Kanlı Devrim




Massacre (kıyım) sözcüğü mezbaha anlamına gelen Arapça bir sözcükten (meslah) gelse de, Fransız dilinde öncelikle sürek avıyla ilgilidir. Dionysosçu bir ayine yön veren bir töre uyarınca, savunmasız kurbanların bir grup avcı tarafından aynı anda öldürülmesi anlamına gelir. "Tazı payı" anlamı da gizlidir sözcüğün içinde. İnsana uyarlanan massacre adli bir karara göre uygula­nan işkence ve ölüm cezalarının karşıtıdır; çoğunlukla toplu öldürüm ama­cıyla yapılan ve neşeli bir kalabalığın katılımına izin vermeyen kurşuna diz­meden de farklıdır.

Massacre, hayvanlar aleminde de öncesinde av olmaksızın, oyun aracılı­ğıyla toplumsallaşma biçimlerini açığa çıkarmaksızın, gerçek toplu heyecan­lar içermeden, şeyleştirmeden, kurbanın bedeninin ete dönüştürülmesinden başka bir şey olmayan kesimden derinlemesine farklıdır. Hayvanın kesilmesi ayinsel bir yöntemden ziyade basit bir tekniktir.

19. yüzyılda insan kıyımındaki uygulamaların ve figürlerin anlaşılma­sı için, en azından 18. yüzyılın ortasında yerleşmiş ve ondan sonra Devrim'in farklı evrelerinin nispeten acımasızlığı üstüne kapanmak bilmeyen tartışma­yı belirlemiş antropolojik doğanın ve duyusal kültürün altüst oluşuna bak­mak gerekir. Hiç kuşku yok ki, bugün tarihçi iyilerle kötülerin edimlerinin karşılaştırmalı olarak incelenmesine kapılarak bir yargı ileri sürmemelidir; çünkü bu incelemenin işlevi geçmişi anlamaktan ziyade karşıt cephelerin res­mini çizmektir.

Bununla birlikte, Devrim eski kıyım uygulamasını yeniden başlatmış -yalnızca kin zincirlerini yaratarak ya da harekete geçirerek olsa da- ve kıyım yöntemlerinin yeniden düzenlenmesine neden olmuştur. 1789 yazı, Temmuz ve Ağustos ayları (taşrada), 1792 Eylül'ü (Paris'te), 1793 ilkbaharı ("Vendee"de) bu zincirinden boşanmanın başlıca süreçleri yaşanır. Bu tarihlerde bazı açı­lardan idamın teatralliğiyle uyumlu bir şiddet gösterisi açığa çıkar. Kendisi­ni kanlı bir temsile kaptırmış; kararlılıkla edimlerinin meşruluğunu kanıtla­mak, bu edimlerin varsayılan etkisinin tadını çıkarmak ve kendiliğinden ge­len cezalandırma aracılığıyla tehdit altında gördüğü dengeyi yeniden kur­mak isteyen bir kalabalığın işidir bu gösteri. Bu dramatik sahneler öykünme oyunuyla ve içinde sorumlulukların azaldığı toplu bir güdümlülük doğuran gizli bir tehdit duygusuyla sürer gider. Kıyım kimi zaman bedenin gerçekli­ğine gerçekdışı tarafların varlığını katmayı, o zamana dek aşırı bulanık olan sınırları belirlemeyi ve bilinçli olarak kin akımları başlatmayı amaçlayan şid­detli bir özgürleşmedir.

Bu kıyımlar, söz konusu olan ister köylü ayaklanması örneğinin etkisinin kestirilmesi, ister bu dramların idam ve darağacıyla olan ilişkilerinin belir­lenmesi, isterse karnavalla olan benzerliklerinin bulunması olsun, farklı okumalara konu olmuştur. Öyle ya da böyle, bu toplu şiddet hareketlerinin ken­dilerine özgü birtakım özellikleri vardır. Kamusal alanda -sokak, meydan, liman-, gündüz, çoğunlukla da yaz güneşinin altında gerçekleşmişlerdir. Bu görünürlük sesli alarmların sıklığıyla uyum içindedir. Alarm çanı, harekete geçirdiği kıyımla bağlantılıdır. Çan sesi o korkunç koşullarda, söylentiye ger­çeklik kazandırır. Komplo tehdidini var eder.

Şiddetin zincirinden boşanmasının özelliklerinden biri de hem hareket hem de dil alanında, görünüşte kendiliğinden, hatta tiyatro sahnesini akla getiren belli bir buluşla gelişmesidir. Bu yaratıcılığın yansıttığı bayram hava­sı, kıyımı şölenle ilişkilendirir. Düşmanın kolunun bacağının koparılıp karnı­nın deşilmesi görüntüsünün verdiği hazla; kısacası, Devrim'in kendisini al­gılamasını, düşünmesini ve dile getirmesini sağlayan, düşmanın eğretilemesel canavar bedenine uyarlanışının gösterisiyle devrimci enerjinin açığa çık­masını sağlayabilir.

Devrim'in ilk yıllarındaki kıyımlarda 16. yüzyılın sonunu kana bula­yan aşırılık sahnelerinden birçok öğeye rastlarız yeniden; bunun dışında, bazı hareketlerin anlamı, karmaşık bir ifade aktarımı sonucunda yitmiş gi­bidir. Yakın zamanlı birtakım çalışmalarda incelendikleri için, örnek olarak Machecoul ve La Rochelle (Mart 1793) kıyımlarını ele alalım. Dram bu olay­larda bir "yığın"ın, bir "ayaktakımı"nın işidir. İnsan topluluğu kalabalığa, tesadüfi toplaşma da bilinçli toplanma haline dönüştüğünde kıyım patlak verir; harekete geçmenin olmazsa olmaz koşuludur bu. La Rochelle'de,
21 Mart'ta kıyıma katılan ya da tanık olan dört yüz kişilik bir topluluk vardır. Söz konusu korkunç kalabalık suçlulardan, serserilerden, "yabancılar"dan oluşmuş bir sürü değildir; o insanların dörtte birini kentli zanaatçılar ve ka­dınlar oluşturur.

Öldürme işi sözlü duyuru aracılığıyla teatralleştirilmiştir. Bir antik tra­gedya korosunu akla getiren, iç içe geçmiş diyaloglar ve büyüleyici sözler kıyımı bir gösteri haline getirir. Sanki kalabalığın bu şiddete alışma süresi­ne gereksinimi vardır. Meydan okuma ve kutsallığa küfür içermeyen vurgu­lu "sövgüler" dramın bu ilk aşamasını besler. "Düzmek" (foutre) sözcüğünün sık kullanımı, Antoine Baecque'in "düzücü enerji"nin iktidarsız hükümdar­dan, güçlü ve halkçı Herakles'e geçişine adadığı sayfaları desteklemektedir. Koronun sözleri ("topluca" haykırırlar: "Ölüm", bir başka topluluksa şöyle bağırır: "Kafasını keselim!") kıyımdan sonraki kahramanlaştırıcı yorumu hazır­layan bireysel övünmelere ara verdirir (gemici Bellouard: "Lime lime doğra­yacağım onları").


Tam anlamıyla öldürme işlemi -mahkeme salonlarının çıkışında Ey­lül kırmacılarının (septembriseurs) düzenlediği ürkütücü insan dizilerini dü­şünüyoruz burada- ilerleme sırasında gerçekleşir, bu da sonradan çarmıh yolu eğretilemesinin kullanılmasını kolaylaştırmıştır. Kurbanlar bir tok­mak ya da maşayla öldürülür - kadınlar odun kullanmayı yeğlerler. Söz konusu insanları kesmek için kimi zaman bir tahta parçasının ucuna takıl­mış bir bıçak ya da ustura kullanılır; özetle, evlerde sık kullanılan aletler­dir bunlar. Şunun da altını çizmek gerekir: Ölüm hızla gerçekleşir. Kıyım Damiens'in idamındaki gibi ağır ağır acı vermeye çalışmaz. Bu açıdan, sürek avı örneğine uymaktadır.

Ayinin özü cesede nasıl davranıldığıyla ilgilidir, kaldı ki söz konusu ola­nın eski kıyımın yalnızca yeniden düzenlenmesi mi, yoksa hayvan öldürme­den türemiş uygulamalar mı olduğu pek bilinmemektedir. Harekete her za­man söz eşlik eder. Söz öykünmeyi doğurur; meydan okumayı ve coşkuyu ateşler. Boyun kesmenin baskın olduğunun altını çizmek gerekir, oysa başı gövdeden ayırmak başlıca ceza yöntemlerinden biri değildir. Devrim'in ilk yıllarında meydana gelen kıyımlarda, öncelikle “boyun kesilir". Bu hareket çoğunlukla yeterli olur. Bunun dışında ayrıca kurbanın karnı açılır, kimi za­man -ama görünüşe göre daha ender olarak- yüreği çıkarılır. Burada din savaşlarının anısının etkisi nedir? Kurbanın bedenine gizlenmiş sapkın mez­hepli hayvan arayışı ne ölçüde bu uygulamalara yansır? Bunu söylemek güç. Öte yandan, şunu anımsatmak gerekir ki, baskın söylem o dönemde kendine hedef olarak aristokrat canavarı alır.

Karnın deşilmesi bazen yakın zamanda tarihöncesi dönem uzmanları tarafından incelenmiş kesme ve binyıllık koparma işlemiyle katmerlenir. Bir tutam saç yolunur, kulaklar kesilir, et parçaları koparılır, cinsel organlar alı­nır. "Darbelet usturasıyla karınlarını deşti ve erbezlerini kesti" diye akta­rır La Rochelle'li bir tanık. Bu en son hareketler aşağılama ya da teratolojik bir keşif yapma isteğinden daha ziyade kanlı ganimetler elde etme arzusu­na işaret ediyor gibidir. Koparılan parçalar teşhir edilir ya da daha çok bir mızrağın, bir dirgenin, bir sopanın ucunda sallanır. 1792'de Eylül kırımcıları böyle yapmıştır. Ganimet hem gösteri, hem gezinti, hem yürüyüş, hem ya­banıl bir şölen özelliklerini taşıyan alayın başında yer alır. Burada karnaval­la olan bağlantı açıktır. La Rochelle'de insanlar kıyım için makyaj yapar, kı­lık değiştirir, birbirlerine et parçaları atarlar. Acımasızlık süreci (1789-1793) devrimci şölende sürekli gülmenin ve aynı zamanda gülmenin siyasallaş­masının sürecidir.

Şimdi gelelim kurbandan geri kalan şeylerin olası aşağılanması konusu­na. La Rochelle'de cesetler yük arabalarıyla çekilir, ama toplu mezara atıldık­larını gösterecek herhangi bir kanıt yoktur. Claudy Valin yamyamlık hayali­nin sürekli kol gezdiğini vurgular. Paolo Viola, tarihsel antropoloji perspektifinde, gerçek ya da simgesel anlamda içe alma, yeme hareketlerinin anlamı­nı ve kapsamını son derece başarılı biçimde çözümlemiştir. Belki bu tutum da yalnızca masallardaki çocuk yiyen devleri canlandırma arzusunu yansıt­maktadır. Parçaların (baş, yürek, cinsel organlar) evlerde ve özel mekânlarda nasıl korunduğu konusu, daha az incelenmiş olmasına karşın, çok önemlidir. La Rochelle'de şarap satan Albert, iki papazın başını -sanki onlar av ganimetiymişçesine- şöminesinin üstüne asar."

Tanıklıklara inanacak olursak, kıyımcılar gün sonunda - 1870'te - Hautefaye köyünde gerçekleşir bu olay- bir görevi iyi ya da kötü yerine getirdikle­rinin bilincindedirler.

Devrimcilerle devrim karşıtlarının uyguladıkları yöntemleri birbirin­den ayırmak güçtür. Kaldı ki, bu bizim konumuzla ilgili değil. 11 ve 12 Mart 1793'te, ayaklananlar tarafından işgal edilen Machecoul'da birbiri ardına ge­len kıyımlar, yöntem açısından aynı ayın 21'i ve 22'sinde La Rochelle'de orta­ya çıkan sahneleri andırmaktadır. Buna karşılık, o dönemde kıyımların ön­cesinde, Eylül 1792'de Paris'te olduğu gibi, yetkililerle bir "konuşma" ya da bir pazarlık yapılıp yapılmadığını, düzmece bir mahkeme kurulup kurulmadığı­nı bilebilmek gerekir.

Gelgelelim, işin en ilginç yanı, kanlı sahneler karşısındaki dehşet duy­gusunun saptanması ve bu duygunun yoğunluğunun sorgulanmasıdır. Deh­şet derken varlığın geçici de olsa bir topluluktan ayrılma duygusu yaratan ve kıyımı bir gösteri haline dönüştüren başkaldırısını kastediyoruz; hayvana ve canavara benzerliğin birbirine sıkı sıkıya bağlı olan bilinci ve reddi; ken­di içinde gizil durumda bulunan iğrençliğin korkutucu keşfi. Claudy Valin bu alanda ilginç bir çözümleme yapmaya kalkmıştır. 21 ve 22 Mart 1793'te, La Rochelle'de meydana gelen kıyımlarda kanlı sahnelerin ortasında insanlığın ölmediğini gösteren küçük topluluklar, dehşet sığınakları oluşur. Birçok bi­rey gösteriden, kokulardan ve çığlıklardan uzak durma gereksinimi duyar. İşin ilginç tarafı bu kez söz konusu olanın seçkin tabakadan duyarlı kişiler olmamasıdır; bunlar 1789'da ya da 1792'de, Paris halkının yabanıllığına öfkelenen Chateaubriand, Roland, Pötion gibi kimseler değildir. Bay Albert'in evindeki başları görünce dehşete kapılan kişi, Marguerite Boursiquet adlı bir hizmetçi kızdır; "[o] doğranmış, paramparça edilmiş dört cesedin görüntüsü karşısında yaşadıkları dehşet"i dile getirenler de halktan iki kişi, Joseph Guyonnet ve Madeleine Jaulin olmuştur. Bu duyarlılık retoriği tanıklara aittir kuşkusuz. Dolayısıyla, kendini te­mize çıkarmaya yönelik bir stratejiye karşılık gelir. Üstelik, bireysel sorgu yöntemi yaşanan drama ilişkin bir anlatı hazırlanmasını, kendinin geçmişe yönelik olarak sahneye konmasını gerektirir. Kısacası, adli yöntem grubun ayrışmasına ve belki de aslında o şekilde yaşanmamış davranışların bireyselleşmesine yol açar. Ne olursa olsun, tanıklar tiksintilerini dile getirirler. Bunu yaparken, retorik yardımıyla titremeyi, ağlamayı, sarsılmayı, bayılmayı, kusmayı, ayakta duramamayı ayrıntılandıran ve ortaya koyan bir tepki yelpaze­si oluştururlar. La Rochelle'de, Bay Choparmaillot şok geçirir ve uzanmak zo­runda kalır, gebe bir kadın da yaşadığı dehşetten ötürü çocuğunu düşürür.

Bu konuda, Paris'le taşra arasında açığa çıkan etki oyunlarının çözümle­mesi de ilginç olabilir. 1789 kıyımlarının başlıca sahnesi başkent Paris, ikin­ci olarak da İle-de-France'tır. Temmuz ve Ağustos 1792'de olanlarsa, daha zi­yade küçük kentlerde, kasabalarda gerçekleşmiştir. Eylül ayında Paris'te ya­şanan kıyımlar bu olaylardan etkilenmiş ya da en azından esinlemiştir. Buna karşılık, başkent örneği de az önce sözünü ettiğimiz La Rochelle dramları üs­tünde etkili olmuştur.

Tam anlamıyla kıyımın 1793 yazıyla İmparatorluk'un çöküşü arasında neredeyse yok olmaya yüz tutmasının ardından, Beyaz Terör'ün -bu kez 19. yüzyıldayız (1815)- en önemli özelliği, söylenene göre, yinelemedir. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, aradaki benzerlik göründüğü kadar kesin değildir. Anlatımda kolaya kaçıp tuzağa düşmekten sakınmalıyız kendimi­zi. Kuşkusuz, Beyaz Terör bazı yerlerde öç çarklarını yeniden canlandırmış­tır. Colin Lucas bunu açıkça gösterir. Bu anlamda Beyaz Terör, Devrim'in ilk yıllarıyla benzeşir. O dönemde eski ayin öğelerinin yeniden ortaya çıkışına tanık olunur: Avignon'da Mareşal Brune'ün bedeninin aşağılanması ya da Toulouse'da General Ramel'inkinin parçalanması; bu kez canlı olan beden, olayı Devrim öncesi ve monarşi dönemindeki işkence uygulamalarıyla ilişkilendirir. Ama Beyaz Terör'ün aşırılıkları özünde kan dökücü önderlerin yö­nettiği (Trestaillon, Quatre-taillons...), eşkıyaları akla getiren, daha önceden kurulmuş çetelerin işidir - ve bu da tam anlamıyla Terör dönemine gönder­meden uzaklaştırır onu. Bunun nedeni o arada iç savaşın bu biçime bürünmesidir. Beyaz Terör dönemindeki şiddet olaylarını gerçekleştirenler tıpkı Direktuvar dönemindeki "eşkıyalar" gibi ateşi kullanırlar. Kimi zaman kurbanları­nı ambarlarda yakarlar. Tüfek kullandıkları da olur. Özetle, bu, başta anlattı­ğımız kıyımdan oldukça uzaktır.

Fransa'da 19. yüzyıl, iç savaşın durmaksızın yinelendiği bir süreçtir. Bu yinelenme Anglosakson tarihçileri derinden etkilemiştir. Ama bu sürecin en kesin özelliklerinden biri de kıyımın, yani birdenbire olan, hoyrat, gün orta­sında ve kamusal alanda şen bir kalabalık tarafından ortaklaşa gerçekleştiri­len öldürme işleminin neredeyse ortadan kalkmasıdır. Kısaca söylemek gere­kirse, şiddetin tarihi dehşetin etkisine boyun eğer.

O dönemde eski kıyımları akla getiren birkaç olay aslında o kıyımlardan bütünüyle farklıdır. Buradaki kurbanlar teker teker belirlenmiş, çoğunlukla kimlikleri saptanmış, katilleri tarafından önceden sevilmeyen kişilerdir. Bun­dan böyle kıyım olarak değil de linç olarak adlandırılması yerinde olacak uygulamanın simgesel işlevi de değişmiştir. Kuşkusuz, kalabalık, eskiden ol­duğu gibi, şiddet aracılığıyla öfkesini boşaltır, düzen ya da olası saldırı tehdi­dinden kurtulur. Ama öfkesini tek bir bireyin üstünde toplayıp ona -sonra da cesedine-saldırır, onu günah keçisine çevirir. Bedene darbeler indirilir; sah­nedeki tüm oyuncular ya da en azından çoğu öldürme işine katılmaya çalışır. Kişi öldükten sonra, ayin çoğunlukla kesintiye uğrar. Küçük düşürme ve aşa­ğılama yöntemleri etkisini yitirmeye başlar, arkasından da kaybolur. Bu sap­tama 1870'te Hautefaye'de Alain de Moneys'nin ölümü için geçerli olmasa da, 1832'deki kolera salgını sırasında, Paris'teki yoldan geçenlerin öldürülmesine, 1847'de Buzançais'de oğul Chambert "cinayet"ine, 1851'de Clamecy'de jandar­ma Bidan'ın öldürülmesine yansır. Alain de Moneys olayıysa içerdiği birçok anlamla gerçekten de farklı çağlardan yöntemleri bir araya getirmiş gibi gö­rünmektedir.

Doğrusunu söylemek gerekirse, kıyım uygulamaları kimi yerlerde daha geniş çatışmalar çerçevesinde açığa çıkar; ama iç savaşta halkın şiddet sergi­lemesinin bu şekilde geri dönüşü, askeri bağlamından ötürü, 18. yüzyıl sonu­nun uygulamalarından farklıdır. 1871'de, Haxo Sokağı'nda, din adamlarının kurşuna dizilmesi bunun bir örneğidir; her ne kadar bu olay Devrim'in ilk yıllarını kana bulayan din adamı kıyımlarını akla getirse de.

Yine de ihtiyatlı olmak gerek. Betimlemeler tarihi, ister kahramanlaştırı­cı olsun ister dehşet uyandırmaya çalışsın, 19. yüzyılda Paris'teki iç savaşlar­da açığa çıkan şiddet uygulamaları konusunda bilgi sahibi olmamıza çelişkili biçimde engel olur, bu konuya ileride döneceğiz. Sözgelimi, hiç kuşkusuz ba­rikatlarda meydana gelen hazin olaylardan pek çoğunu bilmiyoruz.

Ama her durumda, eski toplu öldürme biçimlerinin yavaş yavaş zayıf­ladığını gösteren birçok veri var elimizde. Önce düzeni koruma teknikleri­nin gelişimine bakalım. Eski kıyım potansiyel kurbanlardan oluşan bir grup insanın yalıtılmasını ve sahnenin teatralliğini sağlayacak kadar geniş ve boş bir kamusal alanda o topluluğa ulaşılabilirliği gerektirir. 19. yüzyılda, güvenlik güçleri -her ne kadar İkinci İmparatorluk öncesinde bunun yoğunluğunu abartmamak gerekse de- bu koşulların daha seyrek oluşmasına neden olur, aslında yalnızca iktidarın el değiştirdiği süreçlerde bu duruma rastlanır.

Çarpışma teknikleri değişir. Uzaktan savaş -sonradan iç savaşa dönüşen o sokak çatışmalarında- yıllar boyunca göğüs göğse çarpışmaya ya da ke­sici silah kullanımına üstün gelmiştir. Ayrıca, bu çatışma teknikleri de, Haussmann kentçiliğinin topu daha etkin kılmasının öncesinde bile, yavaş yavaş gelişir.

Şimdiye dek söylediklerimiz o kanlı yüzyıla ilişkin yumuşatılmış bir gö­rüntü çizmeye çalıştığımız izlenimini doğurabilir. Aslında hiç de öyle değil. O zamanlarda Paris'te yaşanan ayaklanmalar binlerce kurban bırakmıştır arkalarında. Başoyuncular -özellikle kazananlar- ne düşünürse düşünsün, bunlar pekâlâ iç savaşlardır. Ama bu insan kırımları kendine özgüdür. Yine­leyelim: Yalnızca büyük kentte, neredeyse sadece başkentte gerçekleşmişler­dir. Dolayısıyla, köylü ayaklanması uygulamalarından ve imgeleminden ba­ğımsızdırlar. Zaman içine dağılmış, tek tük ve ara ara meydana gelen kıyım­lar değildir söz konusu olan; az çok hızlı biçimde devrime dönüşmüş (28-30 Temmuz 1830), 22-25 Şubat 1848) ya da başarısızlığa uğramalarının ardından basit ayaklanma konumuna indirgenmiş (Haziran 1832, Nisan 1834, Haziran 1848, Aralık 1851, Mart-Mayıs 1871) şiddet olayları boyunca, başkentin belli mahallelerini kana bulayan korkunç kırımlardır.

