeteneğidir onun. Camus, tüm bir okumuşlar kuşağının gözünde sürekli tinsel devrim durumunda yaşayan bir kahraman durumuna gelmiş bir yazardır. Camus, işte bu nedenle okurlarında gerçek şefkat duyguları uyandırabilmiştir. Kafka acıma ve dehşet, Joyce hayranlık, Proust ve Gide saygınlık uyandırırlar; ama Camus dışında, düşünebildiğim hiçbir modern yazar, sevgi uyandırmamıştır. 1960'taki ölümü, tüm yazın dünyasında kişisel bir kayıp olarak yaşandı. 

Camus'nun yaşamı ve yapıtları, ahlak hakkında olmaktan çok, ahlaki tutumların pathos'u üzerinedir. Bu pathos Camus'nun modernliğidir. Onun bu pathos'a onurla ve yiğitçe katlanma yetisi, okurların onu sevmelerine ve ona hayran olmalarına yol açan şey oldu.



Defterler Üzerine:


Camus'nun defterlerinde çeşitli şeyler birarada bulunur. Bunlar yazın alıştırması defterleri, yazıları için kullandıkları taş ocaklarıdır; sözcük öbekleri, kulağına çalınan konuşma parçaları, öyküleri için fikirler, bazen da daha sonra romanlara ve denemelere katılan paragraflar ilk kez buraya not edilmiştir. Defterler'de oldukça sınırlı alanda çok çeşitli okuma notları (Spengler, Rönesans tarihi vb.) Başkaldıran İnsan'a giren çok geniş çaplı okuma buraya kesinlikle kaydedilmemiştir - ayrıca ruhbilimsel ve ahlaksal konular üzerine birçok özlü söz ve düşünce vardır. Bu düşüncelerden bazılarında, büyük bir gözüpeklik ve incelik görünür. Okumaya değerdir bu düşünceler; ayrıca yaygın Camus imgelerinden birini yok etmeye yarayabilir - bu imgeye göre Camus, Raymond Aron gibi biridir: Alman felsefesinin çıldırttığı ve Anglo Sakson deneyciliğini ve sağduyusunu Akdeniz erdemi adı altında, gecikmiş olarak benimsemiş biri... Defterler, hiç değilse bu birinci cilt, evcilleştirilmiş sevimli bir Nietzschecilik atmosferi yayar. Genç Camus, bir Fransız Nietzsche'si gibi yazmaktadır; Nietzsche'nin vahşi olduğu yerde melankolik, Nietzsche'nin öfkeli olduğu yerde çileci, Nietzsche'nin mani derecesinde kişisel ve öznel olduğu yerde kişiliksiz ve nesnel bir tonda yazar. Son olarak da Defterler, belirgin bir biçimde kişiliksizlik özelliği taşıyan yorumlarla -daha doğru tanımla bildiriler ve kararlarla- doludur.

Camus'nun Defterler'ini en iyi anlatan nitelik belki de kişiliksizliktir; öylesine özyaşamöyküsü karşıtı şeylerdir bunlar. Defterler'i okurken, Camus'nun (pek çok yazarın tersine) yalnızca iç yaşam anlamında değil, dış yaşam anlamında da çok ilginç bir yaşam sürmüş olduğunu anımsamak zordur. Defterler'de yaşamıyla ilgili hemen hemen hiçbir şey kaydedilmemiştir. Çok yakından bağlı olduğu ailesiyle ilgili hiçbir şey yoktur. Bu dönemde geçen şu olaylardan da hiç söz edilmez: Theatre de L Equipe'teki çalışmalarından, birinci ve ikinci evliliklerinden, Komünist Parti üyeliğinden, sol kanat Cezayir gazetesindeki yayıncılık mesleğinden.

Bir yazarın günlükleri, elbette günce ölçütlerine göre değerlendirilmemelidir. Bir yazarın defterlerinin çok özel bir işlevi vardır: Onlarda yazar, yazarlık kimliğini parça parça kurarak oluşturur. Yazarların defterleri tipik olarak, sitemle ilgili önermelerle doludur: yazma istemi, sevme istemi, aşkı inkar etme istemi, yaşamı sürdürme istemi. Günlük, yazarın kendi gözünde kahraman olduğu yerdir. Yazar, günlüğünde algılayan, acı çeken, mücadele eden bir varlık olarak bulunur. Camus'nun Defterler'indeki tüm kişisel yorumların kişiliksiz bir nitelik taşıması, yaşamındaki olayları ve insanları tümüyle dışarda bırakması bu yüzdendir. Camus, yazdıklarında kendisinden yalnızlık içinde bir insan olarak söz eder - yalnız bir okur, bir dikizci, güneşe ve denize tapan biri, dünyada bir gezgin. Bu tutumuyla tam bir yazardır o. Yalnızlık, modern yazarların bilincinin vazgeçilmez eğretilemesidir; yalnızca Pavese gibi kendilerini duygusal uyumsuz ilan eden yazarların değil, Camus gibi insanlara karışmayı seven ve toplumsal açıdan sorumlu yazarların bile.   



Sisyphos'un Kayası

Babamın eski, tozlu kitaplığındaki hiçbir kitap yasak değildi. Ama gene de çocukluğumda hiç kimsenin oradan bir kitap aldığını görmedim. Çoğu - kapsamlı bir uygarlık tarihi, batı edebiyatına ait cilt cilt büyük eserler ve şimdi hatırlayamadığım diğerleri- zamanla aşağıya doğru bel veren raflara kaynamış gibi görünen kalın ciltli, kocaman kitaplardı. Ama en üst rafta ara sıra gözümün takıldığı ince bir kitap vardı. Sanki devler ülkesindeki Gulliver gibi yerine yabancı dururdu. Şimdi düşününce o kitaba göz atmak için neden o kadar bekledim, bilmiyorum. Belki de yıllar içinde, kitaplar okunmak için yapılmış nesneler değil de, uzaktan bakılan aile yadigarı eşyalar gibi görünmeye başlamıştı. Sonunda o saygı yerini bir yeniyetme düşüncesizliğine bıraktı. Kitaba uzandım, tozlarını silkeledim ve birinci sayfayı açtım. İlk satırlar, en hafifinden ürkütücüydü:

  "Gerçekten felsefi olan yalnızca bir sorun vardır, o da intihardır." diye başlıyordu metin, irkildim. "Dünyanın üç boyutu olup olmadığı veya zihinde dokuz kategori mi yoksa on iki kategorimi olduğu daha sonra gelir." diye sürüyordu. 

Metne göre böylesi sorular insanlığın oynadığı oyunun bir parçasıydı, ama ancak o tek gerçek konu yerli yerine oturtulduktan sonra üzerlerinde düşünülmeyi hak ediyorlardı. Kitap Sisyphos Söyleni idi. Cezayir doğumlu, Nobel Edebiyat Ödülü nü kazanmış bir düşünür olan Albert Camus tarafından yazılmıştı. Bir an sonra bu buz gibi sözler kavrayışın sıcaklığı altında eridi. Tabii, öyle ya, diye düşündüm, isterseniz çıkmaz ayın son çarşambasına kadar şu konu üzerinde düşünüp bu konuyu analiz edebilirsiniz, ama asıl soru, düşüncelerinizin veya analizlerinizin sizi hayatın yaşanmaya değer olduğuna ikna edip edememesidir. Her şeyin gelip dayandığı nokta budur. Geri kalan her şey ayrıntıdır.

Camus'nün kitabıyla şans eseri karşılaşmam, kolayca etki altında kaldığım bir döneme rastlamış olmalı, çünkü onun bu sözleri okuduğum her şeyden daha çok aklımda kaldı. Zaman zaman, karşılaştığım, adlarını duyduğum, televizyonda gördüğüm çeşitli insanlar bu en temel soruyu nasıl cevaplardı diye düşünürdüm. Geriye baktığımda, aslında, kitaptaki bilimsel ilerlemeye ilişkin ikinci iddianın benim için özellikle önemli olduğunu fark ediyorum. Camus, evrenin yapısının anlaşılmasının değerli olduğunu kabul ediyordu, ama anlayabildiğim kadarıyla, bu kavrayışın, hayatın yaşamaya değer olup olmadığı konusundaki değerlendirmemizi değiştirebileceği olasılığını reddediyordu. Tabii benim ilk gençliğimde varoluşçu felsefe okumam, Bart Simpson'ın romantik dönem şiirleri okuması gibiydi, ama yine de Camus'nün vardığı sonuç bana pek doğru gelmemişti. Tutkulu bir fizikçi adayı olarak bana göre, hayatı bilgiye dayanarak değerlendirebilmek için önce hayatın yaşandığı alanı, yani evreni tam olarak anlamak gerekirdi. Türümüz eğer yer altındaki kayalara oyulmuş mağaralarda yaşasaydı ve daha yerkürenin yüzeyini, parlak güneş ışığını, okyanus rüzgarlarını ve uzaklardaki yıldızları keşfetmemiş olsaydı veya evrim farklı bir yol izlemiş olsaydı da dokunma duyumuz dışında hiçbir duyumuz gelişmemiş olsaydı, bildiğimiz her şey sadece çevremizdeki şeylere dokunarak öğrendiklerimizle sınırlı olsaydı veya zihinsel gelişimimiz çocukluğun ilk evrelerinde durmuş olsaydı da duygusal ve analitik yeteneklerimiz beş yaşındaki bir çocuğunki kadar olsaydı, kısaca deneyimlerimiz bize gerçekliğin çok eksik bir portresini sunsaydı hayatı değerlendirme biçimimiz tamamen farklı olurdu, diye düşündüğümü hatırlıyorum. Sonunda yeryüzüne çıktığımızda veya görmeye, işitmeye, tat ve koku almaya başladığımızda veya zihnimiz normaldeki gibi geliştiğinde hayata ve evrene topluluk olarak bakışımız mecburen kökten değişirdi. Çünkü gerçekliğe ilişkin önceki sınırlı kavrayışımız, bütün felsefi soruların en temeline çok farklı bir ışık tutmuş olurdu. 

Ama, ne var yani, diye sorabilirsiniz. Tabii ki aklı başında her değerlendirme, evren hakkında her şeyi -maddenin nasıl davrandığını veya hayatın nasıl işlediğini- anlamasak bile, doğanın tuvalini süsleyen betimleyici, geniş fırça darbelerinin sırrına ortak olduğumuz sonucuna varacaktır. Tabii ki Camus'nün ima ettiği gibi, fizikteki gelişmeler, örneğin uzay boyutlarının sayısının anlaşılması veya nörofizyolojideki gelişmeler, örneğin beynin düzeninin ve yapısının anlaşılması hatta diğer bütün bilimsel alanlardaki gelişmeler önemli ayrıntıları ortaya çıkarabilir, ama bütün bunların hayatı ve gerçekliği değerlendirişimiz üzerindeki etkisi en alt düzeyde olacaktır. Tabii ki gerçeklik, biz neyin gerçeklik olduğunu düşünüyorsak odur; gerçeklik bize kendini deneyimlerimiz yoluyla gösterir.

Gerçekliğe bu bakış, bir çoğumuz tarafından sorgulanmadan da olsa şu ya da bu ölçüde benimsenir. Benim kendimi günlük hayatta bu şekilde düşünürken bulduğum kesin; doğanın doğrudan duyularımıza gösterdiği yüzünün insanı kandırması kolaydır. Ama Camus'nün metniyle ilk karşılaşmamdan bu yana geçen yıllar içinde modern bilimin çok farklı bir öykü anlattığını öğrendim. Geçtiğimiz yüzyılda yapılan bilimsel araştırmalardan çıkan ana ders, insan deneyimlerinin, gerçekliğin gerçek doğasına ulaşma yolunda genelde yanıltıcı bir rehber olduğudur. Günlük hayatın yüzeyinin hemen altında hiç bilmediğimiz bir dünya var. Gizemli olaylara ve büyüye inananlar, astroloji düşkünleri, deneyimlerin ötesinde bir gerçeklikten bahseden dinsel ilkeleri benimseyenler, çok farklı perspektiflerden de olsa çoktan benzer bir sonuca ulaşmıştır. Ama benim aklımdaki bu değil. Ben, kozmik soğanı katman katman soyarak, her katmanda bir gizemi açığa çıkaran ve hem şaşırtıcı, tanıdık olmayan, heyecan verici, zarif ve hem de kimsenin beklediği gibi olmayan bir evreni ortaya çıkaran yaratıcı yenilikçilerin ve yorulmak bilmez araştırmacıların çalışmalarından söz ediyorum.

Bu ilerlemeler sadece birer ayrıntıdır. Fizikteki yeni buluşlar evreni kavrayışımızda köklü değişiklikler yapmamıza neden olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Yıllar önce olduğu gibi şimdi de Camus'nün, nihai soru olarak hayatın değerini seçmekte haklı olduğunu düşünüyorum; ama modern fiziğin kazandırdıkları, beni, hayatı günlük deneyimlerin merceğinden bakarak değerlendirmenin, bir Van Gogh tablosuna boş bir gazoz şişesinin dibinden bakmaktan farkı olmadığına ikna etti. Modernbilim, en temel algılarımız yoluyla elde ettiğimiz kanıtlara saldırı ardından saldırı gerçekleştirerek, bunların çoğunlukla yaşadığımız dünyaya ilişkin bulanık bir tahayyüle yol açtığını gösterdi. Bu nedenle Camus fizikle ilgili soruları ikincil olarak nitelediyse de, ben o soruların birincil olduğuna ikna oldum. Bana göre, fiziksel gerçeklik hem sahneyi belirliyor hem de Camus'nün sorusuyla baş etmek için gerekli ışıklandırmayı sağlıyor. Varoluşu modern fiziğin bize kazandırdıklarını benimsemeden değerlendirmeye çalışmak, karanlıkta bilinmeyen bir rakiple güreşmek gibi olurdu. Fiziksel gerçekliğin gerçek doğasını kavrayışımızı derinleştirerek, kendimize ilişkin algımızı ve evren hakkındaki deneyimlerimizi baştan düzenleyebiliriz.

Brian Greene
"Evrenin Dokusu"
sf. 3- 6

***

Absürd Ölüm




Ocak 1960 Pazartesi, ikiyi çeyrek geçe, Villeblevin yakınlarında, bisikletli bir köylüyü bir Facel-Vega solladı. Daha sonra adamın da açıklayacağı gibi baş döndürücü bir hızla geçip gitmişti araba. Köylü birkaç yüz metre sonra korkunç bir patlama duydu: arka tekerleklerden birinin lastiği patlamıştı. Arabanın sağa, sola kaydığını, bir çınar ağacına çarptığını, ardından da bir İkincisine çarparak iki parçaya ayrılmış bir vaziyette durduğunu gördü. Tarlada üç kişi yatıyordu: iki baygın kadın ve kendinden geçmiş bir adam: arabanın sürücüsü, dört gün sonra ölecek olan Michel Gallimard.



Cesare Pavese'nin Sonu Olmayan İntiharı

Cesare Pavese'nin Sonu Olmayan İntiharı

 9 Eylül 1908 – 27 Ağustos 1950


 Albert Camus'nün ve Karl jaspers'in, meşhur metinlerinde, intihara dair yazdıklarına göndermede bulunmak isterim. Albert Camus'nün konuyla ilgili çarpıcı değerlendirmeleri şunlardır:

"Gerçekten de ciddi olan bir tek felsefi sorun bulunmaktadır:
O da intihardır. Hayatın yaşanmaya değer olup olmadığı hakkında
yargıda bulunmak, felsefenin en temel sorusunu yanıtlamak
demektir." 

Camus şöyle devam eder:

 "İnsanın kendini öldürmesi,
bir anlamda ve tıpkı melodramda olduğu gibi, itiraf etmek demektir:
Kişinin, hayatın kendisini aştığını ya da hayatı anlamadığını
itiraf etmesidir.

Bunlar, insani açıdan taşıdıkları radikal ve simgesel anlamları yitirmemiş olan ve acıklı intihar olayıyla, intiharın bilinmezlikleri ve giziyle karşılaştığımızda her birimizde yeniden
filizlenen değerlendirmelerdir.

Karl Jaspers'in felsefi deneyimlerinden de ziyade, olağanüstü psikopatolojik deneyimlerinden kaynaklanan düşünümleri, ölüme dair istemli arayışın varoluşsal temellerini görür gibi olmamızı
sağlamaktadır.

"İntihar dramında doğrudan doğruya rol almış kişi, bir şekilde
insaniyet becerisi kazanmışsa ve ruhun meselelerini açıkça anlamaya
biraz meyilliyse, bir şeyi kabul etmenin gerektiğini düşünecektir:
O da bu tür bir olayı açıklayacak tek bir neden olamayacağıdır.
En nihayetinde intihar daima bir sır olarak kalacaktır." 

Ardından da daha da kati bir netlikle şöyle demektedir: 

"Görünen o ki, en kolay ve rahat yol, bunu, akıl hastalığı varsayımına dayandırmaktır.
Zira intihar eden her kişiyi akıl hastası şeklinde tanımlayacak
kadar ileri gidilmiştir. Böylelikle intiharın nedeniyle ilgili sorun
sona erdirilmiştir. İntihar sorunu çabucak çözülüp normal dünyanın
dışına atılıverilmiştir. Ancak hal aslen böyle değildir." 


KAPSAM


Psikopatolojik bir yaşam biçiminden doğan insani bir deneyim mahiyetindeki intihar ve bu mahiyette olmayan intihar, Karl Jaspers'in dediği gibi, her halükarda nüfuz edilmez bir sır damgası taşır:

İntihar arayışında bulunmuş, ardından da istemli ölümü gerçekleştirmiş kişinin içselliğinin uçurumlarına yanaşıldığı ölçüde, bu sırrı bir nebze aydınlatmak mümkündür.

Bu içeriksel ufuktan hareketle, Cesare Pavese'nin mektup, günce ve şiirlerine atıfta bulunarak, yaşadığı deneyimlerde, kaygı ve önsezilerinde intihar fikirlerinin (intihar ile ilgili hayallerinin ve
buna eşlik eden itkilerinin) ne şekilde biçimlendiğine eğilmek isterim. Bu amaçla, fırtınalı ergenlik döneminden başlayarak, içeriksel ifadeleri dönüşümlü süreçler sergilemekle birlikte, duygulanımsal
kökenleri bakımından aslen süreklilik arzederek yayılım gösteren intihar fikirlerinin tamamen somutlaştığı yetişkinlik dönemine dek uzanacağız.

Kronik (diya-kronik) intihar durumu ifadesinden, ergenlikten başlayarak intiharın gerçekleştirildiği zamana dek uzanan istemli ölüm özlemini anlayabiliriz. Söz konusu olan, daha ergenlikten
beri intiharın büyülü ve kontrolsüz albenisine kapılmış ve içsel hayatlarının fırtınalı girdaplarına ve eli kulağında yıkımına inmiş kaderlerdir. (Bu; sadece Cesare Pavese, Karoline von Günderrode
ve Heinrich von Kleist için değil, Paul Celan, Gerard Nerval, Antonia Pozzi ve Georg Trakl için de geçerlidir.) İntihar, gerçekleştirilmiş intihar kadar denenmiş ama başarısızlığa uğramış
intihar da, karşımıza, her defasında, sırlı ve elden kaçıcı şifreleriyle çıkar: Bu şifreler; hiçbir zaman ya da hemen hemen hiçbir zaman, insani eylemlerin, özellikle de nihai ve geri dönüşsüz meydan okumaların mührünü taşıyan insani eylemlerin: İstemli ölümün elle tutulmaz girdaplarının öznelliğine, içselliğine ve dile gelmezliğine yabancı kalan geometrik istatistiksel şemaların tektipleşmiş ve birimselleşmiş haliyle çözülmez. Öte yandan, sonu olmayan bir arayış
içinde, kadın ve erkek hastaların içselliğinin gizli anlamlarını çözmekle ilgilenen hermeneutik psikiyatrinin, psikanalitik (Freudcu ve Jungcu) ve fenomenolojik psikiyatrinin varoluş nedenlerini
belirleyen bilişsel patikalar da bunlardır.

Elbette ki, kronik intihar durumunun klinik ve psikopatolojik kategorisi tek yönlü değildir: Bu durumun kökenleri, zaman zaman, belki de Antonia Pozzi'de olduğu gibi, elden kaçıcı ve dur
durak bilmez gelgitleri bulunan depresif halde yatabilir. Ama bu kökenler, Margherita'da olduğu gibi, kaygı ve kendine yönelik öngörülmez saldırganlık kasırgaları içeren psikotik dissosiyasyonun
dalgalı sularında da yatabilir. Ancak bu kökenler, Pavese'de olduğu gibi, her halükarda psikotik bir yön taşımayan, sorunlu ve karmaşık kişiliklerde de yatabilir.

Her kronik intihar durumunun, bu duruma dahil edilebilecek her klinik gerçekliğin ortak noktası, önceden de demiş olduğum üzere, zamanda süreklilik gösteren öz yıkım meylidir. Bu meyil,
ergenlikten (ortak kaynakları olan ergenlikten) başlar ve intihar eylemi halini alacağı gençliğe ya da yetişkinlik dönemine dek dur durak demeden, tedavilere, uygun farmakolojik ve psikolojik tedavilere
bile direnir ve duygulanımsal hayattaki manidar olayların ışığında dahi dönüşüme uğramayarak yayılır.


Saçma Ölüm


Ağaca çarpıp parçalandığı anda bile soruyor, kendisini sorguluyordu hala. O anın gürültüsü içerisinde bir yanıt bulmuş olduğuna inanmıyorum. Bu yanıtların hiç bir zaman bulunabileceğine inanmıyorum. İnandığım yalnızca onları aramak için sürekli ve ara vermeksizin insana özgü saçma içeren bir ölümlü gerekliliği. Hiç bir zaman aynı dönemde böylesi ölümlüler çok sayıda olmadı. Ama her zaman, bir yerlerde, en azından birisi var ve bu hepimizi kurtarmak için yeterli.

William Faulkner



4 Ocak 1960 Pazartesi, ikiyi çeyrek geçe sularında, Weiler Villeblevin yakınlarında, Sens· Paris sokağında, bisikletli bir köylüyü bir Facel Vega solladı. Daha sonra adamın da açıklayacağı gibi baş döndürücü bir hızla geçip gitmişti araba. Köylü birkaç yüz metre sonra korkunç bir patlama duydu:
arka tekerleklerden birinin lastiği patlamıştı. Arabanın sağa, sola kaydığını, bir çınar ağacına çarptığını, ardından da bir ikincisine çarparak iki parçaya ayrılmış bir vaziyette durduğunu gördü. Tarlada üç kişi yatıyordu: ilki baygın kadın ve kendinden geçmiş bir adam: arabanın sürücü,
dört gün sonra ölecek olan Michel Gallimard. Arabanın enkazı arasında bir de dördüncü yolcu bulunuyordu. Hemen ölmüştü. «Sakin, adeta şaşkın bir yüz», «hafif dışarı fırlamış gözler», çenesinde biraz kan, arka koltukların arasında yatıyordu. Kim olduğunu anlamak üzere cepleri arandığında ilk bulunan kullanılmamış bir tren dönüş bileti oldu. Ardından da bir kimlik: Albert Camus, yazar, 7
Kasım 1913 de Mondovi'de doğdu, Departement Constantine.

Aynı sırada Madam Francine Camus, 1957 Nobel edebiyat ödülü sahibinin karısı, sakin sakin Paris'teki evini kocasının dönüşü için hazırlamakla meşguldü. Dönüş bir sonraki gün için saptanmıştı. Birkaç saat önce kocasının öngörülenden erken, arabayla Lourmarin'den Paris'e, evine
dönmeye karar verdiğinden habersizdi.

Rastlansal olarak  seçilmiş bir köyde, hazırlıksız bir ölümü bekleme. Vaucluse ilinde sakin bir gömme töreni. Ve tüm dünyada, her ağızda tek bir söz: zamansız, haksız, ama her şeyden önce saçma (absurd) bir ölüm.

*
Morvan Lebesque'nin
Albert Camus kitabından


*
ilgili okuma:


*

İNTİHAR


Ben, nihilizmimin en karanlık derinliklerinde bile yalnızca nihilizmi aşmanın yollarını aradım.


Kendimde en temelli olan şeyin ne olduğunu aradığım zaman bunun bir mutluluk tatmak isteği olduğunu gördüm. Benim yazılarımın kökünde yok edilemeyen bir güneş ışığı vardır.


Eğer hayata karşı işlenmiş bir günah varsa o da öteki dünyadaki umuda bu dünyadaki umutsuzluktan daha çok bağlanmaktır; bu durum insanı bulunduğu yerin ve şimdinin zorunlu güzelliklerinden alıkoyar. 


Ben bu rüzgarım, bu rüzgarın altında duran bu sütunlarım ve kemerim. Bu ısı veren döşeme taşlarıyım ve yıkılmış kenti çevreleyen solgun dağlarım. 


Ölüm karşısında duyduğum tiksinti yaşam kıskançlığından geliyor.


"Saçma ona razı olmadığımız ölçüde anlamlıdır."

Camus başkaldırmaya başlangıçtan karar vermiştir, onun için intiharı yadsıyacaktır. Camus'nun intiharı yadsıması, onun hayat özlemi, saçma ile bir dereceye kadar yapılmış bir uzlaşmadır. 

Hayatın saçmalığına varmak bir son değil, sadece bir başlangıç olabilir.


 İntihar olsa olsa genel bir geçerlikten uzak özel bir cevaptır! İntihar saçmayı yok etmek için başvurulan bir yol olsa bile bir çürütme yolu hiçbir zaman olamaz. Camus, Düğünler'de önce çekinerek ortaya attığı yaşamın anlamı olmadığı yargısı ile yaşamaya değmediği kararı arasında bir ayrılık gözetilmesi gerektiğini düşünür. Varlıkta bir anlam aramaya çalışan eylemin karşısında hayatın sadece saçma olabileceğini söylemenin — Camus’nün mantık anlamında -— elbette bir gücü vardır. İntihar saçmaya boyun eğmektir, saçmanın onaylanmasıdır, ama bu davranış başlangıçta saçmayı doğuran şaşırmış durumdaki dayanma ve karşı koyma gücü ile uzlaşamaz. Bu demektir ki intihar saçma ile bir çatışma olabilir, ama saçmanın çözümü olamaz. Sonra intihar saçmayı ortadan kaldırmak şöyle dursun onu uygular ve yoğunlaştırır. Ölüm önce de gördüğümüz gibi saçmanın yönlerinden biridir. İntihar ise isteyerek atılan bir adım ve ölümün önceden görülmesidir. Oysa saçmanın insanda yarattığı başkaldırma kısmen ölüm olayına karşı bir başkaldırmadır. Bu çeşit bir başkaldırma insanı intihar yoluyla bile bile kendini ölüme atması şeklindeki başkaldırma ile uzlaşamaz. ölüme mahkûm -bir insanın doğal duygusu hayatı daha yoğun olarak yaşamak istemek olur. Ve bilinmeyen bir suç için metafizik olarak mahkûm edilmiş bir insanın kendi felâketini hazırlaması mantıksal değildir. Camus, intihar eden bir insanla ölüme mahkûm bir insanın durumları tastamam birbirinin tersidir, derken herhalde bunu söylemek istiyor.


*
John Cruıckshank
Albert Camus ve
Baskaldırma Edebiyatı

Mektup (Rene Char'dan Albert Camus'ya)


Rene Char'dan Albert Camus'ya

Paris
23 Ağustos 1952


Sevgili Albert, 

Birkaç günlüğüne gittiğim Eure'den dönüşte aldım mektubunuzu. Orada, Paris'in gözümüzde canlandırdığı ve bize arkadaşlarımızdan yalnızca kırıntılar veren o sahte parıltılardan. arkadaşlarımıza beceriksiz yüreğimizin hafifletemediği ya da en azından daha katlanılalabilir kılamadığı “bir ağırlık" kazandıran parıltılardan uzakta sizi düşündüm... İnsan ininin yalnızlığına çekilip pek yardımcı olamadığı can dostlarını düşününce kendinden öyle hoşnutsuz oluyor ki - “dinsel anlam'da söylemiyorum bunu, gizli meyve bahçesinin ellerimize, gözlerimize bölüştürülmüş ve canına yandığım atalarımızın tek değerli kalıtı olan kaynaklarıyla zaman zaman.




Size sesiz bir mektup yazmak isterdim, hani Nietzsche'nin sözünü ettiği Parmenides levhası gibi, bir tek onun gibiler uygun olanla doludur. Olmasın bir gıdım dil... Sanırım, Albert, birkaç yıldır birlikte enikonu ilerledik... Tabanlarımız bir sürü gereksiz sözcüğü ezdi geçti. Bakın şöyle bir. Duygularla havai fişekler attığımız da yok. En içten sevgilerimi yolluyorum size. Francine, çocuklar hep aklımda.

Görüşmek üzere

Rene Char


Kulübe Güncesi: Heidegger Yunanistan'da




1955 yılında, Heidegger'in Münih'teki Teknik  konuşmasında tanıştığı ve o zamandan beri arkadaş olduğu Erhart Kastner'le bir Yunanistan yolculuğu planlanmıştı. Son anda, gemi ve tren biletleri alındıktan sonra, Heidegger gelemeyeceğini bildirdi. Beş yıl sonra yine aynı oyun. Beraberce haritalara eğilmiş ve bir yolculuk rotası belirlemişlerdi ki, Heidegger yine kaçtı.

 'Yunanistan'ı görmeden, onun hakkında bir şeyler düşünmekle yetiniyorum. Şimdi içsel bakışımın önünde duran, şeyi, uygun bir söyleyişle tutmayı düşünmeliyim. Bunun için gereken toparlanmayı bana en iyi evim sağlıyor (21.2.1960, BwHK, 43). 

 İki yıl sonra, 1962 başlarında, Martin Heidegger nihayet "hayal eşiğini" (Erhart Kastner) aşmaya ve yolculuğa çıkmaya hazırdır. Bu yolculuğun KONAKLAMALAR başlığını verdiği kayıtlarını yetmişinci doğum günü için eşine adar. Venedik'te yağmurlu ve soğuk bir gün, gemiye binmeden önce, Heidegger'i yine kuşkular basar, kaçmış tanrılar için düşünülenler, sakın kurgulama olmasın, düşünce yolunun yanlış yol olduğunu göstermesin (A, 3). Heidegger çok şeyin risk altında olduğunun farkındadır. Yunanistan da onu artık sadece tarihin ölü bir nesnesi ve yabancı  taşımacılığının yağmaladığı Venedik gibi mi karşılayacaktır? İkinci gece yolculuğundan sonra sabah erken saatlerde Korfu adası, eski Kefalonya görünür. Phaiakların ülkesi burası mı şimdi? Heidegger güvertede bir kez daha Odissea'nın VI. bölümünü okur ve hiçbir örtüşme bulamaz. Tahmin edilenler ortaya çıkmaz. Her şey daha çok İtalyan coğrafyasına benzemektedir. Odysseus'un memleketi lthaka da Heidegger'i etkilemez. Heidegger başlangıçtaki Yunanlılığı aramanın, Yunanistan'ı keşfetmek için doğru yol olduğundan kuşkulanır; bu arayış, dolaysız deneyimi berbat etmez mi (A, 5)?

Gemi güneşli bir ilkbahar sabahı, Olimpiya'dan bir otobüs yolculuğu uzaktaki bir sahilin önüne demir atar. Süssüz bir köy, yol kenarlarında Amerikan turist otellerinin yarısı tamamlanmış inşaatları dizilidir. Heidegger kendini en kötüsüne hazırlar. Onun Yunanistan'ından geriye, sadece kendi tasavvurunun keyfiyeti mi kalacaktır (A, B)? Olimpiya yıkıntılarında sabahleyin bülbül sesleri, biçilip etrafa saçılmış sütun tamburları hala taşıyıcı yüksekliklerini korumaktadır. Bu dünya yine de yavaş yavaş Heidegger'in içine nüfuz eder.  Öğle vakti ağaçların altında çimlerde dinlenirler, büyük bir sessizlik. Şimdi varışın başarılabileceğini fark eder: Pan'ın saati hafiften seziliyor. Bir sonraki durak, Mikonos civarları. Burası, kutlama oyunlarına davet eden koca bir stadyum gibi görünür (A, 12). Bir tepede, eski bir Zeus 
 tapınağının üç sütunu durmaktadır:

manzaranın genişliğinde, gözle görülmeyen bir lirin üç teli gibi ve belki de bunların üzerinde rüzgarlar, ölümlülerin duyamadığı ağıtlarını -tanrıların kaçışının yankılarını çalmakta (A, 12).