DAVA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DAVA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

“Bir köpek gibi!”



Dava romanının (1914/15) “Son” başlığını taşıyan bölümünün (kronolojik olarak romanın birinci bölümünden sonra yazıldı) bitim cümlesi şöyledir: “Bir köpek gibi!” dedi, sanki utanç kendisinden sonra da yaşayacaktı.” Ayrıca krş.: 1917 Kasım’ında Brod’a yazılan bir mektup; Kafka mektup’ta şimdiye kadar ki yaşamından olumsuz bir özet çıkarır ve ardından Dava’daki cümleyi alıntılar.

DAVA(LI)


Davanın “özgün hali”nin ne ve nasıl olacağını kestirmek elimizde değil: Kafka’nın bitiremediği, yakın dostu Max Brod’a yok etmesi yolunda son dileğini ilettiği bu romanı, pek çok başka yazma gibi, bir ihanete borçlu olduğumuzu biliyor, o karara çoğumuz şükrediyoruz; bununla kalmıyor oysa, okuduğumuz yapıtın bir tür versiyon sayılması gerektiğini unutuyoruz: Dava'nın bölümlerini böyle sıralayan, onlara bu düzeni veren de Max Brod — yakından bakanlar, kimi kararlarını ve uygulamalarını şüpheyle karşılamışlardır.

Sadakat ve ihanet, basmakalıp yargıların üzerinde uçuştuğunu gözlemlediğimiz bir çizginin iki ucunda yeralan kavramlar. Estetik düzlemde bile aktörel vurguların ağırlığını koyduğu bir sorgulama alanı. Birbaşına handiyse bir dava kesitine açılıyorlar.

Kafka’yı Almancasından okumamış her okur gibi traduttore traditori ’nin sıradan hışmına uğradığımın farkındayım farkında olmasına; gelgelelim, mahut Haziran 1921 tarihli mektubunda yazarın üzerinde dur­duğu “Almanca yazmamanın olanaksızlığı ve Almanca yazmanın olanaksızlığı” noktasından baktığımda, ortada bir “özgün dil” bile ol(a)madığı gerçeğine hafifletici sebep olarak sığınmaktan geri durmadığımı da itiraf edebilirim.

Demek, başlangıçta, yazarın kendi, handiyse doğal ihaneti sözkonusu — ya da zorunlu, kaçınılmazlaşmış bir sadakatsizlik. Bunu, dörtdörtlük ihanetiyle Max Brod perçinlemiş: Vasiyeti çiğneyerek, dahası kendi düzenlemesini dayatarak. Sonrasında, her çeviri girişimiyle dönmeyi sürdüren çark.

Kaç okur Dava ile aracısız tanışmış olabilir, sıcağı sıcağına karşılaşanlar ayrılırsa? Okuma uğraşına gönül ver­miş çoğu insanı serüvenleri boyunca elçiler yönlendirir: Yapıta erişmelerini sağlayan bir işaret almışlardır. Araya giren yorumlar, çözümlemeler bir yandan uyandırdıkları istekle, yarattıkları çağrıyla, araladıkları perde ya da kapıyla yapıta sevkettikleri için yararlı, buna karşılık, yapıda aramıza bir canlı levha yerleştirdikleri için tehlikelidirler: İhanet, bir de o düzlemde işlemeye koyulur. Kafka ölçüsünde yoruma boğulmuş pek az yazar tanıyoruz, modern edebiyat bağlamında: Blanchot ve Marthe Robert’den Deleuze’e, herbiri, doğru ya da eğri, sapmalar doğurmuştur. Düşüncelerimde bir yorgunu yokuşa sürme eğilimi görülürse doğrularım: Bunca yılın sonunda, her okuma seansının sadakat sınırlarını zor­lama eşikleri yarattığına vardım.

Çizdiğim çerçevenin, Orson Welles’in Dava uyarlamasına yönelik, filmin gösterime girdiği dönemde yaşanan sadakat sorgulamasını büsbütün saçma buldu­ğumu belirtmeme gerek bırakmadığı ortada. Bir yapıt üzerine/üzerinden bir başka yapıt kurmak zaten başka bir şey yapılacağının açık göstergesi: Öndeki yapıt arkadan geleni, gelecek olanı tetiklemişse, yabana atılması olanaksız gerekçeler devreye girmiş demektir.

Orson Welles in, sözgelimi Shakespeare’de de bahaneler bulduğunu biliyoruz. Bir noktada Davayı çevirmek istemiş. Fiili pek masum bir düzlemde kullanmıyorum burada; Resnais’nin “je tourne, parce que je veux voir comment ça tourne” cümlesine oturan fiil hem (film) çevirme’yi, hem ‘herşeyin nasıl döndüğünü (çevrim yaptığını)’ mimliyor ya, burada, demek Türkçede, farklı bir üstüste biniş sözkonusu: Welles, evet, Davayı kendi dilin (d)e çevirmeyi hedef tutmuş, demeye getiriyorum.

“Fabula"yı, Max Brod’un romanın sondan bir önceki bölümüne (‘teolojik gerekçelerle, miydi gerçekten de?) yerleştirdiği kısa, çekirdek metni Kafka, sağlığında, bağımsız bir metin olarak yayımlamıştı — dolayısıyla, bir biçimde yüzdüğü söylenebilecek o kıssayı Welles’in filminin jeneriğine yedirmiş olmasına terslenmeyi, sırayı bozma tutuculuğuna sapılmasını anlamak güç: Uyarlamak uymak da, ayak uydurmak da değildir: Midir?

Kaldı ki, kendi payıma, filmin jenerik bölümünün (belki o kesite filmin sonunda, Welles,in kendi sesinden meta-söylemini de ekleyerek) özerk, bağımsız, birbaşına yeterli bir kısa film sayılabileceğini düşünüyorum: Alexeieff-Parker çiftinin iğne düzenekli çizgi-kareleri "tür"ün öncü örneklerinden birini oluşturuyor: Sonradan çizgi-roman örnekleri çıkagelecek Dava’nın, hiçbiri "Ceza Sömürgesi"nin suç bildirisini deri üstüne dokuyan iğneli aygıtı oysa hesaba katmayacak.

Orson Welles’in Dava'nın ardından, film hakkında bütün söyledikleri ucuca getirildiğinde, ana vurguyu girişiminin kişiselliğine yüklediği apaçık görülüyor:

Kendisini bildi bileli taşıdığı suçluluk duygusu, Suç- Devlet ilişkisinin olanca ağırlığıyla bireyin üstüne bindirilmesi karşısındaki temel felsefi konumu onu Kafka'nın yapıtına yaklaştırmıştır: Büyük bir yazarın büyük bir yapıtını ekrana taşıma tasası taşımadığının altını çizer. Burada, asıl “auteur” kendisidir: Davayı en önemli filmi, çünkü en öznel çıkışı saymıştır.

bülent erkmen

Bu noktada, Kafka’nın Davayı nasıl yazdığı ne denli belirleyiciyse, Welles’in Davasını nasıl gerçekleştirdiği o denli belirleyici denklemine geliyoruz: Ekranda, İkincisi (1984) ilkinden (1962) yedi dakika kısa süren akışı hangi dil yoğuruyor?

Orson Welles in F for Fake, Chartres




Bu yapı yüzyıllardır burada duruyor. Batı dünyasının belki de en eski yapısı. Ve üstüne bir imza bile atılmamış. Chartres. Tanrının azametinin ve insanın aczinin bir anıtı.

Bugünlerde tüm sanatçılar yalnızca etten kemikten ibaret gibiler. Çıplak, yavan, meydanda. Artık bir anıt yaratmak isteyen kimse yok. Evrenimiz, (bilim adamlarının devamlı söylediği gibi) tek kullanımlık. Bütün yaptıklarımızın içinde belki de- bu anonim eser, bu taştan orman, bu epik ilahi, bu göz alıcı güzellik, bu şehadet sancağı, bütün şehirlerimiz yok olduktan sonra öylece el değmemiş bir şekilde ayakta kalır ve nereden geldiğimizi, neyi başardığımızı bize gösterir.

Yaptığımız bütün taş yapıtlar, resimler, yazılar birkaç yıl (belki de bin yıl) hayatta kalıyor, sonrasındaysa miladını doldurup nihayetinde de toprağa karışıyorlar. Zaferler ve hileler. Hazineler ve taklitler. Hayatın değişmeyen bir gerçeği. Hepimiz ölümü tadacağız.

"Gönlünüzü ferah tutun" diye sesleniyor bizlere geçmişten seslenen merhum sanatçılarımız. "Türkümüzü kimse söylemeyecek. Ama ne olmuş söylemeyecekse? Biz şarkımızı söylemeye devam edelim."

Belki de bir kişinin adı o kadar da önemli değildir.

*
ORSON WELLES
F for Fake'den

Orson Welles (The Trial)









— Dava’da, (The Trial) gücün kötüye kullanılmasına karşı ciddi bir eleştiri yapmışa benziyorsunuz; en azından bu unsur daha fazla be­lirginlik kazanıyor: Perkins bir çeşit Promethe görünüşünde.

— Aynı zamanda küçük bir bürokrattır da. Onu suçlu olarak görü­yorum.

— Neden suçlu olduğunu söylüyorsunuz?

— Kim bilir. Perkins kötülüğü temsil eden birşeye ait ve aynı za­manda kötülüğe bağlı biri. Kendisine yöneltilen kınama, ayıplama ve azarlamadan sorumlu değil, ama aynı zamanda suçlu da. Suçlu bir top­luma ait ve onunla işbirliği yapmakta. Sonuç olarak, ben bir Kafka tak­litçisi değilim.

— Joseph K. mücadele etmek zorunda mı?

— Mücadele etmiyor, belki mücadele etmek zorunda kalacaktı fakat filmde tavır almadım. K. sürekli işbirliği yapıyor, Kafka’nın kitabında da bu böyle. Ben, sadece sonunda acımasız, taş yürekli cellatlara mey­dan okumasına izin verdim.

— Bu senaryonun değişik bir sonla biten başka bir yorumu daha var: Orada K cellatların hançer darbesi altında ölüyordu.

— Bu son benim hoşuma gitmedi. Bunun Hitler’den önceki dönem­de bir yahudi tarafından yazılmış baleye ait olduğunu sanıyorum. Altı milyon yahudinin ölümünden sonra, Kafka böyle bir final yazamazdı. Bana öyle geliyor ki, bu son, Auschwitz’den önceye ait. Benim koyduğum sonun çok iyi olduğunu söylemek istemiyorum, ama bu tek çözüm yoluydu. Birkaç dakikalığına bile olsa bu bölümü büyük bir hızla geç­mek zorundaydım.




— Eserinizin değişmez öğelerinden biri de bu özgürlük savaşı ve ki­şisel savunma.

— Bu bir onur savaşıdır. Günümüzün umutsuzluktan söz eden sa­nat eserleri, romanları ve filmleriyle aynı fikirde değilim. Bir sanatçı­nın toplam umutsuzluğu konu olarak seçebileceğini düşünemiyorum: Biz günlük hayata çok yakınız. Bu tür konular ancak, yaşam daha az tehli­keli ve daha kabul edilebilir olduğu zamanlar kullanılabilir.

— Dava'nın sinemaya uyarlanmış şeklinde temel bir değişiklik var; Kafka’nın kitabında K’nın kişiliği filmdekinden daha pasifti.

— Gerçekten de onu daha hareketli hale soktum. Hareketsiz, durgun kişilerin drama elverişli olmadığına inanıyorum. Antonioni’ye karşı de­ğilim, ama kişisel dram anlayışımda, kişiliklerin belirli birşeyler yapma­sı gerekir.

— Dava eski bir tasarı mıydı?

— Bu romandan iyi bir film yapılabileceğini düşünmüştüm. Ama kendim yapmayı aklıma getirmemiştim. Bir gün tanımadığım biri geldi ve Fransa’da yapılacak bir film için finansman bulabileceğini söyledi. 15 filmlik bir liste vererek seçimi bana bıraktı. Bu listeden en iyisi ola­cağına inandığımı seçtim: Dava. Benim yazdığım bir hikayeyi film ya­pamayacağıma göre Kafka’yı seçtim.

— Gerçekten yapmak istediğiniz filmler hangileri?

— Benimkiler. Benim yazdığım senaryolarla dolu biri çok çekmecem var.

Orson Welles: Bir Amerikan Mitosu


Orson Welles çocuk yüzlü bir dev, dalları kuşlarla dolu büyük bir ağaç, ipini koparıp gül bahçesinde yatan bir köpek, çalışkan bir haylaz, akıllı bir soytarı, insandan kaçan bir hümanist,  sınıfta dalga geçen üstün bir öğrenci, işine geldiği zaman sarhoş gibi davranan bir taktik ustasıdır.

(Jean Cocteau)


Genel olarak dünyaya, özel olarak Birleşik Devletler'e, bölgesel olarak New York'a, özellikle tiyatroya, bu kadar titiz olmayalım, Hollywood'a kırk yedi yıl önce Orson Welles adında bir anka doğdu. Anka sözcüğünün çoğulu olmadığına dikkat ettiniz mi bilmiyorum: "ankalar" demek, gülünç değilse eğer, imkansızdır; "çok tek" demekle aynıdır bu. Bu sözcüğün niye çoğulu yoktur? Çok basit, çünkü anka tek bir kuştur; dünyanın başlangıcından beri yalnızca tek bir anka kuşu var olmuştur, yüzlerce, binlerce kez alevlerin içinden tek bir anka çıkmıştır. Truva yıkılıp yakıldığında tahta atın küllerinden bir ankanın uçtuğunu söylerler; efsanelere göre Roma'nın yandığı günlerde Neron bir anka besliyormuş; büyük Chicago yangınında, kavrulmuş mahkeme kayıtlarına sarmalanmış bir anka bulmuşlar. Dahası da var: bazı tarihçiler, birkaç arkeolog ve Kübalı profesör Apolonio, ateşi keşfedenin insan değil de anka olduğunu iddia ediyor.

Adı Orson soyadı Welles olan bizim ankamızın başarısızlıklar arasında tamamen yanmama ve her seferinde ortaya bir öncekinden daha güleryüzlü çıkma gibi bir şanssızlığı olmuştur. Şimdi hayatta olmayan dostu Richard Wright bile sevimli bir sitemle avutuyordu kendini: "Bir Orson Welles yeterlidir. İkisi kuşkusuz uygarlığın sonunu getirir."


1915 - 1985

Orson Welles Yurttaş Kane'le özdeşleşmeye o kadar yaklaştı ki birinden bahsetmeden öbüründen bahsetmek mümkün değil. Düşüncelerini çaldığımı itiraf edeceğim bir eleştirmen, hayatımdaki en etkili kişi ve tanıdığım en kötü arkadaş G. Cain galiba açıklamayı biliyor. Demişti ki: "Yurttaş Kane, insanın bir sanatçıdan sanatının kesin toplamı olarak bekleyebileceği bir başyapıttır, asla kariyerinin başlangıcı, ilk hareketi olarak değil.". Bir başka eleştirmen, F. Truffaut da "İnsan Yurttaş Kane'in yirmi beş yaşında bir adamın ilk yapıtı olduğunu anladığında kendi yapıtı hakkında biraz daha mütevazi olmalı" diyordu. Lanetlenmiş, hezeyan derecesinde övülmüş, inkar edilmiş, göklere çıkarılmış, yasaklanmış, tüketilmiş, eleştirilmiş, methedilmiş Yurttaş Kane, sinema tarihinde söyleyecek en çok şeyi olan filmlerden biridir. Tuhaf bir biçimde, dedikleri gibi bir yirminci yüzyıl mitosuna dönüşmüş olan yaratıcısıyla, Orson Welles'la mükemmelen değiştirilebilir.

G. Cabrera İnfante



Daha önce Yurttaş Kane'i izlemiş, ve ismini sıkça duymuş  
olmama rağmen Welles'ı en çok da Dava'yla keşfettim. Anladığım kadarıyla pek
 meşhur olan şarkısını da yeni işitiyorum: 



Welles, Orson


Fransız Devrimi tek büyük yazar çıkarmıştır, denilir, onu da kabul etmedi: Sade. Sovyet devrimi şairlerini sevmedi: Alkol, intihar, çalışma kampları. Cumhuriyetimiz en radikal yazarlarına fanus geçirdi: Nazım Hikmet, Oğuz Atay, Leyla Erbil. Coca Cola'lı, home computer'lı, sekiz silindirli Amerika tek dehasını hazmedemedi. Orson Welles'i durmadan nükseden bir çıban sandı, oysa dinlenen bir yanardağdı.

Aslında Amerikalılara hak vermemek elde değil. Rüştünü yeni ispat etmiş bir çocuk, tek bir radyo programıyla hepsini sokağa dökmüş ve toplumsal paranoyanın varlığını somutlayabilmişse, onu frenlemek gerekirdi. Üstelik bir fırsat daha verildi kendisine, Onu da kötüye kullanıp sinema tarihinin en iyi filmini yaptı: 1949

Yaygın kanı, ehlileşmiş olmasa bile, Orson Welles'in bir daha doruklarda gezemediği yolundadır. Eleştirmenlere, sinema tarihçilerine bakılacak olursa; yönetmen olarak bir daha Yurttaş Kane'in hizasına ulaşamamış, oyuncu olarak 'gövdesini gezdirmiş', tiyatroda ve televizyonda biraz muppet show'laşmış, kısacası, Swift'in deyimiyle 'bir sabun gibi ufalarak sürdürmüştür hayatını'.

The Trial. 1962, Orson Welles

Yaygın kanıları pek sevmem ben, onun için de bu filmin "öteki" seyircilerindenim. Tiyatro çalışmalarını, radyo ve televizyon izlencesini uzaktan olsun tanıyamadım gerçi, ama 1950 sonrasında yönettiği ve oynadığı filmleri gördüm, yazıları ve söyleşi metinlerini okudum, şarkısını dinledim. Orson Welles taşkın bir beyin, müthiş bir surat ve alabildiğine estetik bir gövde olmanın dışında, biricik bir ruhtu.

Othello'yu özellikle de Dava'yı düşünüyorum: Sinemada en zorlu olanı, uyarlamayı, inanılması bile güç bir boyutta gerçekleştirdiğine, Kafka'yı da Shakespeare gibi sinemacı kıldığına inanıyorum, kim ne derse desin. Jeanne Moreau ile Anthony Perkins'in bir bavulla yan yana yamaca tırmandıkları o "sinema tarihinin en uzun yan kaydırması"nın oluşturduğu sahne,  mahkeme kapıları ve salonu, K.nın çalıştığı büronun estetik iskeleti, ressamın atölyesine çıkan merdivenin tahta basamaklarının arasından sızan tehdit edici huzmeler, bir odada kıstırılmış bekleyen Akim Tamiroff, hepsinin ötesinde de kendisi. Profilden muhteşem Welles. Bir dışavurumcu sinema güldestesi. Bundan da fazla! Son çeyrek yüzyılın en iyi anlatılmış filmlerinden biri, tekrarlıyorum, kim ne derse desin.

Dava Üzerine / Enis Batur


The Trial, 1962, Orson Welles


Meğer Cahiers du Cinema Dava'yı kuşatan küçük ama derli toplu bir kitap yayımlamış 2005'de: Jean-Philippe Trias sisli arka hikayeyi adım adım gezdiriyor. Baktım, Piranesi konusuna o da girmiş. Asıl can alıcı olan, meraklıların çoğunun bildiğini sandığım konuyu yeni öğrendim: Muazzam mekan çalışmalarını Welles'in, o sıralarda terkedilmiş durumda, yıkılmayı bekleyen Orsay garında yapmayı akıl etmiş olması ürpertti beni. Hem de dört dörtlük gerekçelerle: "Keder atmosferi"nden Auschwitz'e ve Cezayir savaşına bağlayarak rayları.

Açık söylemek gerekirse Dava'yla ilgili hiçbir satır okuduğumu anımsamıyorum, filmi gördüğüm dönemde. 1969'da, İstanbul'da beş parasız bir lise öğrencisi: Nereden, ne bulabilirdim? Çevremde konuşabileceğim, diyalog kurabileceğim kimse yoktu. Şimdi o yalın halin önemi üzerinde bundan duruyorum: Artık bir filmi böyle izlemiyoruz, izlettirmiyorlar, azimli davranmadıkça ek bilgi yağıyor insanın üstüne. Nighwatching'in bitiminde, epeydir göremediğimiz "The End" yazısının ardından koskoca bir satır çıktı ekrana: Nightwatchingfilm.com! Dayanamadım, gözattım tabii, eve dönüşte: Yok yoktu! 'Fena mı, her şeyi ayağınıza getiriyorlar' diye akıl yürütülebilir, tersi yönde de: 'Rahat bırakmıyorlar'. Filmle başbaşa kalmak iyidir, bir süre. Sorular tırmalıyorsa, iz sürülür. Yakıcı olan, hala dilediğiniz filme ulaşmanın olanaksız kılındığı durumlarla karşılaşmamız: İşte Bergman'ın En Presence d'un Cown'u: Arte'de izleyebilmiştim, o gün bugün boş yere aradım her köşede: Yapımcılararası anlaşmazlık yaşanıyormuş, yeni öğrendim!


The Trial, 1962, Orson Welles

Dava'ya dönersem: Filim 1962'de çıktığında, doğan tartışmalarda bir toz bulutu oluşmuş: Sadakat mı ihanet mi kavgası bana komik geliyor, hele Brod'un Kafka'ya sadakatından sonra! Kafka on yıl daha yaşasaydı ne olacaktı? Dava'yı yayımlayacak mıydı, yoksa yok etme kararını mı uygulayacaktı? Diyelim ilk çözümü benimseyecekti: Metnin düzeni, sıralaması ne yönde gerçekleşecekti? Bu halini Max Brod'a borçluyuz.

Biraz daha eşinmek istiyorum Welles etrafında -onbeş yaş daha genç olsaydım, oturur küçük bir kitap, olmadı bir başkalaşım metni kurardım etrafında. Şimdi: Emin değilim.

Sekiz Buçuk bir yana, Başkalaşımlar'da sinemaya açılmamış olmam bugün bakınca tuhaf görünüyor bana. On film, on başkalaşım için en iyi onu, en etkilendiğim onu seçmezdim sanırım: Sorun'lar üzerinde yoğunlaşırdım. Dava, bir ucundan uyarlama konusunu, öbür ucundan suçluluk izleğini ayartırdı herhalde. Yazmaya koyulmasın kişi, nerelere uzanır!

Bugünlerde, Orson Welles Orsay'e çağırıyor beni -

The Trial (Franz Kafka'nın Romanından) 1962, Orson Welles


" Kanun önünde bir kapıcı durmaktadır. Bu kapıcıya taşradan bir adam gelir. Adam kanundan içeri girmek ister. Ama kapıcı izin vermez. «Sonra girebilir miyim?» diye sorar adam. «Belki,» der kapıcı. Adam aralıktan içeri bakar: «Kanun kapısının herkese açık olması gerekmez mi?» 
«Ben izin vermeden içeri giremezsin! Ben çok güçlüyüm. Gene de kapıcıların en küçüğüyüm. İçerde başka kapılar, her kapının önünde başka kapıcılar var, her kapıcı bir öncekinden daha güçlüdür.»

Kapıcının izniyle adam oracığa oturur ve beklemeye başlar... Yıllar geçer. Adam, belki kandırırım umuduyla elinde ne varsa kapıcıya verir. «Bunları alıyorum ki sonradan "keşke şunu da

yapsaydım" demeyesin» der kapıcı. Uzun yıllar boyunca kapıcıyı gözetleyen adam, sonunda kapıcının kürkündeki pireyi bile tanır ve yaşlanıp çocuklaşınca, kapıcıyı ikna etmesi için o pireye bile rüşvet verir. Yaşlılıktan gözleri iyice körelen adam kanun kapısında bir parıltı fark eder. Parıltı kapıdan dışarı sızmaktadır. Ölmeden önce adamın tüm hayatı bir tek soruya dönüşür. Daha önce hiç sormadığı bir soruya. «Amma da arsızmışsın, gene ne var?» diye çıkışır kapıcı. Adam soruyu sorar:
«Her insan kanun kapısından içeri girmek ister. Öyleyken, neden bu kapıdan girmek isteyen benden başka kimse olmadı?»

Yaşlılıktan adamın kulakları sağırlaştığı için kapıcı bağırır: «Senden başka kimse bu kapıdan giremezdi, çünkü bu kapı sadece senin içindi. Gideyim de kapatayım bari!...»


Bu öykü 'Dava' adlı romandan alınmıştır. Bu öykünün mantığının düşlerin mantığı ile

aynı olduğu söylenir ya da kabusların... "

(filmden)






Yazı: Enis Batur,
Sinema Yazıları

Herkesin ilk gençlik döneminde, üzerinde bağlayıcı, belirleyici etkileri görülen karşılaşmaları olur, bunların bir bölümü yapıtlarladır. 1968-1972 arası, 20 yaşı önceleyen zaman dilimi içinde, zihnimi ve duyarlığımı damgalayan yapıtlardan birisi Dava oldu. Ters bir sıralamayla: Önce Orson Welles'in filmini gördüm, sinematekte; sonra Kafka'nın kitabını okudum. İlk ciddi yazım, yanlış anımsamıyorsam, 1971'de çıkan, Dava'nın sinematografik anlatımıyla ilgili denemeydi.

Tamı tamına kırk yıl sonra, üçüncü kez izlerken filmi, seyreden öznenin evrimi üzerinde yeniden düşünme fırsatım doğdu. 1969'un ben'iyle 2008'inki nasıl karşılaştırılabilir? İlki birikim ve donanımdan yoksun, şaşkın ve hazırlıksız genç bir adam; ama el değmemişliğin, seçimlerini ve değerler dizgesini oluşturmuş olmanın uzağında durmasının bir daha geçerlilik kazanamayacak bir özgünlüğü var. İkincisi, en amiyane deyişle kaşarlanmış bir perspektif; hem kendi akıntısına kapılmış, hem, vakti geldiğinde, kıyıya çıkarak onu gözden geçirmeye çalışmış olgun adam.

Orson Welles'e, yolda döndüğüm, uğradığım oldu. Yazıktır, buzdağının görünmeyen bölümüne ulaşamadım. 1970 sonrası yaşadığı büyük girişimleri ve bozgunları, onlardan kalan yüzlerce saatlık çekim örneğin. Biriki üst film - sanıyorum bir tanesi de Dava'nın çekim süreci ile ilgili. Bir de, dostlarıyla tartışmalarını ya da düşünsel temrinlerini bile bir yardımcısı aracısıyla filme aldırmış, onlar. Çizimleri, skeçleri, notları. Gerçekten tanımak isterdim residua'yı.

Dava'da, öyle gördüm bu sefer, Piranesi'nin okkalı etkisi olmuş. Jenerikte ve sonda kullandığı siyah beyaz kara kalem çalışmalar yüzünden söylemiyorum bir tek bunu. Başta ressam atölyesinin ortasında geçen karabasansı sekans, birden fazla bölümde Carceri'nin uzantılarını seçtim.

Kafka ne düşünürdü, Welles'ın yorumu hakkında? Benim, bir edebiyat ürününden yapılmış en sıkı uyarlama saymam Dava'yı, bu görüşün başka yazarlar tarafından paylaşılacağı anlamına gelmez -bırakalım yazarın kendisini. Kaldı ki, Welles'in kendi içevreninin yarattığı bir güzergahı seçmiş olduğunu ileri sürmek eldedir. Elbet öyle yapacaktı, yoksa sinema adamı değil yönetmen sıfatı taşırdı.

Orson Welles'in Shakespeare uyarlamalarını da el üstünde tuttuğumu gizleyemem. Greenway'e dek, bir tek Kurosawa o ayar yorumlar getirebilmişti; benim gözümde.

Şimdi bakınca, Dava'yı bir bahane olarak kullandığı açıklık kazanıyor gözümde - tıpkı Othello'nun bahane oluşturması gibi.

Bir tragedya yazarı Orson Welles.

Aeschylles, Euripides: Bugün yaşasalar sinematograf olacaklardı.