O halde, bu krizler dönemseldir. Frederic Chauvaud bunları eskilere özgü topluluğun onda birini öldürme yönteminin geri dönüşü olarak görür. Başka tarihçilerse aynı devrim seyrinin zaman aralıklarıyla yinelenmesi ola­rak değerlendirir krizleri. Ben daha önce bu dramların kurucu rolüne değin­miştim, çünkü 19. yüzyıldaki tüm yönetim biçimleri, yine şiddetle kurulmalarının ertesinde dengeye kavuşup kalıcı bir hal almadan önce, Paris'te bir toplu kıyıma gereksinim duymuşlardır (Temmuz monarşisiyle ilgili olarak Haziran 1832-Temmuz 1835, 2. Cumhuriyet konusunda Haziran 1848, İkinci İmparatorluk için Aralık 1851, 3. Cumhuriyet için Mart-Mayıs 1871).

Şiddet içeren bütün bu olaylar artık askeri bir niteliğe bürünmüş ve ger­çek birer kent savaşı halini almıştır. Kıyım da bu yüzden yeni bir anlam ka­zanır. 14 Nisan 1834'te, Transnonain Sokağı'ndaki bir apartmanın sakinlerinin askerler tarafından öldürülüşü bu açıdan temel bir örnek oluşturur. 19. yüzyılda kıyım, o sokak savaşlarının başlıca yöntemlerinden biri olan üstünkö­rü idam biçimini alır. Üstünkörü idam deyişindeki anlamsal gerilim ortada­dır. Bu iki sözcük bir arada kullanıldığında, hem adli bir yargılama yöntemi­nin işleyişine, hem o yöntemin baştan savmalığına hem de yargının infazının aniliğine işaret eder.

Bu yeni ortaklaşa şiddet biçimleri tablosunda, barikat öne çıkar. 19. yüzyıl­da, Avrupa'daki bu iç savaş anıtının soyağacında Devrim'in neden o kadar kü­çük bir yer tuttuğu şimdi anlaşılıyor. Barikatın kökleri çağdaş zamanların başlarındaki sokak çatışmalarına dayanır: 16. yüzyıldaki Kutsal Birlik çatışmaları­na ve 17. yüzyıldaki Fronde ayaklanmalarına. Buna karşılık, kentteki iç savaşın gelişimi uygulanan yöntemler açısından 18. yüzyılın sonundaki devrim günle­rinden bütünüyle farklıdır; bununla birlikte, iç savaşın patlak verişi, özel hedef­ler (Tuileries, Hotel de Vule) ve zaferin ertesi açılarından bakıldığında, bu iki çatışmanın birbirine benzediği görülür. Temmuz 1830 devrimini tanımlamak için 'Üç Şanlılar' -"üç şanlı gün" anlamını taşır- sözcüklerinin kullanılması in­sanı yanıltmamalı, aldatıcı bir benzerlik duygusu yaratmamalıdır.

Barikat 19. yüzyılın son çeyreğine dek gerçekleştirilen kıyımlara ve onun betimlerine yön verir. Çatışmayı açıkça kentsel uzamın göbeğine yerleştirir. İmgelem açısından, kimileri için bir özgürlük ve kardeşlik uzamını çeviren, sonradan çoğunlukla kendini feda etme sahasına dönüşecek bir yücelik alanı oluşturan sınırı simgeler. Gelecek vaatleriyle dolu barikat gelip geçici bir ya­pıdır; hızla bir mezara, içinde bir cenaze töreninin düzenlendiği zaman dışı bir uzama dönüşür; ardından üstüne destanın anısını yaşatan ölü listelerinin ve bellek anıtının eklendiği düşsel mezar taşı halini alır. Bazıları içinse, bari­kat taşkınlık ve aşırılıkları simgeler, yabanıllığı içinde toplar, özyıkım eğili­mini yaratır; bu konuya döneceğiz. O dönemde önce olası, ardından kaçınıl­maz görünen toplu ölümün trajik ve korkunç deneyimi ile gerçekliğin unutu­luşu, ya da şöyle diyelim, sonradan gerek aforozun şiddetinin, gerekse kahramanlaştırmanın saygınlığının sonucu olarak imgeleme kayış arasındaki gerilimi başka hiçbir uzam onun gibi yansıtamaz.

19. yüzyıldaki iç savaşlar sırasında Paris suikastlere de tanık olur. Ne ya­zık ki, bu uygulama çok az incelenmiştir, en azından burada ele aldığımız perspektifte. Bonaparte'a düzenlenen suikast, Fieschi'nin cehennem makinesi ve Orsini'nin bombası büyük kırımlara yol açmış ve tanıklarda dehşet uyan­dırmıştır. Yaratılan sahne, bu dram türünü eskilerin kıyımıyla ilişkilendirir: Cinayet anlık, toplu, karmaşıktır. Bununla birlikte, buradaki şiddet bireysel­dir, kimi zaman da adsız. Ayrıca, körlemesine yapılır. Öldürdüğü kurbanları aslında yok etmeyi amaçlamaz. Anında masum olarak değerlendirilen o kur­banlar hemen kahramanlaştırılabilirler.

Katilin toplu ölüme yol açmaktan daha ziyade hükümdara ya da kamuo­yuna sesini duyurmaya yönelik stratejisi ve bu dramların o anki iktidar tara­fından kullanılması sonuçta yeni verilerdir. Bu kıyımlardan bazılarının -an­laşılması güç- kapsamı için de aynı şey geçerlidir, kıyımlar kaynak ideolojiye yüklenen değere göre değerlendirilirler, yoksa yaratılan acıların yoğunlu­ğuna göre değil. Ondan sonra, kurbanların kanı yalnızca iletinin yazılması­nı sağlayan mürekkep olarak görülür. Canavar Fieschi onu savunacak kimseleri bulamamıştır, ama korkunç Orsini'nin hedefindeki kurban hükümdar­da bile acıma, hatta sevecenlik duygusunun uyanmasına yol açar. Bu yüz­den, 1835'te ölenler kahramanlaştırılırken, 1858'de ölenler unutulur. Böylece, kuşkusuz önem taşımayan kurbanların hazin yazgısına gözyaşı dökmektense, ortak değerlere gönderme yapan katillerin sıkıntılarına üzülmeyi yeğle­yen duyarlı kişileri iletişim ortamında görmeye alışkın olan bizlere çok tanıdık gelecek bir tutum gelişmeye başlar geçtiğimiz yüzyılda.

Paris'teki iç savaş topografyası ve barikatın önceliği güvenlik güçlerinin gerçekleştirdiği kıyım -sözcüğün yeni anlamıyla- yöntemlerine yön verir. Te­rör dönemi uygulamaları ve Restorasyon dönemindeki özel mahkemeler de­neyimi, kısmen de olsa, ayaklanma sonunda gerçekleşen cinayetlerin bir parçasıdır. Artık gösteri-şiddet sona ermiştir; bu da bir yandan soruşturmalar­dan ya da görüşmelerden elde edilen tanıklıkların yapısını değiştirir. Dola­yısıyla, tarihçinin işi daha karmaşık bir hal alır. Cinayetler o dönemde ala­cakaranlıkta ya da geceleri işlenir; kimi zaman da insanları seri halinde or­tadan kaldırmak için sabahın ilk ışıkları beklenir. Teatralliğini yitiren öldür­me işi bir ön seçime göre yapılıyor gibidir. Hemen hemen her zaman bariz bir izleri yok etme kaygısı eşlik eder öldürmeye; bu tarihin yeniden oluşturul­masını güçleştiren unsurlardan biridir. Barikat yerine yeni öldürme uzam­ları karşılık gelir: Mezarlıklar (1871'de Pere-Lachaise), taş ocakları (aynı yıl Amerika'dakiler), kışla avluları (Lobau Kışlası'nın avlusu), boş tarlalar, duvar dipleri - duvar başkaldırının başlıca iki simgesinden biri haline gelecektir (Komüncüler duvarı).

Paris Komünü'nün bastırılması sırasında önceden seçim yapıldığı savını inandırıcı biçimde savunan Robert Tombs, Galliffet'nin ve Mösyö Claude'un casuslarının yöntemlerine değinir. Bunlar ortadan kaldırılması gereken "kuduzlar"ı seçer, daha doğrusu onların kokusunu alırlar; yani elebaşlarını, yabancıları, ayyaşları, nikâhsızları, on dokuz yaşın altındaki gençleri, aynı zamanda kuşkusuz artık gerileyen fizyognomi ve kafatasıbilimin işaret ettiği "uygunsuz fizyonomiler"i kovalarlar.

Öte yandan, öldürme yöntemi basitleşmiş, daha doğrusu tek bir yönte­me indirgenmiştir: 19. yüzyılda insanlar kurşuna dizilir. Cesetlere muamele ve onları ortadan kaldırma biçimleri de sisteme oturtulur. Küçük düşürme, aşağılama arzusu canlılığını yitirmiştir. Bundan böyle, toplu adam öldürme, kamusal alanın temizliğinden sorumlu kişilerin gözünde öncelikle bir sağ­lık sorunu oluşturmaktadır. Örneğin, 1830'da, Parent-Duchatelet'ye -kendisi 30 Mart 1814'teki çatışmadan sonra olanları iyi bilmektedir- hemen öldürüldükleri yere gömülen ya da kireçle dolu bir mavnaya yığıldıktan sonra Seine'e boşaltılan cesetlerle ilgilenme görevi verilir. Kanlı hafta boyunca, kur­şuna dizilen bedenlerin içine düşeceği bir çukuru önceden kazma -ya da kurbanlara kazdırma- uygulaması başlar ya da en azından öyle görünmekte­dir, çünkü öldürme yöntemlerinin tarihi hâlâ çok karanlıktır. Sonraki uygu­lamalar konusunda aydınlatıcı olan bu yöntem amaçları, işaret ettiği sistem­leştirme açısından, görünüşe göre, bir önceki yüzyılda Vendee'de ayaklanan­lar tarafından uygulanan canlı bedenlerin gömülmesi işleminden bütünüyle farklıdır. 1871'de, idam yavaş yavaş, bedensel bir acı vermektense, kaçınılmaz ölümle soğuk biçimde yüzleştirme yoluyla insanları korkutmayı amaçlar.

Bu saptama son olarak kıyım şekillerini tarihi araştırma şekilleriyle ilişkilendiren bağlara değinmeye itiyor beni; kısacası, olayın oluşturulmasında­ki mantıkta şiddet değerinin etkisini saptamak istiyorum.

Genel anlamda, tarihçiler 19. yüzyıldaki Paris ayaklanmalarında be­denlere nasıl davranıldığı konusunda suskun kalırlar. Sanki onlar da, tıpkı izleyiciler gibi, tam anlamıyla dehşete kapılmış gibidirler. Tarihçiler, kıyım ya öldürme yöntemlerinin çözümlenmesinden tuhaf biçimde kaçınır, hatta bun­lardan haz aldıklarına işaret edecekmişçesine, garip bir çekinme sergilerler bu konuda. Bu açıdan cinsel aykırılıklar ve iğrençlikler tarihi için de aynı şey geçerlidir. Kaldı ki araştırmacı dehşet duygusunun dayattığı bu körlük yü­zünden, doruk noktasında açığa vurulan, vurulmayan ya da başka bir zaman vurulamayan şeyin çözümlemesinden yoksun bırakır kendini.

Özetle, çoğu tarihçi bu müstehcenlik karşısında geri adım atmış, kavra­yıcı görüş açısını engelleyen bir duyarlılığın gereklerine boyun eğmiştir. Dile sığmaz olanla yüzleşmekten bu şekilde kaçınmaları, bu tiksinti -cinsel şen­lik konusu için de geçerlidir bu-, kahramanlaştırmaya, sığınmaya ya da bir­takım simgesel olaylarla yetinmeye elverişli, hafifletilmiş bir üniversite tari­hinin oluşmasına neden olmuştur.

Bu, ölü aritmetiğine, Robert Tombs'un tanımladığı "aritmetik belagat"e olan düşkünlüğü de açıklar. Hesabın saflığı tuhaf biçimde dehşetten kurtulunmasını sağlar. Bu şekilde sayılara odaklanılması, başta Anglosakson araştırmacılarınki olmak üzere, 19. yüzyıl devrimlerine adanmış incelemele­re uzun zaman boyunca yön veren baskın toplumbilimsel çözümlemeyle de örtüşür.

Birçok tarihçi için -her kesimden tarihçileri kastediyorum-, bu sessiz­lik hoşgörü doğuran ve başoyuncuların bir bölümünün kahramanlaştırılma­sına yol açan kararlaştırılmış masumiyetle doğrulanır. Kahramanlaştırıcı ta­rih kendiliğinden şehit listesine dönüşür. Birçok araştırmacı bu yönteme uya­rak, bizim konumuzla ilgili olmayan bir dizi taktikle, kurucu kıyımların ka­nını özenle istedikleri tarafa çekmeye bakan, birbirini izleyen yönetim yan­daşlarının dümen suyunda gitmişlerdir.

Ne olursa olsun, 19. yüzyılda Fransa'daki iç savaşlarda meydana gelen kıyımların gelişimi ve figürleri, 18. yüzyılın sonundaki uygulamalarla kar­şılaştırıldığında, kendine özgü görünür. Fransa'nın durumu bu açıdan tüm Avrupa'yı -en azından anakarayı- yansıtır. Barikatın önemine, onun yarat­tığı sokak savaşı biçimlerine, seçme ve yok etme yöntemlerine başka birçok yerde de rastlanır.

Alain Corbin,
Bedenin Tarihi'nden

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder