Van Gogh / John Berger

Van Gogh’un mektuplarında, kendisinin kalıplaşmış kavramları ne yoğun bir biçimde bilincinde olduğunu görüyoruz. Bütün hayat öyküsü sonsuz bir gerçekliği yakalama özleminden başka bir şey değildir. Renkler, Akdeniz iklimi, güneş onu bu gerçekliğe götüren araçlardı; bunların hiçbiri onun için yalnızca amaç değildi. Bu özlem, gerçeği kurtarmayı hiç başaramayacağını sandığı zamanlarda daha da yoğunlaşırdı. Bu bunalımların bugün şizofreni ya da sara olarak tanımlanması hiçbir şeyi değiştirmez; onların patalojik özellikleri dışındaki içeriği gerçekliğin kendi kendini bir çeşit anka kuşu gibi yok etmesiydi.

Van Gogh’un mektuplarından onun çalışmasından daha kutsal bir şey tanımadığını da biliyoruz. Van Gogh çalışmanın fiziksel gerçekliğini, aynı zamanda hem bir zorunluluk, hem bir haksızlık, hem de insanın özü olarak görüyordu. Sanatçının yaratma eylemi, onun için, eylemlerden yalnızca
biriydi. Gerçekliğin kendisi bir üretim biçimi olduğu için, gerçekliğe en iyi yaklaşım yollarından biri de çalışmaydı.

Resimleri bunu sözcüklerden daha açık seçik anlatıyor. Resimlere yakıştırılan kalın ve kaba çalışma yöntemi, tualin üstüne boyayı sürerken aldığı tavır, paletteki renkleri seçip karıştırırken yaptığı, bizim görmediğimiz, ama kolayca kafamızda canlandırabileceğimiz hareketleri, görüntüyü yaratırken ellerini kullanışı, resmini yaptığı şeylerin varoluş etkinliğine benzer. Van Gogh’un resimleri betimledikleri şeylerin bir varolma uğraşıdır.

Kargalar'dan. (detay)


Bir sandalyeyi, bir yatağı ya da bir çift çizmeyi ele alalım. Van Gogh bunların resimlerini yaparken başka hiçbir ressamın olmadığı kadar iyi bir marangoz ya da bir kunduracı gibi çalışmıştır. Yaratılan şeyin parçalarının bir araya getirildiğini görürüz: ayaklar, sürgüler, arkalıklar, oturma yeri, taban, dil, topuk hep birleştirilmiş gibi resmedilmiştir. Van Gogh bu birleştirmenin onların gerçekliği olduğuna inanır.

Manzara resimleri yaparken çalışmasının daha karmaşık ve gizemli olması gerekiyordu, ama onlarda da aynı ilkelere bağlı kalmıştır. Tanrı yeryüzünü yaratırken bir ağaç ya da bir mısır tarlası yapacağı zaman toprağı, suyu, çamuru nasıl kullandıysa, Van Gogh da bir ağaç ya da mısır tarlası resmi yapacağı zaman boyayı öyle kullanıyordu diyebiliriz. Van Gogh’a tanrısal nitelikler yakıştıracak değilim, bu onu en kötü anlamda azizleştirmek olurdu. Ama gene dünyanın yaratılışına dönersek, olayın bizim için yalnız görsel kanıtları olduğunu görürüz. İşte bu dinamiklerle Van Gogh inanılmaz — burada bu inanılmaz sözcüğünü özenle seçiyorum— bir uyum içindeydi.

Bahar açmış küçük bir armut ağacı resmi yaptığı zaman, ağaca suyun -yürümesi, dalların çiçek açması, boyuncuğun fırlaması, tepeciğin sıvı salmaya başlaması hep resmi yaparken Van Gogh’un da yaşadığı eylemlerdi. Bir yol resmi yaptığı zaman, yolu yapan işçiler de kafasının içinde, onunla birlikteydiler. Sürülmüş bir tarlanın resmini yaparken o da hareketleriyle sanki pulluğun demiriyle toprağı altüst ediyordu; Nereye baksa, orada varolmanın uğraşını görüyordu; böyle olunca da, bu uğraş Van Gogh için gerçekliğin ta kendisi oluyordu.

Kendi portresini yaparsa, tıpkı falcıların insanların ellerinde gördüklerini söyledikleri gibi, o da yazgısının geçmişteki ve gelecekteki görünüşünün resmini yapıyordu. Çağdaşlarının onu anormal saymaları bizim bugün sandığımız gibi o kadar aptalca bir değerlendirme değildi. İçten gelen bir güçle resim yapıyordu. Bu bakımdan hiçbir ressam Van Gogh’la karşılaştırılamazdı.

Neydi bu ondaki önüne geçilmez güç? Bu tualdeki gerçeklikle dile getirmek istediği gerçekliğin yaratılmasını elden geldiğince birleştirme tutkusuydu. Bu yüzden, Van Gogh hiçbir zaman gerçeklikten kendine bir pay çıkarmaya çalışmamıştır. Bu zorunluluk onun bütün benliğini saran bir 'özdeşleşme duygusundan kaynaklanıyordu.

“Ben boğalara, kartallara, insanlara öyle yoğun bir hayranlık duyuyorum ki, 
bu duygu kesinlikle beni her zaman hırslı bir insan olmaya karşı koruyacaktır."

Baktığı şeye hep yaklaşmak, daha çok yaklaşmak, yaklaşmak zorunda hissediyordu kendini. Ölüm döşeğinde bu gerçekliğe o kadar yaklaşmıştı ki, gecede yıldızlar bir ışık burgacına, servi ağaçları rüzgâr ve güneş enerjisiyle beslenen canlı sinir düğümlerine dönüşmüşlerdi. Onun öyle tualleri vardır ki, bunlarda gerçeklik ressamı kendi içinde eritmiştir. Ama yüzlerce başka resminde, Van Gogh bizi bir insanın yeryüzünde, kendi öz varlığı parçalanmadan, gerçekliğin varoluş sürecine yaklaştırabileceği kadar yaklaştırmıştır.

Çok eski zamanlarda resimler aynalara benzetilirdi. Van Gogh’un resimlerini ise lazer ışınlarına benzetebiliriz. Bu resimler izdüşümünü beklemiyorlar, sanki yol alırken bir boşluğun içinden değil yaratma eyleminin içinden geçiyorlar. Boşluğun yarattığı başdönmesine karşı Van Gogh’un “her şeyiyle yeryüzü ”nü bir yanıt olarak sunması işte yeryüzünün üretilmesinden başka bir şey değildir. Art arda gelen bu sayısız resimler ürpertici ve pek de avutucu olmayan bir dille bize yeryüzünün yaratılabileceğini söylemektedirler.


*
John Berger

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder