Giacometti / John Berger

Ölümünden bir hafta sonra Paris-Match dergisi Giacometti’nin dokuz ay önce çekilmiş oldukça çarpıcı bir fotoğrafını yayımladı. Resim Giacometti’yi Montparnasse’daki stüdyosuna yakın bir sokakta, yağmur altında, karşıdan karşıya geçerken gösteriyor. Yağmurluğunu giymiş, ama bir yandan da yukarı çekip başını örtmeye çalışıyor. Yağmurluğun altında, görünmeyen omuzları kalkık.

Resmin ilk etkisi, yayımlandığı zamanı düşünecek olursak, garip biçimde kalender bir adamı bize göstermesiyle ilgiliydi. Ütüsüz pantolonu, eskimiş papuçlarıyla yağmura karşı hiçbir savunması olmayan bir adam. İlgi alanlarının içine mevsimlerin girmediği biri.

Ama bu resmi bu kadar çarpıcı kılan özellik, resmin Giacometti’nin kişiliği hakkında başka ipuçları da vermesidir. Yağmurluk birinden ödünç alınmış gibi duruyor. Altında sanki pantolondan başka bir şey giyilmemiş. Giacometti bir şeylerden paçayı kurtarmış gibi duruyor. Trajik bir anlamda demek istemiyorum. Ama herhalde bu duruma alışmış olmak. “Nerdeyse bir papaz gibi” demek geliyor dilimin ucuna, çünkü başının üstüne çektiği yağmurluk tıpkı bir kukuleta gibi. Ama bu benzetme fazla abartılmamalı. Giacometti simgesel yoksulluğunu çoğu papazdan daha doğal bir biçimde taşımıştır.



Ölen her sanatçının yapıtları sonradan bir değişime uğrar. Sonunda da bu yapıtların sanatçının sağlığında nasıl olduklarını kimse hatırlamaz. Bazen çağdaşlarının o yapıtlar üstüne söylemiş oldukları sözleri okuruz. Bu değerlendirme ve yorumlardaki ayrımlar çoğunlukla tarihsel gelişimin bir sonucudur. Ama sanatçının ölümü de bu değerlendirmede kesin bir rol oynar.

Bence hiçbir sanatçının yapıtları ölümünden sonra Giacometti’nin yapıtları kadar büyük bir değişime uğramamıştır. Yirmi yıl sonra kimse bu değişimi anlamayacak. Bu süre içinde, bu yapıtlar aslında başka bir şeye dönüşmüş olsalar bile, yeniden normale dönmüş sayılacak: kırk yıldır olduğu gibi geleceğin olası bir hazırlığı olmalarına karşın, geçmişin bir kanıtı sayılacaklar.

Giacometti’nin ölümünün yapıtlarını bu ölçüde kökten değiştirmiş olmasının nedeni, onun yapıtlarında çokça görülen ölüm duyarlığıdır. Ölümü sanki yapıtlarını doğrulayan bir sondur. Yapıtları şimdi yan yana koyduğumuz zaman, ölüme giden kesintisiz bir çizgiyi değil de, tersine, geriye doğru, onun yapıtlarının değerlendirilebileceği bir başlangıç noktasını görürüz.

Siz bana aslında kimsenin Giacometti’nin ölümsüz olduğunu ileri sürmediğini söyleyebilirsiniz. Ölümü elbette her zaman düşünülebilirdi. Burada üzerinde durulacak ayrımı yaratan bu olgunun kendisidir. Yaşadığı süreç içinde Giacometti’nin yalnızlığı, insanların bilinmezliklerini savunması, kendisine seçtiği bir bakış açısından başka bir şey değildi. Bu da onun içinde yaşadığı topluma karşı takındığı tavrın bir göstergesiydi. Şimdi ölerek ne demek istediğini kanıtlamış oluyordu. Ya da — daha iyi bir deyişle, kendisi tartışmalara değer veren biri olmadığına göre— ölümü kendisinin söylemek istediğini onun adına söylemiş oluyordu.


Bu yargı aşırı gibi gelebilir, ama kullandığı yöntemlerin görece gelenekselliğine karşın, Giacometti son-derecede aşırı bir sanatçıydı. Günümüzün yeni-Dadacıları ve sözde ikonoklastları onunla karşılaştırıldıklarında, geleneksel birer vitrin süsleyicisi olmaktan öteye geçemezler.

Gıacometti’nin olgunluk dönemindeki yapıtları hiçbir gerçekliğin hiçbir zaman paylaşılamayacağı gibi aşırı bir önermeye dayanıyordu. Kendisi de gerçekliği irdelemekten başka hiçbir şeyle ilgilenmiyordu. İşte bu yüzden bir sanat yapıtının hiçbir zaman bitirilemeyeceğine inanıyordu. Gene bu yüzden, yapıtlarının içeriği yapılan figürün ya da başın nasıl olduğunun değil, Giacometti’nin ona bitmemiş gözüyle bakışının öyküsüdür. Bakış eylemi Giacometti için bir çeşit tapınmaydı. Bu giderek, mutlak bir varlığa yaklaşma, ama onu tam olarak kavrayamama eylemine dönüştü. Onun varoluşla gerçek arasında sürekli olarak bir gerilimin bilincinde oluşu bu bakış eyleminin bir sonucuydu.

Daha erken bir dönemde doğmuş olsaydı, Giacometti dindar bir sanatçı olurdu. Ama yabancılaşmanın en yaygın ve yoğun olduğu bir dönemde doğmuş olması, onun için geçmişe sığınma anlamına gelecek bir çözüm olan din yoluyla kendisini soyutlamaya kalkmadı. Büyük bir inatçılıkla yaşadığı zamana sadık kaldı. Çağı onun için kendi derisi gibiydi: içine doğduğu bir kılıf. Bu kılıfın içinde ne yaparsa yapsın, hayatı boyunca hep yalnız olduğu ve her zaman yalnız kalacağı inancını yitirmedi.

Hayata böyle bir açıdan bakmak bir kişilik özelliği gerektirir. Böyle bir kişilik özelliğini bütün ayrıntılarıyla tanımlamak beni aşar. Bu özellik Giacometti’nin yüzüne bakıldığında görülebilirdi. Kurnazlıkla aydınlanmış bir çeşit dayanma gücü. Eğer insanlar toplumsal hayvan, olacakları yerde, yalnızca sıradan hayvan olsalardı, bütün yaşlı erkeklerin yüzleri böyle olurdu. Bunun bir benzerini Samuel Beckett’in yüzünde yakalamak da mümkün. Aynı özelliğin karşıtını ise Le Corbusier’nin yüzünde görebilirsiniz.

Bu durum yalnız kişilik özelliğinden kaynaklanmıyor: daha çok çevredeki toplumsal gerçeklikle İlgili bir özellik bu. Giacometti’nin hayatı boyunca hiçbir şey onun yalnızlığını delip geçememiştir. Hoşlandığı ya da sevdiği birtakım insanları bu yalnızlığı bir süre için paylaşmaya çağırmıştır. Ama başlangıçtaki durumu -— içine doğduğu kılıf— hiçbir zaman değişmemiştir. (Kendisiyle ilgili söylencelerden birine göre, son kırk yılda stüdyosunda hiçbir şeyin yer değiştirmemiş olması da ilginçtir. Ayrıca son yirmi yılda durup durup hep aynı beş-altı konuyu işlemiştir) İnsanın toplumsal bir varlık olduğu, nesnel olarak dilin, bilimin, kültürün varlığıyla kanıtlansa bile, ancak toplu eylemin bir sonucu olarak değişme gücünün yaşanmasıyla öznel olarak duyulabilir.


Giacometti’nin bakış açısının daha önceki bir tarihsel dönemde söz konusu olamayacağını göz önünde bulundurarak bu sanat anlayışının son dönem burjuva aydınlarında görülen toplumsal parçalanmayı ve aşırı bireyciliği yansıttığını söyleyebiliriz, Giacometti’ye kabuğuna çekilmiş bir sanatçı bile diyemeyiz. O toplumu yok sayan bir sanatçıydı. Toplum hakkı olmadan onun sanatının mirasçısı olmuştur.

Bütün bunları söyledikten sonra, geride yapıtların kaldığını ve bu yapıtların unutulmaz nitelikte olduklarını da belirtmem gerekir. Giacometti’nin durumunun ve görüşlerinin sonuçlarıyla ilgili sağduyusu ve dürüstlüğü, bir gerçeği hem koruyacak, hem de dışavuracak nitelikteydi. İnsan çıkarının son sınırındaki acımasız bir gerçekti bu; ama Giacometti’nin bunu dile getirişindeki güç, o gerçeği ortaya çıkaran toplumsal umutsuzluğu ya da inançsızlığı aşıyordu.

Giacometti’nin gerçekliğin paylaşılmazlığı önermesi ölümde de doğruluğunu koruyor. Kendisi ölüm konusuyla hastalıklı bir biçimde ilgilenmiyordu. Onu ilgilendiren tek şey kendi ölümlülüğü, güvenebileceği tek bakış açısı olan bir insanın gördüğü hayat süreçleriydi. Hiçbirimiz aynı zamanda başka bakış açılarından yararlansak bile, böyle bir bakış açışını yok sayacak bir durumda değiliz.

Giacometti’nin yapıtlarının onun ölümüyle değiştiğini söylemiştim. Kendisi ölerek yapıtlarının içeriğinin önemini vurgulamış, hatta daha da belirginleştirmiştir. Ama bu değişim — hiç değilse şu anda bana göründüğü kadarıyla — benim için daha da belirli ve kesin.

Durup Giacometti’nin karşımızdaki başlarından birine baktığınızı düşünün. Ya da orada incelenmeyi bekleyen kolları aşağı sarkan — yalnızca sizin ve onun kılıflarınızın aracılığıyla dokunabileceğiniz — çıplak bir kadın heykelini canlandırın imgeleminizde. Burada çıplaklık kavramı bence ortadan kalkıyor: çıplaklıktan söz etmek burjuva kadınlarının gidecekleri düğüne giyecekleri elbiselerden söz etmeleri gibi önemsiz bir şey oluyor — geçici bir olayın ayrıntısı gibi bir şey.

Onun herhangi bir heykelini düşünün. İnce, daha aza indirgenemeyen, durağan ama cansız olmayan; yok sayılamayacak, ancak incelenebilecek, sürekli seyredilebilecek bir heykelini. Siz ona baktıkça, o da size bakıyor. Bu en sıradan bir portreye baktığınızda, yaşadığınız bir durumdur. Burada değişik olan kendi bakışınızla heykelin bakışı arasındaki çizginin farkına varmanızdır. Aranızdaki bakışmanın oluşturduğu dar koridor, belki de — eğer böyle bir şeyi görebilseydik— dua eden birinin bakış çizgisi gibi bir şey olurdu. Bu koridorun iki yanındaki hiçbir şeyin önemi yoktur. Ona ulaşmanın tek yolu vardır: orada kımıldamadan durmak ve bakmak. Heykel bu yüzden o kadar incedir. Her türlü başka olasılıklardan ve işlevlerden arınmış bir durumdadır. Bütün gerçekliği görünür olmasına indirgenmiştir.

Giacometti yaşarken biz sanki onun yerinde duruyorduk. Kendimizi onun bakışının başlangıç noktasına yerleştiriyorduk, heykel de bir ayna gibi bu bakışı bize yansıtıyordu. Kendisi artık öldüğüne göre, ya da biz onun öldüğünü bildiğimize göre, kendimizi onun yerine koyacak yerde, onun yerini biz alıyoruz. Böyle olunca, çizgi üzerindeki ilk hareket heykelden başlıyormuş gibi görünüyor. Heykel bakıyor, biz de bu bakışı yorumluyoruz. Ama bu dar yol üzerinde ne kadar geriye gidersek gidelim, bu bakış bizi delip geçiyor.

Öyle anlaşılıyor ki, Giacometti bu heykelleri yaparken, kendisi için, gelecekteki yokluğunun, ölümünün, bilinemez oluşunun gözlemcileri olsunlar diye yapmış.


*
1966
John Berger

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder