FERİT EDGÜ

Yirmi yaşımdayken
ya Sartre gibi olurum
ya da hiçbir şey, diyordum. 

Şimdi kırkımdayım.
Sartre gibi olamadım.
Kendim gibi oldum.
Sartre'a olan hayranlığım değilse de 
saygım sürüyor.
Ama bugün, yeteneklerimin sınırlarını biliyorum.
Gün geçtikçe, daha da 
kendim gibi olmaya çalışıyorum.
(45./ Ders Notları)


***

Beni yazmaya iten okuma oldu. Okumaya itense yalnızlık, mutsuzluk. Yalnızlığın en korkuncu çocuk yalnızlığı, çocuk mutsuzluğu.

Yaşadığım dünyadan kaçmak, kurtulmak istiyordum. Böylece, nasıl oldu bilmiyorum, yavaş yavaş, kendi kendime okuma yazma ve hesap (dört işlem!) öğrendim. Okula gitmeden okuyor, yazıyor ve hesap yapabiliyordum. Hiçbir şey anlamadan, eve gelen gazeteyi (yanılmıyorsam TAN) okuyordum. Savaş yıllarıydı. Savaş haberlerini okuyordum. Babam okumaya meraklı olduğumu görünce kitap almam için para verdi, ama beni bir kitapçıya götürüp kitap seçmedi. Onu da kendim yaptım. Bu uzun ve acıklı bir öyküdür. Bir şansım oldu, hiç kötü kitap, yani piyasa romanları okumadım. Hemen hemen hiç. Kuşkusuz, rastlantıların da yardımı oldu. Hangi rastlantının sonucu geçti elime 12-13 yaşındayken Tolstoy'un Basübadelmevt başlıklı çevirisi. Sonra Dostoyevski, Gorki? Bilmiyorum.
Niçin hep Ruslar? Onu da bilmiyorum. Ama ortaokul son sınıfa geldiğimde artık yazmak istiyordum; Ama yazdıklarımı beğenmiyor, yok ediyordum. (Tıpkı bugünkü gibi!) Tabii, ilk "denemelerim" herkesinki gibi şiirdi. Ama mutlu bir rastlantı sonucu, lise birinci sınıftayken bir kitapla tanıştım: Şahmerdan. Küçük yeğenime yaş günü armağanı olarak Şahmeran masalını aldığımı sanıyordum. Armağanı vermeden önce bir okuyayım dedim ve... adına edebiyat denilen o tutkulu dünyanın kapısı önümde açılıverdi. Bunlar ne mene öykülerdi? Hiçbir olağanüstülük yoktu. Süslü cümleler yoktu. Bana öyle geldi ki bunları herkes yazabilirdi. Ben bile. Kimdi bu Sait Faik? Başka kitapları var mıydı? Kitabın sonunda yer alan Varlık Yayınlarından satın almak için, iki gün sonra Ankara Caddesindeki Varlık Yayınlarında, Yaşar Nabi'nin karşısındayım. (Yayınevinden aldığınız kitaplarda yüzde yirmi beş indirim vardı.) O gün aldığım kitaplar hangileriydi, tam olarak anımsamıyorum.
Orhan Velinin, Cahit Sıtkı'nın şiirleri, Sait Faik'in başka kitapları, bir de Panait İstrati olmalı. (Kuşkusuz, Yaşar Nabi Bey, kitap seçiminde bu yeni yetmeye yardım etmiş olmalı.) işte böyle başladı serüven. Sonrası çok çabuk geldi. Biraz fazla çabuk.

...

Sait Faik, o sıralar, bir takım kurma peşindeki Attila İlhan'la tanıştırdı beni. Çok kısa zamanda çok yakın iki dost olduk. Onun kitaplığından çok yararlandım. Neruda'nın, Eluard'ın, Aragon'un şiirleriyle tanıştım. Attila İlhanın bana bir yararı daha oldu: beni öyküye yönlendirdi. Ama tüm bunlardan önce, Taksim'deki, Fransızcamı ilerletmek için gittiğim Fransız Kültürde, tüm yaşamım boyunca dostum olacak, o günlerde benim gibi geleceğin yazar adayı Demir Özlü'yle tanışmıştım. Kabataş'ta okuyordu ve Necatigil gibi bir edebiyat öğretmeni vardı. Tanrım ne günler!
Beyoğlu, Baylan, Pano, Augiri... Yavaş yavaş değil, birdenbire kendimi bohem sanatçı yaşamının içinde buldum. 16 ya da 17 yaşındaydım. Ve aşağı yukarı aynı yaştaki yazar şair adayları, kaçınılmaz olarak birbirleriyle tanışmak zorundaydı. Onat Kutlar, Adnan Özyalçıner, Orhan Duru, Tahsin Yücel (o hepsinden önce), sonra Ankaralılar, Ahmet Oktay, Yılmaz Gruda, Özdemir Nutku...
 Bu arada, ortaokuldan arkadaşım Adnan Tayiz (o da şiir yazıyordu), "Gel, seni unutamayacağın biriyle tanıştıracağım. Amerika'dan yeni döndü. Bu cumartesi bizi bekliyor” dedi.
Beni bekleyen Vedat Günyol'du. Her şeyi merak eden ben, Yeni Ufuklarda yazmaya başladıktan sonra, kendimi çiçeği burnunda da olsa, bir yazar olarak görmeye başladım.

İşin garibi, çevremdekiler de.

(bkz: 50'ler - Ferit Edgü)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder