HADRIANUS'UN ANILARI'NIN YAZILMASI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER



G. F'ye

Bu kitabın tüm olarak, kısım kısım, ya da çeşitli biçimlerde ilk yazılışı 1924 ile 1929 yıllarına, benim yirmi ila yirmi beş yaşlarıma rastlar. O zaman yazdıklarımın tümünü yok ettim.


Flaubert'in mektuplarında cildin sayfalarını karıştırırken, 1927 yılına doğru çok okuyup altını birçok kez çizmiş olduğum beğendiğim bir cümle yeniden karşıma çıktı: 

«Tarihte, İsa'nın henüz ortaya çıkmadığı, tanrıların varlıklarının sona erdiği, Cicero'yla Marcus Aurelius dönemleri arasında, insanın tek başına direndiği benzersiz bir an vardır.» 





Hayatımın büyük bir bölümü, öbür varlıklarla sıkı bağlar içinde bulunduğu halde tek başına var olabilen bu insanı tanımlayıp resmini çizmekle geçecekti artık.


Kitaba ilişkin çalışmalarıma 1934 yılında yeniden başladım; uzun süren araştırmalardan sonra yapıtın, bana son biçimini almış gibi görünen son on beş sayfası tamamlanmıştı. Tasarı, daha
sonra, 1934 ve 1937 yılları arasında, birkaç kez daha ele alınmak suretiyle bir yana bırakıldı.


Uzun bir süre, yapıtı, o dönemin tüm seslerinin duyulabileceği bir dizi konuşmayla biçimlendirmeyi düşündüm. Ancak ne yaparsam yapayım,  ayrıntılar gereksiz önem kazanıyordu; bölümler tümün dengesini bozacak gibiydi. Hadrianus'un sesi öbür sesler arasında boğuluyordu. İnsanın görüp algıladığı dünyayı yeniden canlandırma çabasında başarılı olamıyordum.


1934'teki yazılışından yalnız tek cümle kaldı: "Ölümümün yandan görünüşünü kavramaya başlıyorum." Resmedeceği manzarayı seçtiği halde sehpasını durmadan bir sağa bir sola çeviren ressam gibi, sonunda, kitaba hangi noktadan başlayacağımı bulmuştum işte.


Tarih içinde sabitleşmiş, kaydedilmiş, bilinen bir yaşam kesiti alalım; öyle bir yaşam kesiti alalım ki, tek bir bakışta tüm süreci algılanabilsin; daha da önemlisi, bu kesit içinde öyle bir nokta, öyle bir an yakalayalım ki, bu hayatı yaşamış olan insan, hayatını ölçüp biçip incelemiş, yaşamı hakkında yargı yetisine ulaşabilmiş olsun. Öyle ki, biz bu yaşama bakarken hangi açı içinde bulunuyorsak, o da kendi yaşamı karşısında aynı açı içinde bulunsun.


Villa Adriana'da geçirdiğim o sabah vakitlerini anımsıyorum; Olympeion'un çevresindeki kahvelerde geçirdiğim sayısız akşamları; sonra Yunan denizlerine yaptığım yolculuklar; Küçük Asya yolları. Anılarımdan tam anlamıyla yararlanabilmek için, ilk önce, benden İkinci Yüzyıl'a kadar uzaklaşması gerekiyordu tüm bunların.





Zamanla başa çıkmak kolay mı?: On sekiz gün, on sekiz ay, on sekiz yıl; ya da on sekiz yüzyıl. Louvre'daki Mondragona Antinous'nün başı gibi heykellerin hareketsiz yaşamlarını sürdürmeleri, geçmiş bir zamanda, ölmüş olan bir zamanda yaşamalarından kaynaklanıyor. Zaman sorunu insan nesilleri biçiminde çözümlendi: Buruşuk elleriyle, birbirlerine bir zincir biçiminde kenetlenmiş yirmi beş kadar yaşlı adam, Hadrianus'la aramızda kırılmaz bir bağ kurmak için yeterli olabilirdi.


1937 yılında A.B.D.'ye ilk gidişimde, bu kitap için, Yale kitaplıklarında bazı şeyler okudum; doktora gidişini ve bedensel idmanlardan vazgeçişini anlatan bölümleri yazdım. Sonradan üzerinden geçtiğim bu bölümleri yapıta katmış bulunuyorum.


Bu iş için çok gençtim. İnsanın kırk yaşını aşmadıkça yazmaya kalkışmaması gereken kitaplar vardır. Önceden, insandan insana, yüzyıldan yüzyıla gelişen insanlık aleminin sonsuz çeşitliliğini bölen doğal sınırları anlamamak tehlikesi vardır; ya da insanla insan arasında yükselen gümrük kapıları ve gözcü kulübelerini gerektiğinden çok önemseme tehlikesi. İmparatorla aramdaki uzaklığı ölçmek yıllarımı aldı. Paris'teki birkaç gün dışında, 1937-39 yılları arasında çalışmalarıma
son verdim.



T.E. Lawrence'ın bazı sözlerinden, Küçük Asya'daki yollarının bir kaç Hadrianus'unkilerle kesişmiş olduğunu çıkardım. Ancak Hadrianus'un gerisinde kalan topraklar çöl değil, Atina tepeleriydi. Bu iki adam hakkındaki düşüncelerimi geliştirdikçe; yaşamını ve her şeyden önce kendisini reddeden Lawrence'ın serüveni bende, Hadrianus aracılığıyla, her deneyimi kabul etmek, ya da birini kabul ederken öbürünü reddetmeyi öngören görüşü anlatmak isteğini yarattı. Birinin çileciliğiyle öbürünün hazcılığının yer yer kesiştiğini bilmem ayrıca söylemeye gerek var mı?









1939 yılı Ekim'inde notların ve yazmaların büyük bir bölümü Avrupa'da kaldı. A. B. D.'ne giderken, Yale Kitaplığı'nda okuduklarımın özetlerini ve yıllarca yanımda taşımış olduğum Trayan'ın öldüğü zamana ilişkin Roma İmparatorluğu'nun haritasını beraberimde götürmeyi ihmal etmedim yine de. 1926 yılında Floransa Arkeoloji Müzesi'nden almış olduğum Antinous'un o ciddi
ve hoş profilini de götürdüm yanımda.



1939'dan 1948'e kadar tasarı, bütünüyle bir yana bırakıldı. Zaman zaman gerçekleşmesi olanaksız bir şey düşünür gibi, cesaretsizlik ve umursamazlıkla aklıma getiriyordum tasarıyı. Sık sık, böyle zor bir işe kalkıştığımdan ötürü utanç duyuyordum.



Kendimi tembelliğe kaptırdığım kederli anlarda, teselli bulmak için Hartford'un güzel müzesine gidiyordum: Genç bir ikindi vaktinin mavi göğünde, altın sarısı ve kahverengiye çalan Parthenon'u gösteren, Canaletto'nun Roma tablosunu seyrediyordum; her seferinde rahatlamış ve huzur bulmuş olarak ayrılıyordum müzeden.





1941 yılına doğru New York'ta resim malzemeleri satan bir dükkanda şans eseri dört Piranesi gravürü buldum; G... ile birlikte satın aldık. İçlerinden bir tanesi daha önceden hiç görmemiş olduğum Hadrianus'un villa'sının görüntüsü Canopus tapınağının içiydi; sonradan.  On yedinci yüzyılda, Mısır stilindeki Antinous ve yanındaki rahibelerin bazalt heykelleri Vatikan'a taşınmışlardı. Ön kısımdaki,  patlamış bir kafatasına benzeyen yuvarlak yapının üzerinden saç tellerini andıran yıkılmış ağaçlar, çalılar sallanıyordu, belli belirsiz. Piranesi'nin dehası gerçekten de bir hayal öğesi oluşturuyordu yapıda. Uzun zamandan beri süregelen yas ayinlerini ve bir iç dünyanın trajik mimarisini kavramış olduğu anlaşılıyordu. Eski girişimimden bütün bütüne vazgeçtiğimi zannettiğimden olacak birkaç yıl boyunca hemen hemen her gün baktım bu çizime. Kayıtsızlığın işte böyle garip sapmaları olur bazen.



1947 baharında bazı kağıtları düzene sokarken. Yale'de almış olduğum notları yaktım; artık yararsız olduklarını sanıyordum.



Ancak tüm bunlara karşın, 1943'lerde, savaş yıllarında yazmış olduğum ve Roger Caillosis'nın Buenos Aires'te, Les Lettres Françaises dergisinde yayınladığı Yunan Mitolojisi hakkındaki makalemde, Hadrianus'a ilişkin birtakım şeyler yazdım. Sonra 1945 yılında, ciddi bir hastalığın başlangıcından hemen önce yazmış olduğum, « Canticle of the Soul ana its True Freedom» adlı
bitirmediğim bir denemede, Unutkanlık Irmağının akıntısında. 
Antinous'un boğulmuş görüntüsüyle karşılaştım yeniden.



Burada söylediğim her şeyin, söylemediklerimin dışında kaldığı unutulmamalıdır. Bu notlar sadece bir boşluğu doldurma 
amacı güdüyor. Örneğin o güç yıllarda yaptıklarıma, düşündüklerime, çalışmalarıma, üzüntü ve endişelerime, hatta sevinçlerime ilişkin herhangi bir şey yok burada. Dış olayların büyük tepkisine, insanın kendisini gerçeğin biley taşında bilemesine de yer verilmemiştir. Hastalık deneyimlerimi ve beraberinde getirdiği daha derin izler bırakmış olan öbür deneyimleri de geçiyorum; sevginin varlığı, ya da sevgi için giriştiğim arayışları deşmek istemiyorum.



Boş verin. Süreklilikteki o kesinti, o dönemde pek çok kişinin benden daha trajik ve daha kesin olarak yaşadığı deneyimler, - (aslında herkesin kendine göre yaşamış olduğu birtakım deneyimler) - belki de beni Hadrianus'tan ayıran uzaklığa köprü kurmaya, daha da önemlisi, beni gerçek kişiliğimden ayıran uzaklığı kapatmaya zorladı.



İnsanın ard düşünceye kapılmadan, kendine pay çıkarmaya çalışmadan yaptığı her şey sonunda değer kazanır. O yıllarda, zamanımı, tanımadığım bir ülkede antik çağın yazılarını okumakla geçirdim, kırmızı ya da yeşil kapaklı Loeb-Heinemann yayınlarının ciltleri benim için birer ülke olmuştu. Bir insanın düşünce biçimini yeniden oluşturmanın en iyi yolu, onun kitaplığını yeniden kurmaktır.



Farkında bile olmadan Tibur'daki kitap raflarını düzenlemeye başlamıştım çalışırken. Bundan böyle, hasta adamın buruşuk ellerinde tuttuğu el yazmalarını hayal etmekten başka bir
şey kalmıyordu yapılacak.



On dokuzuncu yüzyıl arkeologlarının dıştan yaptıkları -bir araya getirme- işlemini içten yapmak .



1948 yılının aralık ayında, savaş yıllarında İsviçre"de bırakmış olduğum, içinde aileme ilişkin kağıtlar ve on yıllık mektuplar bulunan sandığım elime geçti. Ateşin karşısına oturarak, bir ölümün ardından demirbaş dizelgesi çıkarır gibi elimdeki yığını karıştırıp bir şeyler bulmaya çalıştım. Desteleri bir bir açıp unutmuş olduğum insanların, ya da beni unutmuş olan insanların yazdıklarını son satırına kadar tüketinceye dek gözden geçirerek tek başıma kaldım birkaç gece. Bazı sayfaların tarihleri bir önceki nesle aitti; isimlerini bile anımsamadığım insanlar vardı aralarında. Uzun zamandır gözden yitirdiğim bir Marie, bir François, bir Paul'le birlikte geride bıraktıkları ölü düşünceleri, kağıtların katlarını açıp bir biri ardına ateşe fırlatırken, daktiloyla yazılmış dört beş kadar sarı sayfaya rastladım. Mektubun başlangıcı pek bir şey demiyordu bana: Sevgili Marc . . . Marc . . Hangi dost, hangi sevgili, hangi akrabaydı bu? Çıkaramadım bir türlü. Bu Marc'ın, Marcus Aurelius olduğunu ve elimde yitirdiğim yazmaların bir bölümünü tutmakta olduğumu anlayıncaya kadar epeyce zaman geçti. O andan itibaren ne pahasına olursa olsun, bu kitabın yeniden ele alınıp yazılması gerekiyordu artık.



Aynı gece, büyük bir bölümünün yitmiş olduğu bu kitaplığın artıklarından bana gönderilen iki cildi yeniden açtım. Ciltlerden birisi, Henri Estienne'in o güzelim baskıyla çıkarttığı Dio Cassius, öbürüyse, Historia Augusta'nın sıradan bir basımıydı. Bunlar kitabı yazmayı düşündüğüm zamanlarda satın alınmış, Hadrianus'un yaşamına ilişkin iki temel kaynaktı. Geçen zaman içinde, dünyanın ve benim başımdan geçen her şey şimdi, geride kalmış bir tarihsel dönemin kayıtlarını zenginleştirmeye, imparatorun yaşamına başka gölgeler düşürmeye, başka ışıklar tutmaya
yarıyordu. Eskiden Hadrianus'u daha çok bir ilim adamı, bir gezgin, bir şair ve bir sevgili olarak düşünmüştüm. Bu niteliklerinin tümü yerli yerinde duruyordu ama, şimdi onun bu değişik suretlerinin arasında beliren en resmi ve en gizli biçimi, imparatorluğu vardı karşımda. Çevremizde tepetaklak olan bir dünyada yasamış olmak gerçeği Prens'in önemini öğretmişti bana.



Bilge diye nitelendirebileceğimiz bu adamın portresini durmadan
çizmek tutkusuna kapıldım.



Düşüncelerimi aynı biçimde çelen bir tarihsel sima daha var; o da Ömer Hayyam, şair ve astronom Ömer Hayyam. Ancak Hayyam'ın yaşamı, eylem dünyasını pek önemsemezken, arı bir düşünürün, ağırbaşlı bir kuşkucunun yaşamı. Ayrıca İran'ı ve dilini bilmiyorum.



Gerçekten olanaksız bir başka şey de, bir kadını, örneğin Plotina'yı alıp olayları onun çevresinde geliştirmek, Hadrianus'un yerine onu, öykünün ekseni yapmaktı. Kadınların yaşamı ya çok gizli ya da çok sınırlıdır. Bir kadın kendi hayatını anlatmaya kalkışırsa, hemen, kadınlık niteliklerinden uzaklaşmakla suçlanır. Bir erkeğin ağzından çıkanlara bile gerçek unsuru sağlamak başlıbaşına bir sorundur .

Kitaba yeniden başlamak için New Mexico'ya, Taos'a hareket ettim; yanımda boş kağıtlarım vardı. Karşı kıyıya ulaşıp ulaşmayacağını kestiremeyen bir yüzücü gibi. Bir Mısır mezarının bir metre küplük boyutlarına sıkışır gibi kapandım kompartmanıma. New-York ile Chicago arasında gecenin geç saatlerine kadar çalıştım. Kar ve fırtına yüzünden geciken bir treni beklerken ertesi günün tümünü Chicago istasyonundaki bir lokantada çalışarak geçirdim. Sonra Santa Fe limitedin gözlem vagonunda Colorado dağlarının siyah sivri tepeleri, yıldızların sonsuz biçimleriyle çevrili gecede yalnız başıma gün doğana kadar çalışmamı sürdürdüm. Böylece, aşk, uyku, yemek ve insanı anlamaya ilişkin bölümler bir çırpıda yazılmış oldu. O günden daha heyecanlı bir gün, o geceden daha aydınlık bir gece anımsayamıyorum.



Yalnız uzmanların ilgisini çekebilecek üç yıllık bir araştırmayı, yalnız çılgınları, ilgilendirebilecek olan yöntemin geliştirilmesini geçiyorum. Bu yöntem, kontrol altında sürdürülen bir hezeyandı. Yine de bu hezeyan deyimi romantik çalınıyor kulağa. İsterseniz buna, geçmişin olabildiğince farkına varabilme, geçmişe sürekli katılma, diyelim.



Bir yandan bilimsellik, öbür yandan büyü sanatları; ya da daha belirgin bir biçimde benzetme yapmadan söylemek gerekiyorsa şöyle diyelim: insanın, bir başkasının beden ve ruhuyla bütünleşmesini sağlayan tılsımlı duygudaşlık .





Bir sesin portresi. Hadrianus'un Anıları'nı, birinci şahısla yazmayı seçmiş olmamın nedeni, her aracıyı, kendim bile olsam herhangi bir aracıyı ortadan kaldırmak. Hadrianus, kendi yaşamı hakkında, benden daha etkin ve daha ince bir biçimde konuşurdu elbet.



Tarihsel romanları apayrı bir sınıfa koyanlar, yazarın, dönemin sağladığı tekniklerle, bazı geçmiş olayları yorumlamaktan başka bir şey yapmadığını unutuyorlar. Yazarın bilinçli ya da bilinçsiz olarak ortaya koyduğu anılar, ister kişisel, ister başka türlü olsun Tarih'le aynı malzemeden dokunmuştur. Proust'un yapıtı, tıpkı Savaş ve Barış'ta da olduğu gibi yitmiş bir zamanın yeniden bir araya getirilmesidir. 1930 tarihsel romanlarının, melodrama, pelerinli hançerli aşk masallarına meyilli oldukları doğrudur, ancak Balzac'ın o görkemli Laneais Düşesi'nden, ya da o çarpıcı»  Altın Gözlü Kız»ından daha fazla olduğu söylenemez bu meyilin.  Flaubert, yüzlerce küçük ayrıntıyla  doldurduğu betimlemesiyle Kartaca Sa­rayı'nı yeniden ortaya çıkarırken, kendi döneminin, Normandy'sini, Yonville'ini anlatırkenki yöntemi yineliyordu sadece.  İç dönüşün egemen olduğu günümüz yazın biçimlerinde, tarihsel roman, ya da kolay oluyor diye öyle adlandırılan romanlar, yeniden yakalanan zamana dalmak zorundadırlar; bunu yaparken bir iç dünyadaki yerlerini almak zorundadırlar.

Zamanın tek başına, olayla hiçbir ilişkisi yoktur. Uzay konusunda beyliklerini açıkça ilan etmiş olan çağdaşlarımın, insanın istediğinde yüzyıllar arasındaki uzaklığı daraltabileceğinin
farkında olmayışları hep şaşırtmıştır beni.



Her şeyin, herkesin hatta kendimizin bile izini yitiriyoruz. Babamın yaşamındaki olayları Hadrianus'un yaşamındakilerden daha az biliyorum. Kendi yaşamımı yazacak olsam, başkasının yaşamıymış gibi yazardım. Belirli olmayan noktaları ortaya çıkarmak için, benim dışımdaki şeylerden başlardım araştırmaya; başkalarının anılarına, başkalarının mektuplarına dönmek zorunda kalırdım. Geri kalan, un ufak olmuş duvarlar ya da yığınlardan başka nedir ki? Metinde Hadrianus'un yaşamına ilişkin boşlukların, onun tarafından da unutulmuş olabileceğini anlamamız gerekir.



Bu, sık sık söylediği gibi, tarihsel gerçeğin hiçbir biçimde yeniden elde edilemeyeceği anlamına gelmemelidir. Tüm gerçekleri olduğu gibi bu gerçeğin sorunu da aynıdır; İnsan az ya çok
yanılır.



Oyunun kuralları: Her şeyi öğren, her şeyi oku, her şeyi araştır, aynı anda Loyola'lı Ignatius'un Ruhsal Deneyimlerini, ya da Hintli sofuların yöntemini benimse; kapalı göz kapaklarının
ardında yarattıkları görüntüleri daha iyi görebilmek için tükeninceye dek çalış. Kartlara yazılan yüzlerce notun içinde, her bir olayı ortaya çıktığı zamana kadar izle; yalnız taş üzerinde
görebildiğimiz o yüzlere yeniden hareket ve incelik vermeye çalış. İki metin, iki iddia, ya da belki iki fikir çelişkiliyse, birini seçip ötekini atmaktansa, uzlaştırmaya çalış; onları, tek bir gerçeğin iki ayrı yüzü, ya da birbirini izleyen safhaları olarak algıla; gerçeğin karmaşık olduğunu ve bundan ötürü zorunlu olarak inandırıcı nitelikler taşıdığını bil. İkinci yüzyılın bir metnini, ikinci yüzyılın gözleri, ruhu ve duygularıyla okumaya çalış; o zamanın sağlayabileceği ana çözümler içinde demlendirmeye
bırak; o insanlarla aramızda birikmiş olan inanç ve duygu yığınlarını eğer mümkünse bir yana bırak; ön çalışmalar yaparak, bizi elimizdeki metinden, zamanın insanlarından ve gerçeklerinden ayıran olayları ve görüşleri karşılaştır, birbirlerini doğrulamaları için tüm olanaklardan yararlan; zaman içindeki belirli bir noktaya geri dönebilmek için mihenk taşı yap bunları. Gölgeni resmin üzerine düşürme; aynayı soluğunun buharından uzak tut; içimizde sürekli ve temelsel olan ne varsa onu al; bizim gibi zeytin yemiş, şarap içmiş, ya da parmakları bala batıp yapışkanlaşmış, acı rüzgarlara ve köreltici yağmurlara karşı savaşmış ya da yazın kavak ağacının gölgesini aramış, zevkleri, düşünceleri olmuş o insanlarla kesişen noktalarımızı yakalamaya çalış.



Birkaç kez, Hadrianus'un hastalığına ilişkin bölümleri yazmak için doktorlara teşhis koydurdum. Belirtiler, Balzac'ın son günlerindeki klinik raporlarındakinden çok farklı değildi.



Hadrianus'un hastalığını daha iyi anlamak için kalp hastalığının
ilk belirtilerinden iyi yararlan.



Ağır ağır gezinen oyuncu, trajik kraliçenin ardından ağlarken Hamlet, «Hecuba'dan ona ne?" diye sorar. Böylelikle, Danimarka Prensi, babasına yapılmış olan kötülükleri yeterince hissedememiş olmaktan ötürü intikamını almakta güçlük çekmekte ve içten gözyaşları döken bu oyuncunun üçbin yıl önce ölmüş bir kadınla, kendisinin babasıyla olan ilişkilerinden daha derin ilişkiler içinde bulunduğunu itiraf etmektedir.



İnsan malzemesi ve yapısı pek değişmez; bir topuğun eğiminden, bir ökçe sinirinin konumundan, bir ayak parmağının biçiminden daha bozulmaz bir şey olamaz. Ancak ayakkabının ayağı başka zamanlara oranla daha az bozduğu dönemler vardır. Sözünü ettiğim yüzyılda, çıplak ayağın gizlenmemiş, özgürlüğüne daha yakınız.



Hadrianus'da bir peygamber sezgisi bulunduğunu söylerken tüm olasılıkları saptamak istiyorum. Bu tür teşhisler, belirsiz ve genel anlamda geçerliliklerini korurlar. İnsan olaylarının tarafsız inceleyicisi, bu olayların eninde sonunda alacağı biçim konusunda genellikle az yanılır ama olayların kesin olarak nasıl oluşacakları, dönüm noktaları ve ayrıntıları konusunda ciddi yanlışlara düşebilir. Napolyen, Saint Helena'da, ölümünden yüz yıl sonra Avrupa'nın ya ihtilalci olacağını ya da kazakların eline geçeceğini söylemişti; sorunun her iki yönünü de iyi belirtmişti ama birbirlerinin üstüne yerleşeceklerini pek kestirememişti. Aslında, genellikle, gururumuz, büyük bilgisizliğimiz ya da yürekli olmayışımızdan ötürü geleceğin bellibaşlı çizgilerini görmeyi reddederiz. Eski dünyanın bilge adamları hiçbir dinsel inançla bağlı olmadıklarından, bizim gibi tüm evrene uyguladıklarını, fiziksel ya da daha doğrusu fizyolojik anlamda düşünüyorlardı; insanın sonunu ve kürenin ölümünü öngörmüşlerdi. Plutarkhos da Marcus Aurelius da tanrıların ve uygarlıkların gelip geçici olduklarını, öleceklerini biliyorlardı. Amansız bir geleceğe bakan ilk bizler değiliz.




İmparatora bir başkasının düşüncelerini okuma yetkisi vermem, « Sybilline Versus» de, Aelius Aristides'in yazılarına, ya da Fronto'nun çizmiş olduğu yaşlı Hadrianus portresinde görülen
kişiliğindeki Faust benzeri unsurları ortaya çıkarmaktan öteye bir şey değildir. Doğru ya da yanlış, ölmekte olan bu adamın çağdaşları ona, insanüstü güce benzer şeyler mal etmişlerdir.



Bu adam, dünyama barışı sağlayıp ülkesinin ekonomisini canlandırmış olmasaydı, kişisel şansı, ya da şanssızlığı beni daha az duygulandıracaktı.






İnsanın metinler arasındaki ilişkileri yutarcasına incelemeye zamanı yoktur. Thespiae'de, Narsisus Irmağının yanında Helicon tepelerinde Aşk Tanrısı ve Urania Venüsü için adanmış av zaferi şiirinin tarihi olarak 124 yılının sonbaharı belirlenebilir; bu zamanda imparator Mantinea'dan geçmişti ve Pausanius'a bir şiir yazmıştı. Mantinea yazıtı şimdi yitirilmiş ama Hadrianus'un diktirdiği yazıt, ancak Plutarkhos'un Ahlaklar'ında, Epaninondas'ın, yanı başında, vurulan iki genç dostu arasında gömülü olduğunu anlattığı bölümün ışığında anlaşılabilir. İmparator ve Antinous'un karşılaşma tarihi olarak, İmparatorun Küçük Asya'da geçirdiği 123-124 yıllarını kabul edecek olursak, -ki bu tarih en akla yatkın tarih olup en iyi ikonograf kanıtlarıyla da desteklenmektedir- O zaman bu iki şiir Antinous dönemi diye adlandırabileceğimiz kısmın bir parçasını oluşturur; ikisi de, gözdenin ölümünden sonra, genci Patroklos'la kıyaslayan Arrianos'un daha sonradan söz ettiği kahraman aşıklar Yunanistan'ından esinlenmiştir.



Portrelerinin geliştirilmesi gereken birkaç kişi vardır: Plotina Sabina, Arrianos, Suetonius. Hadrianus onların yalnız bir bölümlerini görebiliyordu; kendi bulunduğu yerdeki görüş acısından, görebileceği kadarını görüyordu sadece. Antinous, imparatorun anılarından, yansıma yoluyla çıkmalıdır ortaya; titiz ayrıntıların kırılmasıyla belirginleşmelidir .



Antinous'un davranışına ilişkin söylenebilecek her şey, her hangi bir benzeri için yazılmış olanlarda görülebilir: ·İstekli ve kayıtsız sevecenlik, somurtkan kadınsallık. Shelley bir ozan açık sözlülüğüyle, önemli olanı altı sözcükte dile getiriyor; ondokuzuncu yüzyıl sanat eleştirmenlerinin ve tarihçilerinin çoğu, konuyu iyi söz söyleme uğruna ya dağıtıyorlar ya da belirsizlik ve ikiyüzlülükle yüceltiyorlardı.






Antinous portreleri açısından zenginiz; nitelik olarak sıradanından, eşsiz olanına kadar birçok portre var elimizde. Yontu ustalarının becerilerinden, Antinous'un yaşından kaynaklanan değişkenliklerden, ya da canlıyken yapılmış portrelerle, ölümünden sonra anmak için yapılanlar arasındaki farklılıklara karşın yüzünün akıl almaz gerçekliğini algılayabiliyoruz. Farklı yorumlar arasında dahi, hemen tanınabilir. Bir devlet adamı ya da bir düşünür değil de, sadece sevilmiş bir insan olarak yaşamını sürdürmesi açısından klasik çağın özgün örnekleridir bunlar; çarpıcı ve duygulandırıcıdırlar. Bu portreler içinde en güzel ikisi en az bilinenleri: içlerinde yalnız bu ikisi yontu ustalarının adlarını da bize ulaştırıyorlar. Bir tanesi Afrodisiaslı Antonianos'un imzasını taşıyan bir yarı kabartma, elli yıl önce bilimsel tarım enstitüsü Fundi Rustici'nin topraklarında bulunmuş ve şimdi bu kuruluşun kurul odasına yerleştirilmiş. Roma'ya ilişkin hiç bir rehber kitabı, heykellerle dolu kentte bu yapıttan söz etmediği için turistler bu yapıtın varlığını bilmezler. Antinous'un bu heykeli, İtalyan mermerinden yontulmuş olduğu için, kesinlikle İtalya'da ve hiç kuşkusuz Roma'da yapılmış olacak; ya sanatçı o
zamanlarda başkente yerleşmişti ya da imparator gezilerinin birisinde onu da beraberinde getirmişti. Olağanüstü bir inceliği var. "Düşünceli bir biçimde eğilmiş genç başı, asma filizlerinin birbirine dolandığı ince arabesk biçiminde bir çerçeve içerisinde; ister istemez yaşamın kısalığı akla geliyor, kurban salkımı ve sonbahar akşamının meyve kokulu havası. Ne yazık ki, son savaş yıllarında bir mahzene kapatılmış olan mermer biraz bozulmuş; beyazlığı geçici olarak bulanıklaşmış ve toprak lekeleri var ve sol elin üç parmağı kırılmış Tanrılar insanların ahmaklığını böyle öderler.

* (Yukarıdaki paragraf ilk kez kitabın altı yıl önceki basımında yer aldı; bu arada, yarı kabartmayı, Stendhal ya da Balzac'ın düş gücünü çelebilecek nitelikte garip bir adam olan Romalı banker, Arturo Osio ele geçirdi. Sinyor Osio, Roma ucundaki mülkünde doğal durumlarında özgürce hareket eden hayvanlarına ve Orbetello'daki kıyı malikanesinde yetiştirdiği binlerce ağaca gösterdiği titizliği bu güzel nesneye de gösteriyor. Ağaç yetiştirmek az rastlanan erdemlerden birisi; Stendhal daha 1828'de «İtalyanlar ağaçlardan nefret ederler» , diye yazmıştı; bugün emlakçıların Roma'ya giderek daha çok dev apartmanlar sıkıştırmak için kentin şemsiye çamlarını koruyucu yasaları aldatmak için kullandıklarını görse ne derdi acaba? Yöntemleri çok yalın; sıcak su şırınga ederek ağaçları öldürüyorlar. Hayvanları avlamak yerine gerçek bir Cennet bahçesi yaratmak amacı güden bu toprak sahibinin korular ve hayvanların özgürce dolaşabildiği kırlar yaratması birçok zengin insanın hoşuna gidebilecek az rastlanan gösterişlerden birisi. Çok dayanıklıymış gibi görünen ama çok çabuk bozulabilen o huzur verici nesneleri, klasik antik çağın o heykellerini sevmek, geçmişten ve gelecekten kopmuş huzursuz zamanlarımızın özel koleksiyoncularında pek görülmeyen bir tutku. Antonianos'un yarı kabartmasının yeni sahibi, bilirkişilerin önerilerine uyarak onu bir uzmana temizletti ve elle, yavaş yavaş silinen mermerin pasları ve nem lekeleri geçerek su mermeri ya da fildişini andıran yumuşak pırıltısına kavuştu yeniden.)







İkinci başyapıt, şimdi dağılmış bulunan ama bir zamanlar, bir ailenin koleksiyonunda bulunduğu için Marlborough Mücevheri adı verilen ünlü tabakalı akik taşıdır. Otuz yıldan uzun bir süre, bu üzeri oymalı değerli taşın kaybolmuş olabileceği ya da saklanıldığı zannedildi ama 1952 yılının Ocak ayında Londra'da bir açık artırmada ortaya çıktı. Büyük kolleksiyoncu Giorgio Sangiorgi'nin bilgili zevki sayesinde yeniden Roma'ya geldi. Bu özgün ve değerli taşı görüp ellemek fırsatını bana tanıdığı için kendisine gönül borçluyum. Taşın ucuna doğru yarı yarıya okunabilen bir imza var. Yarı kabartmanın yontucusunun Afrodisiyas'lı Antonianos olduğu sanılıyor. Usta yontucu o kusursuz yandan görünüşünü öylesine bir beceriyle tabakalı akik tasının dar çevresine oturtmuş ki. Bu bir parçacık taş ortadan kalkmış bir sanatın eşsiz bir kanıtı; bir heykel ya da bir kabartma gibi. Bizans döneminde bir ara, altın külçe içine yerleştirilen bu değerli taş Venediğe gelinceye kadar adlarını bilmediğimiz koleksiyoncuların ellerinde dolaşmış; Venedik'te büyük bir Onyedinci yüzyıl koleksiyonunun parçası olarak adı geçiyor. Ondan sonraki yüzyılda, ünlü antikacı Gavin Hamilton tarafından satın alınıp İngiltere'ye götürülüyor ve şimdi yine oradan, başlangıç noktası olan Roma'ya geri geliyor. Bugün yeryüzünde Hadrianus'un tutmuş olduğu tek şey bu taştır, diyebiliriz.



İnsanın en yalın şeyleri ortaya çıkarabilmek için bir konunun en kuytu köşelerine kadar inmesi gerekir. Yazınsal alanda genellikle bu hep böyle olur. Hadrianus'un yazmanı Phlegon'u incelerken, Goethe'nin baladının ve Anatole France'ın Korent Düğünü'nün esin kaynağını, o ağır başlı ve şehvetli Korentli Gelin yazarına borçlu olduğumuzu ve öykünün ünlü hayalet öykülerinin ilki ve en iyisi olduğunu öğrendim. Ancak Phlegon'un sıradan deneyimlerin ötesine geçmek çabasıyla, o açık ve eleştiriden uzak merakıyla iki kafalı canavarlara, çocukları olan hermafroditlere ilişkin saçma sapan öyküler yazdığını da unutmamalıyız. İmparatorluk masasında en azından arada sırada böyle şeyler de konuşuluyordu hiç olmazsa.



Hadrianus'un Anıları yerine Günlüğü'nü yeğleyecek olanlar, eylem adamının günlük tutmaya pek vakti olmadığını unutmuş olacaklar; genellikle sonradan, yaşlılık dönemlerinde, elden ayaktan düşünce toplarlar anılarını bir araya; notlar alır ve sık sık yaşamlarının aldığı yola kendileri de şaşırmaya başlarlar .



Diğer belgeler olmayıp da bir tek, Karadenizin Çepeçevre Dolaşılmasına İlişkin Arrianos'un İmparator Hadrianus'a Mektubu olsaydı; bu, imparatorun geniş anlamda çizgilerini yeniden yaratmak için yeterli olurdu: Tüm ayrıntıları bilmek isteyen devlet başkanının titiz kesinliği; hem barış hem savaş konusundaki işlere ilişkin ilgisi; heykellerin iyi benzerler olmasına ilişkin endişesi ve iyi yapılmalarını istemesi; eski günlerin şiirleri ve efsanelerine tutkusu . . . Marcus Aurelius'tan sonra ortadan tamamen yok olacak ama hangi dönemden olursa olsun az rastlanacak bir toplum; Marcus Aurelius ise, saygısı ve uyumu ince bir gölgede altında olmasına karşın, hala prensi dostum diye adlandırabilen bilgili bir bilim adamı, bir yönetici. Herşey bu belgede: Eski Yunan'a ve ülkülerine duyulan özlem, yitik bir aşka ilişkin akıllı imalar ve yaşamaya devam eden kederli sevgilinin
büyülerde teselli arayışı; bilinmeyen toprakların, barbar iklimlerin büyüleyici çekiciliği. Yalnız deniz kuşlarının bulunduğu çöl ıssızlığının romantik bir ruha olan çağrısı, Villa Hadriana'da bulunan ve şimdi Roma'daki Terme müzesinde sergilenen kusursuz vazoyu getiriyor insanın aklına; mermer tozlarının kar taneleri gibi serpiştiği alanın üstünde yabanıl balıkçıl sürüsü, mutlak bir yalnızlık içinde, kanatlarını açarak uçmaya ha­zırlanıyor.



1949'da yazılmış bir not: 
Tam bir portre çizmeye ne kadar uğraşırsam o kadar herkesin hoşlanabileceği bir adamdan ve kitaptan uzaklaşıyorum. Yalnız birkaç insan yazgısı öğrencisi anlayabilecek bunları.



Zamanımızda, roman tüm öteki biçimleri yiyip yutuyor; anlatım aracı olarak insan sadece roman biçimini kullanmaya zorlanıyor. Hadrianus adındaki adamın yazgısını inceleyen bu yapıt On yedinci yüzyılda yazılmış olsaydı tragedya biçiminde olurdu, ya da Rönesans döneminde yazılmış olsaydı belki bir makale olurdu.



Bu kitap yalnız kendim için bir araya getirmiş olduğum geniş bir çalışmanın kısaltılmışıdır. Her akşam, otomatik bir biçimde, zaman içinde başka bir döneme kendimi yakınlaştırarak elde ettiğim sonuçları yazmak alışkanlığı edindim. En küçük bir sözcük, ufak bir hareket, fark edilmesi güç bir dolaylı anlatım, her şey kaydediliyordu; şimdi kitapta bir ya da iki satırla özetlenmiş olan sahneler yavaş hareket edermişçesine en ufak ayrıntılarına kadar önümden geçtiler. Tümü bir araya getirilseydi bu cildin binlerce sayfa tutabileceği malzemeyi oluşturacaklardı; ancak her sabah bir gece önceki çalışmaları yaktım. Bu biçimde gerçekten anlaşılması güç birçok düşünce ve ayıp sınırına yaklaşan bir kaç betimleme yazdım.



Hırsla gerçeği arayan, ya da hiç olmazsa doğruyu bulmaya çalışan, Pilate gibi genellikle gerçeğin mutlak ya da arı olmadığını anlayabilecek kişidir. Böylece, daha tutucu bir kafanın gösteremeyeceği en dolaysız saptamalara karışmış duraksamalar, sapmalar ve saklamalar buluruz. Az da olsa, belirli anlarda bana imparator yalan bile söylüyormuş gibi geldi. Böyle durumlarda herkes gibi ben de yalanıyla başbaşa bıraktım onu.



"Hadrianus'un kendini kastediyorsun," diyenlerin büyük ahmaklığı, zamana ve alana böylesine uzak bir konuyu insanın neden seçtiğine şaşanlarınki kadar kabadır. Gölgeleri uyandırmadan önce kendi baş parmağını kesen büyücü, kanını yalayabilmek için çağrısına yanıt vereceklerini bilir. Kendisiyle konuşacak seslerin kendi gürültülü çığlıklarından daha akıllı ve dikkate değer olduğunu bilir ya da bilmesi gerekir.





Çok büyük bir adamın yaşamına girmiş olduğumu anlamak uzun sürmedi. O andan sonra, gerçeğe daha büyük bir saygı, daha yakın bir ilgi ve kendi açımdan daha büyük bir sessizlikle yönelmem gerekti.



Bir anlamda yeniden anlatılan her yaşam örnek olarak ortaya sürülür; evrenin bir görüşünü savunmak ya da ona karşı koymak, kendimizin olan davranış düzenini belirtmek için yazarız. Ancak her yaşam öyküsü yazarının konusunu fazla ülküleştirerek ya da bazı ayrıntıları bilinçli olarak abartarak diğerlerini de dikkatlice ortadan silerek, kendisini dışladığı doğrudur. Anlaşılması ve anlatılması gereken adamın yerini, keyfi olarak yaratılmış bir insan alır. Kim ne derse desin insan yaşamının grafiği, birincisi insanın kendisini nasıl gördüğünü belirten, ikincisiyse nasıl olmak istediğini gösteren iki dikey çizgi ve aslının ne olduğunu anlatan bir yatay çizgiyle çizilemez; çizginin üç eğik çizgisi olmalıdır ve bu eğriler sonsuza uzanırken hem bir araya gelebilmeli hem de bir noktadan itibaren birbirlerinden ayrıla bilmelidirler.



İnsan ne yaparsa yapsın anıtı kendi bildiği gibi yeniden diker. Ama başlangıçtaki taşları kullanmış olmak bile bir kazançtır.



Yaşama serüvenini geçirmiş herkes kendimdir .



İkinci Yüzyıl bana çok çekici geliyor uzun bir süre, insanın tüm bir özgürlük içerisinde düşünüp kendisini anlatabildiği son yüzyıldı. Bize gelince belki de o zamanlardan çok uzağız şimdi.


1950 yılının Aralık ayının 26ıncı günü, Atlantik kıyısı ötesinde, Mount Desert Adasının, o kutupsal sessizliği içinde dondurucu soğukta bir akşam, 138 yılında Baiae'de bunaltıcı bir Temmuz sıcağı gününde yorgun ve ağır adaleler üzerinde bir çarşafın ağırlığını anlamaya, yaklaşmakta olan ölümü gibi başka seslerin mırıltısına tüm dikkatini vermiş bir adamın gelgitsiz denizin zaman zaman duyulabilecek sesini nasıl işittiğini yakalamaya çalışıyordum. Son yudumladığı su damlasına, acının son nöbetine, kafasındaki son görüntüye kadar algılamaya çalıştım. Artık imparator ölmeliydi.



Bu kitap hiç kimseye adanmadı. G. F... ye adanması gerekirdi, adanacaktı, ama kişiyi silmeye çalıştığım yerde kişisel bir yazı koymak uygunsuz olabilirdi. Böyle olağanüstü bir dostluğu onurlandırmak için yazılacak uzun bir ithaf yazısı bile çok kısa kaçacaktı. Yıllardır benim olan bu değerli tanımlamaya çalışırken, böylesine bir ayrıcalığın ne kadar az rastlanırsa rastlansın benzersiz olmadığına inanıyorum; bir kitabı başarıyla sonuçlandırma serüveni içinde, ya da bazı şanslı yazarların yaşamlarında, zaman zaman, geride, belki de yorgunluktan «Aman kalsın», demek eğiliminde olduğumuz zayıf ya da doğru olmayan bir satıra izin vermeyen birisi vardır; gerekirse sorunlu bir sayfayı bizimle yirminci kez yeniden okuyan birisi; yararlı bir şey bulacağımız sanısıyla kitaplık raflarından ağır ciltleri indiren birisi; yorgunluk bizi vazgeçme raddesine getirirken ısrarla
okumayı sürdürmemizi söyleyen birisi; yürekliliğimizi destekleyen, fikirlerimizi zaman zaman onaylayıp zaman zaman bizimle tartışan birisi; bizimle eş düzeyde, hiç kolay olmayan ama hiç de sıkıcı olmayan, ikisi de zorunlu sonsuz bir iş olan sanat ve yaşama keyfini paylaşan; ne bizim gölgemiz, ne yansımamız ne de bütünleyicimiz olan, yalnızca kendisi olan birisi; bizi tam
özgür kılan ama bizi tam anlamıyla kendimiz olmamıza zorlayan
birisi, HOSPES COMESQUE.



Yapıtlarından çok yararlanmış olduğum, iki kişinin, 1951 yılı Aralık ayında Alman tarihçi Wilhelm Weber'in ve 1952 yılı Nisan ayında bilgin Paul Graindor'un ölüm haberlerini aldım. Roma'da Villa'nın farklı bölümlerini çizerken oymacı Pierre Gusman'ı tanımış olan G. B . . . ve J.F . . . le bir kaç gün önce konuştum. GENS AELIA'dan olmanın verdiği duygu, büyük adama yardım etmiş yazmanlar kalabalığından olmak, her büyük anı çevresinde şairler ve beşeri ilimlerle uğraşanlarla birlikte imparatorluk muhafızlarının değişen nöbetlerine katılmak. Böylece, hiç kuşkusuz Napolyon'u inceleyen uzmanlar ya da Dante'yi sevenler gibi çağlar içinde, aynı ilgiden ve beğeniden ya da aynı sorunlarla uğraşmaktan kaynaklanan bir akrabalığın üyesi olmak.



Güldürünün burnu büyükleri, Vadius ve Blazimı hala yaşıyorlar ve şişman kuzenleri Basil de ortalıklarda. Ancak bir kez o hakaret ve kaba takılmalarla karşı karşıya kaldım; Cümlelerimize söylemek istemediklerini söyletmek için budanıp karalanmış ya da beceriyle biçimleri bozulmuş bölümler; kaynaklara bakacak zamanı ya da isteği olmayan akademik tuzaklara saygılı okuyucuların aldatıcı iddialarına dayandırılmış, belirsiz ve sözde tartışma kabul etmez öneriler. Tüm bunlar Allahtan çok az rastlanan bir türün nitelikleri. Bunun tam karşıtı, aşırı uzmanlaşma çağımızda, geçmişi yeniden biraraya getirmeye uğraşan herhangi bir yazın uğraşını kendi alanlarına girmek açısından açıkça aşağı görecekken, çok sayıda bilgin içten iyi niyet göstermiştir. . . . Bir çokları gönül alırcasına, basılması tamamlanmış bazı yanlışları düzeltmek sıkıntısına katlanmışlar ya da bir ayrıntıyı doğrulamışlar, bir varsayımı desteklemişler, yeni araştırmalar göndermişlerdir. Bu tür iyi niyetli okurlara burada şükran borcumu belirtirim. Yeniden basımı yapılan her kitap, onu okuyarak farketmiş olan kişilere birşeyler borçludur.



Elinden gelenin en iyisini yap. Yeniden yap. Az da olsa yine de geliştir. 

Düzeltmelerinden söz eden ozan Yeats, «Yeniden yaptığım, kendimim", demişti.




Dün,Villa'da, Hadrianus'dan zamanımıza kadar birbirini izleyen bitkilerini andıran düşünceden yoksun yabanıl hayvanlarınkini andıran ve sinsilik ve sessizliği bürümüş o binlerce yaşamı düşündüm;  Piranesi gününün çingeneleri, yıkıntıların yağmacıları; dilenciler, keçi sürüleri, bir moloz yığını köşesinde iyi kötü barınacak bir yer bulan köylüler. Bir zeytinliğin ucunda, kısmen temizlenmiş eski bir geçitte, G . . . ile birlikte, bir çobanın sazdan yatağına ve iki Roma taşı arasında kendince yaratmış olduğu giysi askısına, ve henüz soğumamış ateşinin küllerine rastladık. Louver'da kapanış saatinden sonra heykeller arasında koruyucuların yatakları ortaya çıktığı zaman, alçak gönüllü, sıradan şeylere duyulan yakıcılık gibi. 





...Villa öldürücü bir değişiklik geçirdi. Hiç kuşkusuz tümü değil; yüzyılların yavaş yavaş yıktığı ama sonra yine biçimlendirdiği bir bütün öyle çabuk değişmez. İtalya'da çok az rastlanan bir yanlışlık, eseri, kazıları ve gerekli onarımları kuşku yaratan «süslemeler» izledi. Göze batacak bir park yeri yapmak için zeytinlik kesilmiş ve sergi yerlerine özgü bir dükkan ve tezgahla tamamlanarak Poecilium'un soylu yalnızlığı kent alanına dönüştürülmüştü, konuklar, eskinin öykünmesi çimento bir çeşmenin alçıdan yapılma maskesinden su içebilecekler; daha anlamsız bir başka alçı maske, bir ördek filosunun gezindiği havuzun duvarını süslüyor. Daha çok alçı da Kanal'ı güzelleştiriyor; son kazılarda buralarda bulunan heykellerin dökmeleri, iki yaka boyunca rastgele bir biçimde sehpalar üzerine oturtulmuşlar; orijinalleri sıradan bir Greko-Romen işçiliğinin eseri olan bu heykeller ne böylesine göze çarpıcı onurlandırma konumunu hakediyorlar ne korkunç bir malzemeyle kopya edilmeyi; ne de dayanıksız bir biçimde kendilerine gösteren saygısızlığı. Yeni dekor, bir zamanların hüzünlü Canopus'una, «İmparatorluk Romasında Yaşam film için hazırlanmış stüdyo havası veriyor. Güzel yerlerin dengesi kadar kolay bozulabilecek bir şey yoktur. Bir metin, saçma yorumlarımıza aldırmaksızın bütünlüğünü korur;  anlatımlarımızla başedebilir; ancak taş üstünde yapılan en küçük bir akılsızlık, yüzyıllarca otların barış içinde yetiştiği bir tarladan geçirilen taş kırıntılarıyla döşenmiş yol, sonu olmayan, onarımı ve geri dönüşü olmayan şeyleri yıkar. Güzellik gider, onun gibi tarihsel uyum da yok olur. İnsanların yaşamak için seçtikleri yerler, zamanın akışının dışında kendileri için yapmış oldukları görünmez oturma yerleri vardır. Tibur'da yaşadım ve belki de Hadrianus'un Achilleus'un adasında yapmış olduğu gibi orada öleceğim.




Hayır. Villa'ya bir kez daha gittim; dinlenmek ve yalnız kalmak için yapılmış bahçe pavyonlarına, debdebeden uzak gösteriş izlerine, olabileceğince imparatorluktan uzak, varlıklı bir zevk uzmanının sanat ile kırsal yaşamın güzelliklerini bir araya toplamağa çalıştığı yere gittim. Pantheon'da 21 Nisan sabahı güneşin vuracağı kesin noktayı gözlemlemeye imparatorun son günlerinde dostları Khabrias, Diotimos ve Celer'in sık sık yürüdükleri kabrinin salonlarında, cenaze yolunu yeniden çizmeye çalıştım. Ancak, o insanların o andaki varlıklarını, o olayların yaşayan gerçeklerini duymayı sona erdirdim; hala yanımdalar, ama artık kendi yaşamımın anıları gibi geçmişe aitler. Başkalarıyla alışverişimiz uzun sürmez; doyuma ulaşılınca, ders öğrenilince, yardım edilince, kitap tamamlanınca sona erer. Söyleyebileceklerim söylendi; öğrenebileceklerim öğrenildi. Şimdi kalan zamanımızda başka işler yapmaya bakalım.


Marguerita Yourcenar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder