TANRISAL HAYAT

"Kuzeyin, buzulun, ölümün ötesi - bizim hayatımız, bizim mutluluğumuz... 
Mutluluğu keşfettik, yolu biliyoruz, 
labirentin binlerce yıllık çıkışını bulduk."

Kendinize sık sık şöyle demeyi alışkanlık edinin: Oraday­dım, oradayım, daima orada olacağım, zamanın sonuna dek kendimleyim, gök ve yer gelip geçecek, ama inancım değişmeyecek. Sonuç dehşet verici ya da gülünçtür; bütün bunları hafi­fe almadıkça, ayaklarının ucuna basarak suyun üstünde yürü­medikçe, uçmadıkça. Bakın: Bir öküzü andırıyorum, ama süzü­lerek uçuyorum, martıyım, şahinim, balıkçılım. Çiçeklerde, ba­taklıklarda, üzüm bağlarında, dalgalarda yaşıyorum. Göç edi­yorum, bir yerden başka yere gidiyorum, yeniden diriliyorum. Gömüyorlar, canlanıyorum; yakıp kül ediyorlar, atomlarım da­yanıklı çıkıyor, bütünleşiyorlar. İnsanlığın dünyasında kendimi tanımam için uzun süre beklemem gerekiyor. Düşlerim, hastalık nöbetlerim, önsezilerim var, rastlantılarım var, bir başkası oldu­ğumu kabul etmek zorunda kalıyorum ve birden işte tekrar ben'im, ben'den daha güçlü biri. Bu sırada, sevdiği insanları uyandırmaktan korkan biri gibi kendimle yavaş yavaş, alçak sesle konuşmam gerekiyor.

Çok erken, sabah, güneş bakır kırmızısı açık mor, bahçede küçük çakıllar soluk alıyor, pencerem bir saat içinde ışığboğulacak. Uzun süre yolculuk yaptım, eve yeni döndüm. Kameramın gözü, haklı olarak beni Kişi diye gösterebilirdi. Fakat bir devrin kronolojisini belirten şu cümleyi, öğleye doğru tuhaf bir heyecanla okuyacağım: "3 Ocak 1887, Nietzsche, Nice'te, Ponchettes'in 29. sokağına, güneşli bir odaya taşınıyor." Birçok kez bölgenin 'alkion'lu' göğünden söz ediyor, ama bir alkion'un ne olduğunu kimsenin hatırlayacağını sanmam, eski Yunanlılar bu efsanevi kuşun yuvasını çok dingin bir denize kurduğuna ina­nırlardı, onunla karşılaşan denizciler için bu tesadüf hayra alâ­metti. Presage zaten güzel bir gemi adı olacaktı, pınarlar ve ır­maklar tanrıçasına yakışan bir isim, bir deniz perisi, denizkızı büyücü kız, bir peri kızı, çiçekli genç bir kadın, çağları aşan bir Ludi. Bilindiği gibi, Nietzsche, Lou Salome (Salome!) adında bir kadını sevdi, hatta onunla evlenmeye can attı. Yorumu çok il­ginçtir: "Doğrusunu söylemek gerekirse, doğal bencilliği şimdi­ye dek hiç böylesine duymamıştım, tümüyle canlı ve olağanüs­tü, bilinçsizce olduğu kadar hayvansı bir bencillik... Çok saygı duyduğum idealin hemen hemen bir karikatürü." O sırada, 1882'nin Aralık ayında Rapallo'da, Monte Allegro'nun eteklerindeyiz. Böyle Buyurdu Zerdüşt'ü yazmaktadır, uyumak için kloral alır, soluktan rahatsız olur. Bunu izleyen yıl, 22 Şubat'ta şöyle yazar: Lou, Son zamanlarda karşıma çıkan en zeki kişi. Ama falan filan." Ona göre bunun önemi yoktur, bundan böyle onun adı 'falan filan' diye çağırılacaktır.

Beş yıl sonra, 15 Ekim 1888, filozofun doğum yıldönümü. Ecce Homo'yu yazmaya başlar, 14 Kasım'da bitirecektir, ancak yapıt ölümünden sekiz yıl sonra, 1908'de yayımlanır, yani yazmaya başlamasından on dokuz yıl sonra. 20 Ekim'de, eski dostu Malwida'yla bozuşur. Kadın, Wagner Olayı yapıtını pek takdir etmemiş­tir, o da bozuşmak için bunu fırsat bilmiştir. "Bir daha söz aldığım için beni bağışlayın; bu, son kez olacak. Bütün insan ilişkilerimi aşağı yukarı kestim; bunun sebebi, beni olduğumdan başka türlü görmeleri, benim de bundan tiksinti duymam. Şimdi sıra sizde. Yıllardan beri size kitaplarımı gönderiyorum; sonunda bir gün bana açıkça ve içtenlikle şöyle demeniz için: 'Her kelime bana tik­sinti veriyor' Ve bunu söylemekte haklı olacaksınız. Zira siz bir 'idealistsiniz' -ve ben idealizmi içgüdüden oluşmuş samimiyetsizlik, gerçekliği her bakımdan reddediş olarak görürüm; eserimin her cümlesi idealizmin aşağılanmasını öngörür... Kararlı adımlarımı hiçbir zaman anlamadınız, sözlerimin bir tekini bile. Yapacak bir şey yok; bunun aramızda açıkça anlaşılması gerekir."

Bunun 'açıkça' anlaşılması, niçin? Zavallı Malwida, Bir İdea­listin Anılan adlı yapıtın yazarı, işte böyle, Tarihin karanlık say­falarına gömüldü, ama filozofa inanmayacak. Kendisine bu cümleleri yazanın zaten çok rahatsız olduğunu, bunun da acı verici bir şey olduğunu düşünecek.

Artık kadınlar yok, dolayısıyla toplum da yok, nitekim anneye, sonra kız kardeşe tuhaf bir geri dönüş. Kız kardeş işe el atı­yor, filozofun imajını ve yazılarını kötüye kullanıyor, o imajı ye­niden Wagnerci gerdelin içine daldırıyor, sopasını Hitler'e sunu­yor, yaptığı çarpıtmalar ona zevk veriyor, onu coşturuyor. Oysa onun eseri yok ederken kardeşinin cümleleri direniyor, az önce yazılmışlar gibi yılları aşıyor, tutku dolu, öfkeli, derin bilgi taşı­yan yorumlar halinde günümüze kadar geliyor. Bakın, kalem her zaman günceldir: "Sabah aydınlığı bizim etrafımızı pırıl pı­rıl yapmıyor mu? Canlılık egemen; yeşil ve yumuşak çimenlik­le çevrelenmiş değil miyiz? Sevinç duymak için bundan daha güzel bir ân olur mu?" Veya 1882'de Cenova'da: "Hâlâ yaşıyo­rum, hâlâ düşünüyorum: Hâlâ yaşamam lazım, zira hâlâ düşün­mem gerekiyor." Burada ben diye konuşanın ne önemi var? Dü­şünce ve hayat daima birinci tekil şahsın ağzından dile getirile­cek. Ama bu ben birçoktur, aynı zamanda biz olur: 

"Özgür do­ğan biz öteki kuşlar." 

Veya:

 "Nereye gidersek gidelim, etrafı­mızdaki her şey özgür ve güneşli."

...


Nietzsche kontrolünü kaybetmeden önce, olayın tamamen farkına vardı: "Fırtınalar benim için tehlikedir. Beni öldürecek fırtınaya yakalanacak mıyım? Yoksa fırtınanın üflemesini bekle­meyen bir meşale gibi sönecek miyim? O meşale yorulmuş, ken­dine doymuş, tükenmiş bir meşaledir. Ya da tükenmemek için sonunda kendime mi üfleyeceğim?"

Bir aziz olmaktan çok kukla olmak, bunun formülü bilinir.

Ama evet, gülün, alay edin, öç alarak zevk duyun, geri dönün, evet, hadım edilmiş filozoflarınıza, sadaka dilenen şairlerinize, ödlek yazarlarınıza, kaba saba patronlarınıza, dedikodu yapan, gürültü patırtı çıkaran karılarınıza geri dönün. Gülün, gülün, it­ham edin, birbirinize fısıldayın, iftira atın, çekiştirin. Ama dik­kat, cin çarpacak:

"El bize doğru uzanır, bizi yakalamayı başaramaz. Bu, ürküntü verir. Veya: Kapalı bir kapıdan içeri gireriz. Veya: Bütün ışıklar söndüğü zaman. Hatta: Çoktan öldüğümüz zaman. Bu son yöntem, doğuştan yetim kalmış (bu sözcükler Fransızca) in­sanların hilesidir."

Başını kaldırıyor ve önünde en az bin yıl olduğunu bir kez daha düşünüyor. Bu, içi boş bir hayal değil, net bir düşünce.


***

Torino'da

Yirminci yüzyılın (bunun yetmiş yılı Gulag'da geçmiştir) dehşet verici alçakça oyunlarını öğrenen Mösyö Nietzsche, ağzını sıkı tutup çok değişmiş bir halde Torino'daki kefeninden çıkı­yor, zamana uygun biçimde giyiniyor, dağda ya da deniz kena­rında uzun yürüyüşler yapmaya gidiyor, kimsenin görmediğin­den emin olarak zıplaya zıplaya geri dönüyor, hafif bir şeyler yemek için evine giriyor ve hayatını paylaşan küçük tezgâhtar kızın karşısına oturuyor. Kız körpe ve güzel, sarışın, belki çok sarışın, kız ona iki-üç tatsız uyarıda bulunuyor, konuşurken günlük komedinin ses tonunu kullanıyor, dünya dönüyor, aşk Bohemya'nın çocuğudur, güneş parlıyor, galaksiler sizi buraya getirmek için birbiri ardı sıra diziliyorlar.

Bölgenin belli başlı kodamanı Mösyö Nietzsche'yi görmeye gelmiştir. Yerel milletvekili aday listesinde yer almasını ister. Bir professore'nin çevrede her zaman iyi imajı vardır, hatta söz konusu professore ortaya çıkmamayı tercih etse de. M.N. nezaketen öneriyi geri çeviriyor, huzurunu bozmak istemiyor, bilimsel çalış­malarını sürdürüyor, yüksek nitelikli filolojik araştırmalar, çok meşgul, münzevi hayatı ona yetiyor, güncel sorunlar hakkında hiç yorum yapmıyor. Saygılı, ama toplumdan kaçan biri. Dostlar yok, ziyaret eden yok, göze batan kötü alışkanlıklar yok, para az (meğer ki bir yerlere çok para saklamış olmasın), yaşadığı çağa ters düşen, anlaşılmaz bir aristokrat hava. Kadın arkadaşı kimse­ye söz etmiyor ondan, zaten birlikte ne yaptıkları da bir türlü anlaşılmıyor, kadın ondan çok genç, aynı çevrenin insanları olma­dıkları açıkça belli oluyor, belki kaldırımdan çıkıp gelmiş eski bir fahişe, herhalde çocuklar yok, köpek yok, kedi yok. Yerel gazete­nin yazı işleri müdürü ısrarla genel kültür konusunda bir maka­le yazmasını rica ediyor, ama ona hiç karşılık vermiyor. Onun portresini yazmak isteyen bir gazeteci başkentten kalkıp geliyor, ama hiçbir şey yayınlanmıyor, yazı bayağı sözler bohçası gibi. M.N.'nin keyfi yerinde, meyveli salatayı seviyor, televizyonda yalnızca savaş belgesellerini izliyor, devamlı müzik dinliyor, özel­likle Mozart'ı tercih ediyor. Hiçbir şeye bağlı değil, sıkıcı bir adam, toplumsal, ekonomik ve siyasal sorunlara ilgisiz, sinema, tiyatro, rock müzik, starların hayatı umurunda değil, hiçbir yeni­liği okumuyor, akşam erken yatıyor, yani kendi halinde müteva­zı bir adam mı? Yoksa asıldı mı? Kurşuna mı dizildi? Akademi üyesiydi, yanılıyor muyum? Yoksa anarko-terörist miydi? İslamcı mafyadan olmasın? Ne de olsa neo-nazi, buna kuşku yok.
  
Torino ya da Cenova'daki genç kadın tezgâhtara M.N. hakkın­da ne düşündüğünü soruyorsunuz. Sorunuzu anlamıyor. Adam orada, tezgâhtarla birlikte yaşıyor, uysal, nazik, dikkatli, cömert, her şeyi uyumlu ve sakin. Genç kadın başka bir hayat biçimi sür­se -o hayattan söz edilmesini işitmek bile istemiyor- papazlarla çatışmaları olabileceğini aklına getirmiyor. Papaz eskisi filozof, bir papazdan daha serttir. Adamın yokluğunda, genç kadın ara sıra tuhaf ziyaretçiler kabul ediyor. Kendisinin budala yerine konduğunu çabuk sezmiştir, toplumda önemli olmayan bir genç kadın olduğunu anlamış, bundan hoşlanmamıştır. Evet, evet, filozof yazıyor, çalışmalarını sürdürüyor. Hangilerini mi? kendisine sormalısınız. Cevap vermek istemiyor mu? Suskun kalmak hakkıdır. Beni ilgilendiriyor mu? Bilmiyorum, bilgili bir adam değilim. Size söyleyebileceğim yegâne şey, derin melanet günleri ya da keyifsiz anları dışında hoş ve neşeli biri olduğu. Beni dövüyor mu? Dalga geçmeyin. Çok iğrenç biri mi diyorsunuz. Ama neden? Şaşırtıyorsunuz beni. Bir gün gerçekten önemli bir şeyler mi yapmış? Genç kadın samimi; böylesi bir varsayım ona tuhaf ya da saçma görünüyor. M.N'sini beraber yaşanabilir, nazik, çocuksu, biraz manyak ve içe kapanık, ama ötekilerle kıyaslanınca çok uyumlu buluyor. Filozoftan tiksinmekte hakkı var. o da her kadın gibi en iyisini seçemediği için (en iyisi hiç bulun­maz) erkekten tiksiniyor, bu da son derece doğal. Belki cahil ve budalayım, ama bu konuda değil. Onu okumadım mı? Ne ilgisi var? Biz okumak için beraber değiliz, mümkün mertebe daha müreffeh yaşamak için beraberiz. Zaten birini gerçekten tanıdık­tan sonra, size memnuniyetle şunu söylerim ki, onu okumanın gereği kalmaz. Bir kadın sezgi ve duygularına güvenir. Sık sık kendini tecrit mi ediyor? Seyahate çıkıp ortadan mı kayboluyor? Maceraları mı var? Onu ilgilendirir, beni değil, özel hayata giren bir şey bu. Fikirleri mi? Bana olmadığını söylüyor, su gibidir, su­yun fikirleri olmaz. Tanrı'ya inanıyor mu? Tuhaf soru. Ben inan­mam. Yaşıyoruz, ölüyoruz, az çok sıkılıyoruz, az çok zengin ya da yoksuluz, hepsi bu. Para nereden mi geliyor? Bu konuda çok ke­tumdur, bilirsiniz. Eskiden kitapları fena para getirmiyordu, sanı­rım. Fakat en azından siz polis olamazsınız, öyle değil mi?

Benim hakkımda ne mi düşünüyor? Hiçbir fikrim yok. Ken­dini beğenmiş biri zannetmeyin beni ama, sanırım benden hoş­lanıyor. Teşekkür ederim, naziksiniz. Söylediklerim doğru, an­cak bir sorun olduğunu da inkâr edemem. Yazıları arasında, kopya ettiği bir mektup gördüm, Napolyon'dan Josephine'e ya­zılmış: "Bütün yakınmalarınıza ebedi bir sözle cevap vermeye hakkım var: "Ben ne isem, o'yum" Herkesten farklıyım, kimse­nin koşullarını kabul etmem. Bütün fantezilerime itaat etmek zorundasınız; keyfim nasıl isterse öyle davranırım, bunu da son derece olağan karşılamalısınız." İnanılmaz, değil mi? Ama ara­mızda kalsın, yalvarırım, bakın bir de endişe verici not var:

"Dinsiz bir kadın, derin düşünceli ve tanrıtanımaz bir erkeğin gözünde, tam anlamıyla gülünç ve iğrenç bir şeydir." Ne demek istediğini ona sormaya cesaret edemedim. Bir fikriniz var mı? Yok mu? Bunun saçma bir şey olduğunu düşündüm.

M.N.'nin yazdıkları içinde epey tehlikeli başka şeyler de var. Sözgelimi (ama kimseye söylemeyin): "Aslında, genç ve saf ka­dınlar bunu çok iyi bilirler. Çıkar gözetmeyen, salt tarafsız kalan erkeklere göz ucuyla bakarak alay ederler... Bu genç ve saf ka­dınları tanıdığımı ileri sürerken tahminimde haklı değil miyim? Bu, benim Dionysos tarafım. Kim bilir? Belki de Sonsuz Dişili­ğin ilk psikologuyum. Hepsi beni severler - bu eski bir hikâye­dir..." Bu cümlelerin ardından çok eski tarihli gözlemler yer alı­yor: Çocuklara ihtiyacı olan kadınlar, bir aracı gibi algılanan er­kek, zeki dişiliğin iblisliği, kadın-erkek eşitliği için marazi mü­cadele, yani açık hava tiyatrosundaki bütün seyircileri ayağa kaldıracak ya da gösterileri kışkırtacak sözler. "Aşk üzerine yaptığım tanımlamayı anlayabildiniz mi? Bir filozofa yaraşan yegâne tanımdır. Aşk - savaş araçlarını kullanır; ilkesi, karşıt cinslerin birbirinden öldüresiye nefretidir..."


***


Şu halde, MN.'nin yavaş yavaş kalemini alıp şunları yazmasında şaşılacak bir şey yok:

  "Kurnazca küçümsemek bizim zevkimiz, bizim ayrıcalığımız ve sanatımız, belki erdemimiz, bizler, modernlerin arasındaki modernler... Korkusuz olan bizler, bu çağın en zeki insanları olan bizler, üstünlüğümüzü, üstün zekalı olma özelliğimizi hayli iyi biliyoruz, bu çağda tasasız yaşamak için zekâmızı kullanıyoruz. Bizi ortadan kaldırmaları, içeri tıkmaları, sürgüne göndermeleri ihtimal dahilinde görünmüyor. Artık kitaplarımız yasaklanmayacak, yakılmayacak. Küçümseyen sanatçılar olduğumuzu yaşadığımız çağa hissettirsek de; insanlarla bütün ilişkilerimiz bizde hafif bir korku uyandırsa da; yumuşak­lığımıza, sabrımıza, gönül okşayıcılığımıza, saygımıza rağmen, insanlara karşı duyduğumuz tiksintiden kendimizi alıkoymayı beceremesek de: doğa daha az insanca olduğu zaman onu daha çok sevsek de; sanat sanatçının insandan kaçışını yansıtırken ya da sanatçının kendisiyle veya insanla acı acı alay ederken biz sa­natı sevdikçe; çağ zekâyı seviyor, bizi seviyor demektir..."

M.N. duruyor. Çağın zekâyı sevmediğini, tasasız yaşayanlardan tiksindiğini iyi biliyor; kitaplarının ne yasaklanacağını, ne ya­kılacağını, yalnızca bir kenara atılıp okunmayacağını iyi biliyor; ne ortadan kaldırılacağını, ne içeri tıkılacağını, ne sürgüne gönde­rileceğini, ama yalnızca dışlanacağını biliyor; o hariç bugün herke­sin kendini sanatçı sandığını biliyor; en ufak bir küçümseme duy­muyor, ama muazzam bir kayıtsızlık içine giriyor; sonsuz mutlu­luğu yaşarken sanki geleceğin uçurumuna düşmüş gibi dehşet ve­rici bir duygu hissediyor; karşısında bundan böyle acayip, türü azalmış, sürü halinde yaşayan bir hayvan, hayırsever bir yaratık, marazi ve sıradan biri, günümüzün Avrupalısını görüyor.

Genç ve saf metresi kapıyı vurmadan çalıştığı odaya giriyor ve ilkin tatsız, ardından hoş bir cümle söylüyor. Hemen boynuna sarılıyor, kristal vazoya bir gül koyuyor. Gerçekten iğrenç ve nefis; bunların hiçbir önemi yok. Deniz uzaklarda pırıl pırıl, o daha az insanca oldukça, adam onu daha çok seviyor. Ne güzel bir gün! Sanki hayat çılgınlığı kutsanıyor.


***


Nietzsche hısım akraba sorunlarına duyarsız kalmamıştı. Buna değinmek gerekir:

"Tam karşıtımı aradığım zaman, yani içgüdülerin sınırsız bayağılığını, karşımda hep annemi ve kız kardeşimi görüyorum. Bu aşağılık insanlarla bir 'akrabalık' ilişkisine kendimi inandırmak, ilahi yaradılışıma hakaret etmek olur. Annemin ve kız kar­deşimin davranış biçimi, bende sözle anlatılamaz bir tiksinti uyandırıyor. Şeytani bir işleyişi olan gerçek bir makine bu; en acımasız biçimde beni yaralayacak ânı -en yüce anlarımı- kollu­yor, hem de şaşmaz bir vicdan huzuru içinde. Öyle ki hiçbir güç bu zehir saçan böceğe karşı kendini savunamaz."

Biraz aşağıda:

"İnsan en uzak akrabalık ilişkisine akrabalarıyla giriyor. Akra­balarıyla 'yakınlaştığı'nı hissetmek, en kötü bayağılık belirtisidir."

Bayağılık, aşağılık insanlar, sözle anlatılmaz tiksinti, şeytani makine, zehir saçan böcek, gördüğünüz gibi bu ilişki -üstelik ilahi yaradılışını söz konusu ediyor- pek iyi yürümüyor. Bunun­la beraber, her şey aynı biçimde geri dönmek zorunda kalırsa, yeniden içgüdülerin bayağılığına, aşağılık insanlara, sözle anla­tılmaz tiksintiye, şeytani makineye, zehir saçan böceğe katlan­ması gerekecek. Ve bir daha. Yeniden.

Pekâlâ, anlaştık.

22 Şubat 1884 tarihli mektup:

"Dehşet verici bir şey, geleceğin bir çeşit uçurumu, özellikle sonsuz mutlulukta... Üslûbum bir dans, her çeşidinden simetri oyunları, bir topaç gibi ve nanik yaparken bütünüyle simetri, hatta sesli harflerin seçiminde bile bu böyle.."

  
***

 Yürüyüşler

Disiplinli ve pratik olmak, migrenlere karşı Julius Sezar tarafından kullanılan ve Nietzsche tarafından büyük bir tevazuyla taklit edilen reçeteyi uygulamak gerekir: "Uzun yürüyüşler, sade hayat, açık havada sürekli ayakta dikilmek, çılgın gibi çalışmak."

                                                           
"Bıkıp usanmadan yürüyorum! Ve tırmanıyorum! Gerçekte çatı katındaki odama varmak için 164 basamak çıkmak zorundayım. Ev ta tepede, dik bir sokakta, sokakta lüks konutlar sıralanmış, yolun sonu büyük bir merdivene ulaşıyor."

164 basamak: Saymış. Soluk soluğa, yüreği çarpa çarpa, lüks konutların ötesinde bir çatı katı. Sessizliğe geri dönüş, kalem mürekkep, kâğıt. Soba yok. Şiddetli bulantılar. Daracık bir kar­yola. Karanlık ve aydınlık. Talih nedir, bilir misiniz? Yüksek ve ağır ağır çıkılan bir merdiven.

Bir sonraki Ocak ayı, işler biraz yolunda: "Denize doğru sarkan ıssız kayamın tepesine oturuyor ya da uzanıyor, kertenkele gibi güneşleniyorum, düşüncelerimin kanatlarında zekânın maceralarına atılıyorum... Berrak gökyüzü, deniz havası bana şart."

M.N. bıkıp usanmadan Güney'de yolculuk düşleri kuruyor. Korsika'ya (Napolyon'un memleketi), Amerika'ya (Kolomb'un Hindistan'ı), Meksika'ya, Tunus'a. İşte, Mayıs ayında Recoaro'da; dağda bulunan küçük kaplıca merkezi. Sonra Temmuz'da Yukarı Engadine, Sils-Maria'da Saint-Moritz Sokağı. Bundan böyle, orası onun Himalaya'sı, Tibet'i, kutsal kayası olacak. Hâlâ şiddetli baş ağrısı çekiyor, ama nihayet:

"Yeryüzünün en se­vimli köşesine yerleşebildim, böylesi bir sessizliği hiç görme­dim," diyecektir.

Zamanın kendisi gibi normalin üstünde bir sessizlik bu. İlham onu bekliyor.

Üstüne üstüne geliyor, onu altüst ediyor, eziyor. Yeniden canlandırıyor. Değiştiriyor. Dehşete kapılıyor. Ondan ancak birkaç dostuna alçak sesle söz edebiliyor. Onu yazıya dökebilmek için belirli bir süre bekliyor. Ağustos ayındayız; şu cümleler ayrıntı değil:

"O gün, Silvaplana Gölü boyunca, ormanda dolaşıyordum. Görkemli bir kaya yığınının yanında durdum. Kayalık piramit gibi yükseliyordu. Surlei'den pek uzak sayılmazdı. İşte bu düşünce bana orada geldi."

Yani orası: "Denizden altı bin ayak yukarıda ve insana ilişkin her şeyden çok yüksekte."

Ebedi Dönüş söz konusudur. O dönüş için bütün zaman ve mekân elverişlidir.

M.N., M.Z.'ye dönüşmektedir ve çok geçmeden her birimize 'M.Z. olmak nedir' diye soracaktır. Kimdir o? Niçin o? Ne isti­yor? Neden şimdi? Kendime Z. diyecek bir sebep mi var? Zero mu desem? Zorro mu desem? Zerdüşt mü desem? Çok aşırıya kaçmıyor mu?

Bu an ilahidir, Golgotha Tepesi'nde öldükten sonra mezarından çıkıp dirildiği varsayılan İsa gibi sonu gelmeyecek, daima tekrar başlayacak. Böyle bir şey başınıza gelmiş miydi? Bütün bedeninizin dirilişi, kafatası, bilekler ve ayaklar, omuzlar, gö­ğüs, ciğerler, omurilik, kalça, yarak, butlar, bacaklar, iskelet? Şa­kayı bırakayım mı?

Aynı tarihte, M.N. bir mektup yazıyor:

 "Bana yabancı düşün­celer ufkumda beliriyor."

Orman, göl, piramit biçiminde kaya, Ağustos ayında saatler­ce yürüyen bir adam, apansız orada duruyor, bir kaya kıvrımın­da, sonsuza dek, daima. Gök açılıyor, zaman yarılıyor.

Bırakın soluk alayım, titriyorum. Küçük saf kadınımı yatağında bıraktım, yumruklarını sıkmış uyuyor, güzel kokuyor, kumsala gidiyorum. Sabahın sekizi, Ağustos ayı. Hava çok sıcak, deniz yükselmiş, yüzeceğim, martılara bakıp oyalanıyo­rum. İki-üç sandal yanımda sallanıyor, tek başınayım. Bu ânı daha önce yaşamıştım, tekrarlanıyor, tekrarlansın istiyorum. Bin kez! On bin kez! Milyar kez! Evet, bir daha.

Kızıl güneş açıyor, deniz esen meltemle kırışıyor, tuz ve yo­sun kokusu içime doluyor. Ben ahşap, bez parçası, tüy, gaga, yo­sun, parmak oldum. Kulaklarım görüyor, gözlerim dinliyor, yüreğim düşünüyor. Hemen gün ortası olacak, ama ötekiler bir gün ortası: "Gün ortası sonsuzluktur, yeni bir hayatın belirtileridir."

Aynı zamanda, umutsuzluk. Derinden umutsuzluk olmadıkça, ilham bir işe yaramaz. Yine de: "Evet'in mükemmel anlamı evet'in tutkusudur."

M.N. on yaşındadır. Şu deneyimi anlatıyor: "Uruc-ı İsa günüydü, Handel'in Mesih adlı ulu koral ilahisini dinledim: Aileluia. Hemen kesinlikle" buna benzer bir şey bestelemeye karar ^verdim."

Gerçekten bestelemiş midir? Tabi evet. Ancak eseri Mesih'e göre tuhaf bir başlık taşır :Deccal. Aslında aynı şeydir, sofu erkek ve kadınların inandıkları şeyin karşıtı.

10 yaşındayım, 40 yaşında, 2000 yaşında, 6000 yaşında, tabutumdan çıkıyorum, bu benim, benim kafatasım, yine o kafatası, yine ben, daima o kafatası, daima ben.

***

Kendine aşırı eğilmek tehlikeli; sonu deliliktir. 

Bununla beraber delilik ehlileştirilebilir, kamufle edilebilir, ona oyun oynana­bilir, yaptırılabilir, başka şeye indirgenebilir. Çocukluktan beri aşı olma ve damlalıkla ilaç alma sorunu. Bir sistemdir, ona söz dinletilebilir, kendini bırakmış gibi yapılabilir, delirirken kendi­ni gözlemlemek mümkündür, düş kurulabilir. Dıştan anlaşılma­yan bu gibi durumlarda kendimi koyveriyorum, çılgın trene atlıyorum, kızakla kayıyorum, kocaman tekerlek, düşüş, çağla­yan, içe kapanma. Ludi deli olduğumu biliyor, dıştan anlaşılma­ması koşuluyla bundan epey hoşlanıyor. Zaten o da deli, o da, herkes gibi. Önemli değil, ayakta tutunuyoruz.

Şu sıska kocakarı, güneşleniyor, körpe bir genç kızdır, bir martı. Şu aile bir köpek sürüsü. Şu bebek şimdiden seri katil ol­muş, şu küçük kız lanet bir fahişe, şu oğlan geleceği meçhul jan­darma. Yapmacıktan gelişmiş bir başka aile, penguenler grubu.



...



 Ağustos ayı, işte Silvaplana Gölü, gölün kıyısındayım Gözleri kamaştıran ışığa rağmen, MN.'nin kayasını gösteren bir tabela görüyorum. Her şey mavi. Piramidin tepesinden on bin yüzyıl seyrediliyor.

M.N. yazıyor: "Üstüm başım tükenmek üzere. Hâlâ giyilebi­lir iki gömlek kullanıyorum. Mütevazı olduğu kadar yıpranmış giysiler. Fakat odamın uzunluğu 24 ayak, genişliği 20 ayak."

Devam ediyor: "Ara sıra her türlüsünden hayati güçler etkinleşiyor içimde, böylece saniyelik bir hayat görüyorum... Fakat acele etmeme gerek yok, gidilecek yolum uzun, her bir noktası­nı aynı derinlikle, aynı enerjiyle yaşamış ve düşünmüş olmam gerekiyor. Şu halde, kırkıma merdiven dayamış olsam da daha uzun süre, uzun süre genç kalmak zorundayım."

M.N.'nin özgür ve aydınlık hayatta artık uzun zamanı yok. Fakat kitaplarından birini açıyoruz, hemen orada, genç, çok genç, gitgide genç. Yaşlanan insanlık, o değil.

23 ya da 24 Nisan 1882, M.N. genç bir Rus kadınıyla buluş­mak için Roma'ya geliyor. Kadını öve öve bitirememişler; felse­feye ruhunu veren bir insan, 'olağanüstü bir varlık'. M.N. "bu türden ruhlara göz koymuş" olduğunu söylemiş ve "böylesi avları sonuna dek izleyeceği"ni belirtmiştir. Evlilik mi? Pek değil: "Ancak iki yıl sürecek bir evliliği öngörebilirim, çünkü önümde­ki on yılda yapacaklarımı hesaba katmalıyım."

O devirde, bu tür bir anlatım biçimi açıkça kepazeliktir ve an­laşılmaz. Devir mi? İdealist ve tutucu bir cehennem, yalan ve içe kapanıklıktan yayılan sürekli ağır bir koku. Aslında, M.N.nin yalnızlığı ürkütücüdür. Kadın dostu Malwida, çok kadınca bir üslupla onu şöyle tasvir ediyor:

"Zavallı adam, gerçekten bir aziz, korkunç acılara kahramanca ve cesaretle katlanıyor, bu yüzden daha da yumuşuyor, hatta  neşe saçıyor. Neredeyse kör olacak, ama inatla çalışmayı sürdürüyor. Yardım edip ona bakacak kimsesi yok, çok az parası var."

Burada, sonsuza dek evde kalmış kız cızıltısını hissediyorsunuz; gitgide eriyip düşen bir erkeği görmekten mutlu. Seyret­mekten usanmayacağı bir sahne.

Pek tanınmamış, sağlığı bozuk, parasız, hiçbir değeri olmayan yazılarında ısrarlı, gelgelelim bir Hıristiyan kadar yumu­şak; o bir aziz. Gitgide eriyor, bir kadın onun için kendini feda etmeli. Ama hangisi?

Dostu Paul Ree ve Lou'yla yaşanan çok gülünç macerası burada başlıyor. Bilhassa karşılaşmaları ilginç. Kadın Roma'da Saint-Pierre Kilisesi'ni geziyor, evet, yanlış okumadınız. Paul Ree kilisenin günah çıkartma ("hiç ışıktan yoksun kalmadan") yerinde çalışıyor, şikâyetçi değil, kendi evinde gibi. M.N., Lou Salome'ye yaklaşıyor ve şöyle diyor: "Böyle birbirimizi bulmak için hangi yıldızlardan geldik?" Veya: "Böyle birbirimize yönel­mek için hangi yıldızlardan fırlatıldık?" Yıldırımdan daha şid­detli bir darbe: Mistik ve Katolik ötesi bir evlilik önerisi, yıldızlararası bir öneri. Kadın yirmi bir yaşında, o otuz yedi, güzel, çok zeki, aşırı sinirli. M.N.'nin gözleri kamaşır, çok geçmeden evlilik önerir, büyük hata. Kadın reddeder, ama ilişkiyi bozmaz, onu kendine çeker, kaçar, bekletir, kendi kendini yetiştirir, not­lar tutar, olay ilginçtir. Daha karanlık bir günah çıkartma yerin­de, haykırışlara aldırış etmeden ona birden sarılsaydı, hayatı değişmiş olacaktı, karşıt cinsler arasındaki yanlış anlamanın ebedi dönüşü üzerine sonsuza dek düşünebilecek, yani zamanı bir ge­reklilik durumuna dönüştürecek, amacı onu frenlemek olan ko­medi üzerine kafa yoracaktı. Elbette bu dâhiyane, ama can sıkı­cı ve aciz gözü kararmışlık karşısında Lou'nun elinden bir şey gelmez. Dostlar arasında üçlü bir ilişkinin düşünü kurarmış gibi yapar, "çiçekler ve kitaplarla dolu, hoş bir çalışma odası, onun yan tarafında iki yatak odası, gidip gelen çalışma arkadaşları, arkadaşların oluşturduğu hem keyifli hem ciddi kulübü" tasarımlar.

İki yatak odası mı? Neden üç değil? Lou, Ree ve M.N.'nin aynı odada, kendisininse bitişik odada yatacağını mı hesap ediyordu acaba? Peki, tuvaletler nerede olacak? Ne de olsa gerçekleşmeyecek, histerik bir vodvil. Her şeye rağmen M.N. bu tuhaf Teslis projesini benimser, hatta birlikte Paris'e gitmeyi düşünürler. Gitmeyeceklerdir, geride kalan, Paul Ree ve M.N.'nin bir fotoğrafıdır; ikisi de beygir ya da eşeğe dönüşmüş, bir arabayı çekmektedirler, arabanın içinde onların efendisi Lou Salome elinde kırbaçla tehditler savurmaktadır. Çok tuhaf, değil mi, ha ha. Özellikle daha ilerde M.N'nin yıkılacağını hatırlarsak; bir sürücünün dövdüğü yaşlı beygiri ağlaya ağlaya korumaya kalkmıştı. Ama şimdilik, 'keyifli ve ciddi fikir kulübü' içindeyiz (yok canım).


 Mayıs ayı, Orta'da iken, Lou ve M.N. gezmeye giderler. Mon­te Sacro doruğuna tırmanırlar, yukarıda oyalanıp gecikirler, onların Sina Tepesi'dir orası, anormal biçimde geç dönerler, bu dağcılık sporunu tuhaf bulan Lou'nun annesi ve Ree endişeli, öfke içinde onları beklemektedirler. Uzun, çok uzun süren bu doruktaki beraberlik hakkında, Lou daha ilerde şu şaşırtıcı açık­lamayı yapar:

"Monte Sacro'da Nietzsche'yi öptüm mü?... Hiç bilmiyorum."

"Monte Sacro'da, Nietzsche beni optü mü?" demiyor, ama, "Monte Sacro'da, Nietzsche'yi öptüm mü? Hiç bilmiyorum," diyor. Cevabı yokmuş gibi görünen bir soruya, hayran olunacak bir cevap.

Dâhi, müstakbel deli, hasta ve yersiz yurtsuz biri benimle evlenmek istedi. İyi tahmin ettiniz, başımdan savdım. Zaten hoşuma gitmiyordu, hiçbir erkek saygın kişiliğime (ne demek istediğimi anlıyorsunuz) layık olmamıştı. Evet, biliyorum, Ni'etzsche muazzam bir eser yazdı, ama salt bilimsel bilgilerden çok uzaklaşan bir eser. Monte Sacro'da onu öptüm mü? Olabilir. Bunu söylemesi size düşer, hiç bilmiyorum. Evet demek imajıma uygun mudur? Ya hayır desem? Her neyse, şunu bilin o ânı sonsuza dek tekrar tekrar yaşamaya niyetim yok. M.N.'nin bıyığı, aniden dışarı fırlayan dili, tükürüğü, nefesi, Dionysosvari coşkusu, boğa gibi soluk soluğa kalması, pantolo­nunun şişen önü, bütün bunlar yirmi bir yaşımda, dağda baş­kalarına sunulan armağanlar gibidir. O olay hakkında ketum kalması dikkatinizi çekmiştir. Deli olabilir, ama saygılı. Ona yüz kez aynı soru sorulmuş ve o hep şöyle karşılık vermiştir: "Bu gerçekten önemli mi?" Genellikle üslûbu böyledir. Neyse, Monte Sacro'da huzur. Perde.


M.N. Lou'ya birkaç mektup yazıyor. Onun ne demek istedi­ğini kadın pek anlamamıştır, hayvanca kendini sınırlayan bir rasyonalist. Aslında, üzüyor.

"ilişkimiz neden şimdiye dek sevincin her esprisinde yoksun kaldı? Siz, 'özgür düşünce'nin benim idealim olabileceğine yine de inanmıyorsunuz, değil mi?"

Sonra: "Artık her bakımdan berrak ve aydınlık bir gökten başka bir şey istemiyorum; bunun ötesinde, zorluklar ne olursa olsun, kendi yolumda gitmesini bilirim."

 M.N. kahramandı, kabul, ama bugün yeniden dirilirken daha ihtiyatlı olacak. Kurbanı olduğu haksızlığı uğursuz sayacak. Yaşadığı romantik ve görkemli devirde, yalnızca erkek çağdaşlarının kindar kıskançlıklarını uyandırabiliyordu, İsa'ya yara­şan bir olay, tamam anlaştık. Deneyim olarak onda eksik olan şey basit fizyolojik bir sorundu; yani, kadınların aşk çılgınlığı­na sebep olan kasırgayı fark etmeliydi; onları kendi güzelliğine tutkun kılan aşklarını sezmeliydi; dışa yansıyan, can sıkıcı, ya­pışkan, azgın duygularını anlamalıydı; bir tahtası noksan kadınlardı bunlar; işte M.N.'de eksik olan şeyler bunlardı. Eğer Lou, sözgelimi onun sık görüşmelerini kabul etse, hamile kal­mayı kafasına koysa, ona hiç durmadan mektuplar yazarak, mailler atarak, telefon ederek kızgın ateşini bulaştırsa, sokakta peşinden gitse, kapı komşusu olsa, gece gelip kapısını çalsa ve öyle bir canını sıksa, ki adamcağız birlikte oturmanın çarpıklı­ğını görür, mide bulantılarını, toplumsal yıkımı tercih eder, her şey farklı olabilirdi. Kadın tenini ona yasak etmesine rağmen ikonası, putu, posta kutusu, pasif yazıcısı, kurtlarını dökecek sıkıfıkı arkadaşı, çöp sepeti, aynası, mahzeni olsaydı. Çarmıha kendilerini geren çılgın sofu kadınların on dokuzuncu yüzyıldaki papazı olmayı kabul etseydi veya günümüzdeki hip hop şarkıcısı, gurusu, Dalay Lama'sı, imamı, güneş tapınağı rahibi gibi imana getirecek herhangi biri olsaydı. Bencilce kendi ken­dine yeterli olmayı, Münzeviye, Bekâra sunulan yoğun asalak­lığı, histerik biçimde başkasını hırpalamayı fark etseydi. Bin yıldır hayat tek başına yürüyor. Dört milyar yıldan beri bakte­riler tek başına hareket ediyor. İnsan şu anda başı dönecek den­li insan biçiminde ortaya çıkıyor ve etten kemikten çıkıp bede­ninden sıyrılıyor. O Her Şey'dir, o Hiç'tir, boş bir sevginin saf nesnesi, heykel ayaklığının değersiz parçası. Seni seviyorum, seni istiyorum, seninim, benim olduğunu söyle, aşkım senden daha güçlü, zaten senin fikrini sormuyorum, burada olmadığın zaman daha çok buradasın, burada olmak için var olmana ihti­yacın yok, yalnız benimsin, benim, benim.

Artık Üstinsan gündemdedir. Kadınlar Ebedi Dönüş'ü yaşa­mak istiyorlar, bu doğal. Hayali Usterkek kozmik ve komik olu­yor, Üstkadın dalga yerine onun üstünde sörf yapıyor, erkek çantada kekliktir. Zaman kazanmayı başarıp erkeğe zaman kay­bettirdi, onu kuşku duymaya, serbest özgürlük projesinden cay­dırmaya zorluyor. Erkek sonsuza doğru gidiyordu, onun hesap­larını altüst ediyor, planını bozuyor, çeneye tutuyor, aklını başından alıyor, tüketiyor. Kadın ya da insan-kadın, aynı çıkarlar, aynı strateji. Öldürücü 'biz' işe koyulmuştur. Ben deme, biz. Top­lu hayat bunu gerekli kılıyor, ben onun hücresel parçasıyım. Se­nin kanserinim, işitiyor musun?

M.N.'nin Lou'yla birlikte yoksulluk içinde yaşadığını, her akşam bebeğin viyaklamalarına maruz kaldığını, felsefesi hakkında Madam Salome'nin eleştirilerini dinlediğini göz önüne getirmek acı. Öyle ki kadına göre o felsefe çok sıradan, seçkinci, saçma,  satışı yok, kadın düşmanı, abartılı biçimde şiirsel ve nihayet fanatik. Aynı şekilde, Heidegger'in Amerika Birleşik Devletleri'nde Hannah Arendt'le birlikte İhtiyarlamasını görmek de acı. Kadın sîyâsi, ahlâki gazeteciliğe nasıl uyum sağladıysa, demokrasiye de uyum sağlamasını (Heidegger'den rica etmişti. İşte uzak durulması gereken iki küçük cehennem. Büyük bir Cehennem'de gizli gizli, tek başına yaşamak en iyisi; ismi belirsiz bir pansiyonda iyi ısınmayan küçük bir oda, kayak yapmaya elve­rişli bir dağ kulübesi. Evet, en iyisi, İtalya'da kimliğini gizleye­rek yaşamalı; Stendhal, Milano'ya ("orada yaşadı, sevdi, yazdı") gitmişti, M.N. için Torino ya da bugün hâlâ popüler olan Venedik'in bir semti en ideali. Tam şu sıralar, Venedik'te bu satırları yazıyorum. Hava çok güzel, her yer parıltı saçıyor, çanlar çalıyor, akşam fiskos yapmak için Redentore'ye gideceğim, Dionysos'un gizemleri, tabloların görkemi. Gözalıcı resimler, tek tek soluk alan, dans eden, düşünen, benimle konuşan tablolar.

Lou'yla sağlıklı bir ilişkiyi sürdürmek için M.N onunla yaşarken belki bir edebiyat eleştirmeni ya da bir gazetede başya­zar olmaya razı olurdu; başka bir deyişle, günümüzde televiz­yon yayınlarında çıkan oyalama konuşmacısı veya kültür ya­yınları sunucusu. Görüntüsü pek çekici sayılmazdı; bu role ya­kışacak bir yanı yoktu. Ama durun, evliliğin onun ağır depres­yonunu ve migrenlerini (aynı zamanda kendinden geçişlerini ve zorunlu yürüyüşlerini) iyileştirdiğini varsayalım, o zaman parlak bir konuşmacı, yüzyıl sonu Avrupa salonlarının seçkin davetlisi olabilirdi. Sözgelimi Paris'te, Ritz'de, yirminci yüzyıl başının edebi ve artistik coşkusuyla karşılaşırdı. Ne de olsa, 1900 yılında Weimar/da öldüğü zaman henüz elli altı yaşındaydı. l914-1918 yıllarında, yetmiş yaşında olsa o saplantısının, yani felaketin gerçekleştiğini görecekti. Üstelik, 1917, 1933,1940, 1945 yıllarında daha beterini izleyecekti. 1950, 1960,1980,2000 yıllarında zerre kadar iyiye gidiş yoktu. Altinsan her yerde zafer kazanıyordu; beşeri varlık azıcık olsun kendini aşamıyor, çarkın dişlilerine kapılıyordu. Düşünmek neye yarar? Can sıkı­cı. Geçmişe bir sünger çekmeli, yoksa insan delirir. Belki de kendini avutmak, dünyalığını yapmak, bir güzel sarhoş olup plajda sızmak, hantallaşmak, alıklaşmak, kendi kafatasının diğer kafataslarıyla bütünleşmesine aldırmamak, yüzyılları unut­mak, susmak, tahammül etmek, ölmek daha iyi... Acayip ihtiyar Sicilya'da inzivaya çekilmiştir. 

"Sağlığım bana diyordu ki: Güney'e git. "

Tabii, Güney'e git, embesil. Kuzey'i iç karartıcı sisleriyle ken­di başına bırak, ateşli küçük Ludi'ni, yüreğini, ciğerlerini ken­dinle birlikte götür. Saklan, sus, dolaş, uyu. Mümkün olduğu kadar sessiz bir mahallede çok sade bir yer bul. Panjurları, per­deleri kapat. Sol yanağını yastığa koyup iyice bastır. Gözlerini kapa, bomboş ikindi sonrasının Güney'ini hissetmek için ara sı­ra aç. Unut, kendine ait olmayan sesleri kafandan uzaklaştır. Şu uyuklayan maviliğe dal, hayal kur.




***

Paranız yoksa. zaman ağırlaşır. 
Küçük dilimlere ayrılır kurşun gibidir.
 Sağlık o ağırlıktan etkilenir, yıpranıp çökersiniz, 
önemli sorun yarına ertelenir ve yarın yoktur. 
Usanmışsanız, bugün de yoktur, yarın beklenir, yarın bir an sonrasıdır,
 o sırada Borsa sizi esir almıştır. Rahatsızlık üst üste geldikçe, daha çok yayılır, sinir sistemi yıprandıkça, sinir hücreleri tükenip ölür madem ki her şey değerlidir, artık hiçbir şeyin değeri yoktur. Az bulunur bir elyazması satın alıyorum, çekmeceme kapatıyorum. Şanghay kuleleri inşa etme düşünü eski bir cilâ kutusu kurdu­ruyor bana. Zaman o denli hafif, o denli hızlı ki parmaklarımın arasından kayıp gidiyor, ama parmaklarım yok artık. Beni ölüm yaşatıyor, o esnada ötekiler hayatlarını sürdürüyorlar, salaklar, hâlâ duyguları var. Acı mı çekiyorlar? Çeksinler, yeni dünya onlara göre değil, insansız bir devinim.

Tam yetecek kadar para, fazlasına gerek yok. Asgari konfor, boş zaman, serbest aşk. Sözgelimi M.N. durmadan yazıyor, bir hiç uğruna, okurları yok ya da pek az (ne yazık ki sonunda hiç okuru olmadığından bile endişe duyacak), sebatkâr, ateşli yaratıcılık. Yazdığı bir sayfa, yaşadığı çağın en iyi yüz yazarından kıymetli, hatta bin yazar demeye cüret edelim. Beş cümle ve cilt  cilt kitaplar boşa gidiyor. İlginç olan şey, onun bombaları ses çıkarmıyor, kalemle etki yapıyorlar. Yazıyor, yazıyor, hayatı hayatın içinde bir roman, en çetin koşullarda her şey kolayca aklına geliyor, zaman duvarını aştığının ancak farkına varıyor. Ötekiler yaşadıklarını anlatmadan kendilerini yaşıyor sanıyorlar, gerçekte yaşadılar, uyuyorlar, ayakları dolaşıyor, ölüm onları uyandırmıyor bile, hiçliğe dalıyorlar, kendilerini suçlu hissediyorlar, utanıyorlar. Filozof Nietzsche'ye göre tam tersi, sözcükler birbi­rine yaklaşıyor, farklılaşıyor, çoğu kez müzik gibi, sesleri alçalıp yükseliyor, yemeklere, iklimlere karışıyorlar. Filozof kendisin­den söz ederken şöyle diyebilir:

"Sonuçta, yalnızlığın yolunu şaşırttığı yarı deli bir adamım,   bas ağrısı çekiyorum."

Fakat anlık bir şey bu, kurnazlık.

Bunun karşılığında, yapmacık olmayan şey sağlık durumu:

 "Sonu gelmez mide bulantıları, uykusuzluk, geçmiş günlere ilişkin melankolik düşünceler, sürekli baş ağrısı, zonklayan, gözlerime vuran acı."

İşte böyle, Dünya dönüyor. Kış aylarındayız, "ellerim morarıyor", "sürüne sürüne yatağıma tırmanıyorum, uyduruk rüyam benimle alay .ediyor", "her güne kötü başlıyorum, soğuk duş alıp kışla dalga geçiyorum", "gökyüzü kül rengini alırken şafakta uzaklaşıyor", "uzun ışıltılı sessizlikleri sessiz kış göğün­den mi öğrendim?" "yoksa onlar mı benden öğrendiler? Ya da her birimiz kendi açımızdan mı onları bulduk?"

Kalem kâğıdın üzerinde yürürken, işte güzel sorular, aslında, hiçbir şey daha uzağa daha hızlı gidemez. Kalemler mi? Fi­lozofa on iki düzine lazım, hangi marka olursa olsun, S. Roeder'inkiler yeterli, geniş uçlu, 15 numaralı kalem, Roeder, Ber­lin'de mahkeme kırtasiyecisi. Teşekkür ederim anne, ben senin eski yaratığın, eski hayvanınım. Oraya gelmişken jambonla iki kravat gönder, kravatlardan biri büyük, biri geniş olsun, geniş olanı boynuma sararım, ötekini iğnelerle tuttururum. Sonra köpüren pudra, en iyisinden salam. Sonra kolları çok uzun olmayan bir gömlek, çorap, eldiven. Bir de teneke kutu içinde Savoie pastası.

Şarap içmek yok, ispirtolu içki yasak. Pansiyonda geçen günlerim mi? Sabah saat 5: Bir fincan kakao (Van Houten marka) kendim hazırlıyorum, sonra tekrar yatağa giriyorum, bazen tekrar uyuyorum. Saat 6'da hoppadak kalkıyorum ve çay içiyorum, giyindikten sonra büyük bir bardak çay daha içiyorum Artık çalışma vakti - iyi gidiyor... 15 numaralı kalem... Yemekler tabldot usulü (lokantada 100 kişi ve bir sürü çocuk). Öğle yemeği: Ispanaklı güzel bir biftek, kanlı kanlı, içi elma marmeladıyla dolu kocaman bir omlet (pöh!). Akşam yemeği: Birkaç küçük dilim jambon, iki yumurta sarısı, iki dilim ekmek, hepsi bu kadar. Ertesi gün, aynı program.

İşte, ebediyen bunları yiyeceksiniz, Mösyö Nietzsche.

Hoşunuza gitti mi?

Çok.
                                              
"Bundan böyle, et yemeğinden uzak durup ruhumu sıkan ve karartan her şeyden sakınarak Venedik'te yaşayacağım, küçük bir melek gibi sakin ve münzevi."

Yalnızlık M.N.'yi hâlâ etkiliyor. Bu duyguyu hiç kimse onun kadar tatmamıştır, dakika dakika, soluk soluk, satır satır. Buluyor, seziyor, yürüyor, düşünüyor, yazıyor. Kendinden emin, şöyle diyor: "Altın yumurtladım" Ve de: "Sessizliğime ihanet etmemeyi sessizliğim öğretti bana." bu benim en sevdi­ğim sanatım" 15 numaralı kâlem biraz eskiyor, onu değiştiri­yor. Kar yağışı durdu, 15 numaralı kaleme dönüştü, güneş pırıldıyor, buz parlıyor. "Yalnızlık balina gibi yuttu beni" "Birileri için yalnızlık hastaların sığınağıdır, ötekilere göre hastalardan uzak bir sığınaktır."         

Hastadır, besbelli, ama kafa sağlığı mükemmel. Tam kafa sağlığına ulaşmak için hasta olmak gerekir. Sağlıklı gerçek has­talık (tabldot yiyenler, anneler, babalar, çocuklar, gürültü patır­tı) budur, "tütsülenmiş, bunalmış, yıpranmış. çürüyüp küflenmiş, ekşimiş ruhlar". Lafa bak, işte bir tane daha: "Sırtında beygir terkisi olmayan salak kızlar." Kaba sözler, masadan kalkmak zorunda kalacaklar. "M.N. abartıyorsunuz!" - "Oh pardon madam, kızınız tıpatıp size benziyor, öyle salak ve çir­kin ki! Bi terkisi eksik!"

Bu patlamanın ardından, M.N. üç gün yatağından kalkamı­yor, soğuk havaya rağmen pencere açık.

"Her yanda gizli küçük tarikatların kokusunu alıyorum, nerede küçük odalar varsa, oralarda kadın yobazların hayır der­nekleri, onların pis kokuları bulunur..."

Şeytan yobaz mıdır? Tabii evet, her yerde az çok ona rastlanır. O "ciddidir, çok dikkatlidir, derindir, görkemlidir". Buna karşı­lık, yeni Tanrı sevimlidir, oynaktır, üreyip çoğalandır, yakıcıdır, yüzeyseldir. Havayı, kelebekleri, sabun köpüklerini sever. Ka­nıyla “cümleler yazar, 15 numaralı kalem doğrudan damarlara girer. Şuna benzer haykırışları vardır: "Bırakın, tesadüf beni bul­sun." Küçümseyenlerin küçümsemesini küçümser. Bayağılık­tan, kaba şakalardan tiksinir. Hem gemi, hem fırtına olarak ken­dini rüyada görür. Amentüsü yalındır: "Ben diyen kutsal ve azizdir kendisine tutkulu olan insan mutlu olur, o insan kâhindir." Veya: "Dinginlik dirileştirir." Veya: "İnsan artık sevemediği zaman, orada durmaması gerekir."


***


M.N. yeni pabuçlarına çocuk gibi seviniyor. Tabanları kalın ve esnek, karda ve buzda çok kullanışlı, hiç ses çıkarmıyorlar, sanki lüks şosonlar. Aman Tanrım, ayaklar çok önemli, ayaklar. Yan etkileri çok şiddetlidir; belkemiğinden tut, rüzgârla kırbaç­lanan beyne kadar. Kemikler çarpılmayagörsün, bütün iskelet etkilenir. Şehvete saygılar, evet, "bütün belli belirsiz saplantılar ve bunalımlarla dalga geçen şehvet". M.N. ne yaptığını bilmez değil, yönü belli, geniş adımlarla ilerliyor. Tek düşüncesi var: Kâğıtlarını ve 15 numaralı kalemini bulmak. Ayaktakımının şehveti yavaş yavaş ateşe dönüşür, çok duman çıkarır. Ne var ki "şarapların içinde" o da bir şaraptır; bir anlık zevk için bütün geleceğe minnet duyar, dolup taşar. Gelecek, şimdiki zamana muazzam bir armağan sunar. Sonuçta, cinselliğe ihtiyaç yoktur, kelimeler olmadan tertemiz haz yeterlidir. Şu halde, "her an iç çeken, her an yakınan ve en küçük çıkarları ele geçirmeye çalı­şan ebediyen tasalı erkek ve kadının" uzağındayız.

Özgür hayat pırıl pırıl, kutsanmış, sevinçli, M.N. yürüyor, küçücük bir çakıltaşı, yapraklar, ağaç gövdeleri, dereler onu et­kiliyor. Kendini kuş yerine koyuyor, zira "kendini kuş yerine koymak isteyen kendini sevmelidir". Ben kendimi nasıl seviyorsam. siz de kendinizi seviniz ve çok geçmeden "zekâ tembelliğinin ahdetmiş düşmanı, ilk düşmanı" olunuz.

Dünyayı sırtınızda taşımak ağır mı geliyor size? Yok canım, ağır değil o ağırlığı hissediyorsanız, "koyu sarıyı ve koyu kırmızıyı" sevmiyorsunuz demektir. Hatta, "hışıltılı ve toprak kokan yağmur gibi uykuyu da" sevmiyorsunuz.

Londra'da, otel odamdayım, ikindi sonrası karanlığa gömülüyorum. Yağmur yağıyor, yerimden kıpırdamıyorum. Bir oda hizmetçisi giriyor, ışığı yakıyor, beni yatağa uzanmış görüyor, korkuya kapılıyor, "sorry" diyor, çekip gidiyor. Ludi'ye az önce şöyle dediğimi varsayalım: "Büyük ruhlar serbest hayat yaşamakta hâlâ özgürler." Veya: "Dünya, hâlâ ikili yalnızlıkları ve yalnızları taşıyacak kadar özgür" Beni dinleyince o da gülerek şampanya kadehini kaldıracak, tuhaf, anlamlı bir ifadeyle mırıldanacak: 'Delinin biri, her şeye rağmen anlaşıyoruz' Hadi balık yemeye gidelim, sonra bara. İyi fikir, neden olmasın? Tatlı mı? Ludi, olmaz diyecek, 'Çok şişmanladım, perhize girmem lâzım'. Biraz daha şampanya? Tamam, anlaştık!

Ne yazık ki M.N'nin bir partneri olmadı. Olsaydı onunla birlikte gece eğlenmeye giderdi. Onunla birlikte geri döner, sere serpe uzanır, yastığın altından el ele tutuşur, ayaklarını -çok önemli, ayaklar- onunkilere bitiştirip ısıtırdı. Sarışın bir kadınla yan yana, güzel güzel uyurdu. Sarışın bir kadın, soluk alan, ka­dife gibi yumuşak, saten gibi parlak, şeftali gibi sulu sulu. Biraz kıpırdıyor, titriyor, bebek gibi soluk alışını dinliyorum. Şimdi şu yatakta yaşadığım hayatın eskiden tam tamına aynısı vardı. Gün mü doğuyor? Hangi gün? Ludi biraz inliyor, hafifçe yana­ğını ve gerdanını okşuyorum, gözlerimi yumuyorum, her za­manki sayıklamalarıma başlıyorum, bu kez bir bahçe planı çiz­mek söz konusu, iki yanı ağaçlı yollar, sık ağaçlıklar, merdiven­ler, taraçalar, parmaklıklar. Galiba bunları çizmeyi başaracağım, ama kâğıdım yok. Gözlerime biraz daha gün ışığı doluyor, şafak sözcüğü uyar, tan kızıllığı neden olmasın, hem ben yanında oldukça pembe parmaklarında tan kızıllığı neden olmasın? Bıldırcın, kumru, sevimli sülün, dünyanın bütün kuşları odaya dolup yu­va yapıyorlar. Düşünceler uçuyor kafamdan, kelime bulamıyo­rum. Ludi geriniyor, kalkıyor, perdeleri açıyor, külrengi günışığı içeri doluyor. Gel, kulaklarımı öp. Oda servisine telefon edi­yor; kahvaltı, çay, kahve, haşlanmış yumurta istedikten sonra gizlice duşa giriyor.

Sonra televizyon

savaşlar, saldırılar, yoğunlaştırılan güvenlik önlemleri, depremler, su baskınları, yangınlar, salgın hasta­lıklar, doların düşüşü-çıkışı, davalar, cinayetler, doğal kirlenme, lüle lüle reklamlar. Süslenmiş kocaman kız travestiler becerik­sizce bel kıra kıra yürüyorlar, upuzun bacaklar. Bu sahte güzel­lik felaketine nasıl katlanmalı? Pudralı suratlar. Bu sırada, koca­sı olmayan kızlara şarkı okuyan güzel kız aklıma geliyor. Yakı­şıklı bir erkeği var, ama şansı yok, delikanlı Hollanda'da, Hollandalılar kapmışlar. Londra'da, sarışının yanındaki erkek yakı­şıklı, ama tuhaf, çekilmez bir koca. Sarışın güldüğü zaman gü­zelliği anlaşılıyor.

Eski Fransız şansonları... BBC'de çalışan İngiliz kadınlar, anons ettikleri pisliklerden pek etkilenmiş görünmüyorlar. Konuştukları stüdyoda tavan çökebilir, aynı sakinlik içinde ve ay­nı gülümseyişle olayı aktarabilirler. Bomba konmuş bir araba in­filak etmiş. Çok uzatmayın kızlar, bir sonraki haberler saat başı.


***



M.N. sıkılmaktan, tembellikten mümkün olduğu kadar uzak duruyor. Bu olumsuzluğu 

"kötü koku" 

diye niteliyor. Rastlantıyı, sebepsizliği arıyor ve özellikle bir işaret bekliyor, kendi işare­ti: "Gülen aslan ve onunla birlikte güvercinlerin havalanışı" (herhalde, Venedik'te, San-Marco Meydanı'ndaki güvercinleri ve tumturaklı aslan heykelini hatırlıyor). Hatta lafı şöyle deme­ye getiriyor: "Kimse hiç yeni bir şey söylemiyor bana; o zaman kendime kendim söylüyorum."

Kimse yeni bir şey söylemiyor mu? Öyle mi? Bir yüzyılı aş­kın zaman geçmedi mı? 

Mösyö Nietzsche'nin yok oluşundan bu yana dünyada epey şeyler oldu. 

Atom bombası. Sinema, Hücreler, ziyaret edilen gezegenler, sanayileşme kırımları, embriyon ticareti, ölü Tanrı'nın çırpınmaları, internet iletişimi, cevapsız e- posta, kısaltmalar. İnternet meraklısı her şeyi ve hiçbir şeyi dü­şünüyor, keskin ve kısa sarsıntılardan titremelere, ilişkisiz yakınlaşmalardan uyuşturucu uyuklamalarına gidiyor. Tekno rockçı kendini çökertmekten zevk alıyor, evrensel din diye sa­yıklıyor, her şey onun gözünde yenidir, ama yeni hiçbir şey söy­lemiyor. Çevresindeki zaman ölüyor, dedelerini belli belirsiz ha­tırlıyor, onun ötesinde hiçbir şey, dünya duruyor.

Geleceğe yönelik kehanet: "Bütün geçmiş savunulmadan böylece terk edilmiştir. Günün birinde bir tiran çıkacak ve plebin efendisi olacak, derin olmayan sularda zamanı boğacaktır."

Tamam oldu: derin olmayan dere, suda ayaklar, dünü düşün­mek neye yarar, yarın benim için farksız.

Eşzamanlı olarak zamanın yoğun biçimde yığılması, uyanan yolcuyu tehdit ediyor. Tek başınadır, o ezici kafayı omuzlarının üstünde taşıyor, ölüler onu sürekli kendilerine çekiyorlar, yardı­ma çağırıyorlar, gece vakti yatağından sıçratarak uyandırıyor­lar, haykırıyorlar, inliyorlar, yakınıyorlar. Ölüler, zavallı ölüler, büyük acıları var. Büyükbaba ya da büyükannenin ötesinde ne var? Kalabalıklar. Bu halleriyle çok canlılar. İğrenç, çürümüş, za­rif, erdemli, kötücül suratlar. Jestler, pozlar, imalı sözler. Geçen gün, tam gün ortası, odamda sekiz kişiydiler. Dört erkek, dört kadın, birbirlerini tanımıyorlar, aynı devirde yaşamamışlar, aynı dili konuşmuyorlar. Burada ne arıyorlar? Benden ne istiyor1ar? Ah, işte M.N. Sinekkaydı tıraş olmasına rağmen onu bakı­şlarından tanıyorum, artık bıyığı yok, giyimi cakalı. Fransızca konuşarak, "Bedeli olan her şeyin değeri azdır," diyor. Sonra ekliyor: "Rastlantının ortaya çıkışını bekliyorum." Ardından, ötekilerle birlikte kayboluyor, bir antikite figürü, Rönesans çağının İngiliz soylusu, iki fingirdek esmer kadın, iki güzel dedikoducu.

Kadınlar ve erkeklerle birlikte kayboluyorum, fakat oradayım.

Bu böyle.


***



M.N'nin ininde bir tek kadın olmaması dikkat çekici- Savunduğu dava onu da dönüştürmüş, Peygamber Zerdüşt adını almış. Zerdüşt, Farsça'da 'altın yıldız' anlamına geliyor. Ustinsana uygun kadın yok, Üstkadın yok. Aramıza dönen M.N. hata­sını anlıyor, kendini maskeliyor, anlaşılmaz biri gibi görünmeyi tercih ediyor, dişi partnerlerini seçiyor, inisiyatifi onlara bırakı­yor, bir köşede kendine çekidüzen verip onların akıntısını izli­yor. Çıkmaza mı saplanmıştır? Pek değil, bunun cevabını yazmaya hazırlandığı sayfada, ancak yazacağı ilk sözcükleri önce­den bilmiyor.

Nitekim, filozoflar, psikanalistler, siyaset adamlarının katıl­dığı bir kongre. Bu toplantıda söz aldığını hayal ediyor. İşte, sa­vurduğu sözler. Herkes hayretten donakalmıştır:

"Yer solucanından insana ulaşan yolu izlediniz ve içinizde hâlâ o solucandan bir miktar olduğunu gördünüz. Bir zamanlar maymundunuz, bugün herhangi bir maymundan daha may­munsunuz. En aklı başında olanınız bir bitkiyle hayalet kırma­sından başka bir şey değil, yarı deli yarı ceset bir belirsizlik."

Orada bulunan filozoflardan birinin karısı, porno film aktri­si, kocasına dönerek konuşmacının kaçık olduğunu belirten bir işaret yapıyor. İlerici bir milletvekilinin yanında bir gazeteci ka­dın oturuyor; milletvekili, kadın gazetecinin kulağına eğilerek fısıldıyor: "Sigortası atmış, saçmalıyor!" Dünya Yüksek Kültür­ler Akademisi'nden bir profesör yanındaki psikiyatra söyleni­yor: "İyi saatte olsunların gazabına uğramış!"

Bu arada, konuşmacı devam ediyor:

"Dans eden bir yıldızı yaratmaya gücü yetmeyen bir kaossunuz. Deveden aslana, aslandan çocuğa geçmeniz gerekirdi. Oy­sa sağırlar kadın dostu oldu; sizin hantallığınız özgürlüğe, bu özgürlükten masumluk ve unutulmuşluğa, oyuna, kendini tekrara, kendi kendine dönen tekerleğe geçti. Yorgunsunuz, pes et­meye yakınsınız, yorgunluğunuz ölümcül bir sıçramayla sona erecek, artık hiçbir şey istemeyen, cahil, zavallı bir yorgunluk bu. Kısacası, mideniz yorgunluğunuzun mezarı olmuş. Yaşayan ölülersiniz."

Oturum başkanı sinirleniyor. Konuşmacıya bir kâğıt iletiyor, kâğıda şunları çiziktirmiş: "Ne demek istiyorsunuz?" Konuş­macı kâğıdı buruşturup 'dişi maymun' diye bağırarak porno ak­trisine fırlatıyor. Kadın ayağa kalkıp salonu terk ediyor. Süresi dolmayan konuşmacı devam ediyor:
"
"Koyu bir melankoliye bürünerek ölüme sebep olan küçük rastlantıları arzulayın, dişinizi sıkın ve o ânı bekleyin."

Başkan, üçüncü dünyacı bir bakanlık görevlisinin gözüpek işareti üzerine mikrofonu kapatıyor. Ancak sesi duyulmasa da adam konuşmaya devam ediyor, güvenlik görevlileri adamı yakalayıp apar topar dışarı atıyorlar.

"Beden, diyor M.N., büyük .bir akıl, çokluk, güçlü bir yönetici, meçhul bir bilge."

M.N. bedeni düşünen, onu araştıran, ona acı çektiren, içinde dolaşan, hafifleten, onu dans ettiren, bilinçli olarak onu tüketen ilk kişidir. Tehlike deliliktedir, ama bizzat delilik de, yazılmış bu yeni cümlenin bir ânıdır. Kendini bedeninden aşağı görüyor, "tertemiz havayı, tehlikenin uzak olmayışını, sevinçli bir öfkeyle dolan zekâ"yı seviyor. Dağların, kayaların, göllerin, vadilerin ona göre gizleri yok. Aralıksız yürüyor, cümleler tek başlarına oluşuyorlar. "Yüksek erdem pek paylaşılmaz, yararı yoktur, o pırıldar, parlaklığı hoştur." Bugünlerde, Çin'in Maymun Yılı'na girdiğini not ederek eğleniyor. Hayvanlar hoş gelmişler, kartal, yı]an, aslan, eşek, güvercinler. Kahrolsun Devlet!

"Devlet: Hepimizin yavaş yavaş öldüğü mekândır; hayatın mekânı."

Daha da sertleşiyor: "Gereksiz olmayan insan, ancak Devlet ortadan kalkarsa var olur; o zaman, gerekliliğin şarkısı başlar; yeri doldurulmaz, yegâne melodi."


Kuşkusuz, sizin 'yeri doldurulmaz,yegâne melodi' olmanızı önlemek için her yola başvurulacaktır...



***


M-N- yeniden kalemini alıyor, penceresi açık. Şöyle yazıyor

"Anlaşılmaz şeylerin ve kararsız güçlerin derinliği parlıyor." Ve sonra: "Her hayat, zevkler ve renkler tartışmasıdır." Zevk ger­çekten "hem yük, hem kantar, hem kantarcıdır; renkleri ve zevk­leri tartışmadan yaşamak isteyen canlının vay haline". Kefaret ödemek yok, çabalama yok, soluk benizlilik yok, güneşten yok­sunluk yok. "Güzellik, her güçlü iradenin ele geçiremeyeceği bir kale" olduğuna göre, ense yaparak hoşça vakit geçirmeli, elleri­ni başının üstünde kavuşturmalı, işte bu "dizginlerinden boşan­mış iradedir".

Otların üzerine uzanıyor, uyuyor, gözlerinin önüne bir şey geliyor.

 "Etrafıma baktım, zaman biricik çağdaşımdı."

Eskiden Zerdüşt diyordu; bugün bu sözcük güldürüyor M.N.'yi. Öyle dedi, öyle hayal kurdu, öyleydi. Çağının tutku­sunu hiç de inkâr ettiği anlamına gelmiyor bu sözcük. Yapıtı Deccal bunu doğruluyor, zaten o yapıtta iyice düşünülüp o ila­hi Yahudi'ye, o ulu İbrani'ye saygılar düzülmüş. Tanrı, Tanrı olmaktan yorulmuştu, olgunlaştı ve ihtiyarladı, bağırsakları bozuluyordu, gitgide öfkesi azalıyor, sevgiye ve merhamete yöneliyordu, heyecanlandırıcı tan kızıllığı, katliamlardan du­yulan bulantı, oyunun sonu. Kendi canına kıydı, işte gerçek. Kendini Oğlu'na feda ederek bizi kurtarmak için kendini öl­dürdü. Sağ olsun!

M.N. gülümseyerek bu muazzam olayı düşünüyor. Tanrı kendisiydi, neyin söz konusu olduğunu biliyor. Bir delilik. Dayanı­lır gibi değil, acı çok güçlü, on milyon kez daha az yok olabiliriz, on milyon kez daha az delirebiliriz. Odası güneş içinde, sonba­har, akşamın saat 6'sı, M.N. o sırada Ben Webster'in eski bir pla­ğını dinliyor. My Funny Valentine. Her yeri dolaştı, ama Fransa'dan vazgeçemiyor; Paris'te, Palais-Royal Sokağı'nda. Bu soka­ğın sessizliği ona huzur veriyor. Bundan böyle, Akdeniz'den, Cenova'dan, Nice'ten, Torino'dan uzak duruyor. İsrail'e gidip şöy­le bir göz attı, oraya yerleşmeyi düşünmüyor, Moskova'ya, Ber­lin'e de. New York'da yirminci yüzyıl ortası, artık çekici değil. Mekke'de durum vahim (son Hac döneminde 250 ölü). Yunanistan turizm yüzünden talan edilmiş. Roma çeşmeleri birkaç gün ilgisini çekebilir, Venedik biraz daha uzun süre oyalayabilir, fakat akıl bütünlüğüne ihtiyacı var, aklının büyük sağlığına, aklı ancak Paris'te soluk alabilir ve sessizce ışıldayabilir. Yerel uyur-gezerler arasında, sakinlik, kurnazlık, temkinlilik.

Bir de bu eski taşra kentinin gazetelerini okuyarak, televizyo­na bakarak eğlenmeli. Sözgelimi bugün, bir porno aktörü, bir hayasız biseksüel kendini şu cümlelerle ifade ediyor: "Hep aynı şeydir; düzüşürüz, vajinal ve anal ilişki, sonra boşalma. Geliyo­rum, rolümüzü oynuyoruz, gidiyorum"

 Üstinsanın nihai imajı: başarısız deneyim.


***


M.N. bir sabah, Rapallo'da bir kafenin taraçasına oturmuş. Ocak ayında güzel bir gün, az bulunur cinsten ılık bir hava. İki dirseğini masaya yaslamış, gri sarı göğü gözlemliyor ve düşündüğünün farkına varıyor. Düşündüğünü düşünerek düşünüyor. Elinden bir şey gelmiyor, bu böyle. Fakat düşüncesi nereye yö­neliyor? Kendine mi? Kendi dışına mı? Her yana mı? Hiçbir ye­re mi? Oldum olasıya mı? Sonsuzluğa mı? Bir sineği kovarmış gibi sağ eliyle bir hareket yapıyor. Yatıştığını hissediyor, uyudu ve rüya gördü. Rüyasında onuruna verilen bir ziyafete katılmış. Aslında tuhaf bir ziyafet, tümüyle komedi. Bir karnaval havası, yemeğe katılan kadınlar ve erkekler alacalı renklere bürünmüş­ler, hepsi hayranlık içinde, yapmacıklı. Bir zamanlar hayal etti­ği, kavuşmak için can attığı, yanıp tutuştuğu, haklarında yanlış düşündüğüne inandığı bütün insanlar.

Odasına dönüyor ve yazıyor: "Bütün zamanlar boş laflarını kafanıza çarpıyorlar; bütün zamanların boş lafları ve rüyaları si­zin uyarılarınızdan daha gerçektir."

Nişan aldığı hedefleri tanıyor. "İnanmaya layık olmayan­lar", zira bütün yaratıcıların "inanca inancı vardır" ve "kendi­ne inanmayan daima bir yalancıdır". Yalancı softalar, kuşbeyinliler, kısır kafalılar, kısa boylu düşünenler, hepsi yenilmeyi hak ediyor. Sonra, kendi taraflarına çektikleri genç karılarıyla "gülen erkekler". Sonra, "kadınlaşmış, şaşı bakışlı" riyakâr duygusallar. Sonra, "ayçiçeği gibi açılıp kapanan aşkların" fi­güranları, bunlar "her bakımdan sırf seyirci olmak isterler". Sonra, kiliselerin, muhasebe bürolarının, laboratuarların, üniversitelerin softaları. Sonra, "zekâya ağ ören" örümcekler; ze­kânın eşarplarını, berelerini, peçelerini ören örümcekler. Son­ra, nakaratları, kısır projeleri, bayat düşünceleri, organik saplantıları, aybaşı rahatsızlıkları, bozulan bağırsakları, sahte duyguları, fikirleriyle sizi zehirleyen kadın ve erkekler. "Soy­suzluğun ve itaatsizliğin iblisleri" diye yazıyor M.N. ve şöyle sonuca varıyor: 

"Dünya'nın bir cildi var, bu cildin hastalıkları var; o hastalıklardan biri de insan."

Pansiyonunda tabldot yemek için odadan çıkıyor, yüksek sesle konuşuyorlar, çocuklar bağırıyor, erkeklerin boynu bükük, uyuşuk, hayat bu. Günlük gazetesini açıyor ve can sıkıcı, bıktırıcı laflar tekrar başlıyor.

Ken Park

Gazete yeni bir filmden söz ediyor. Filmdeki oyuncular yeniyetme. Aile otoritesinin yetersizliği, aile içi ruhsal bozukluklar, anlayışsızlık ve ikiyüzlülük onları aylaklığa ve yapay başıboşluklara sürüklemiş. Film evsiz barksız bir gencin intiharıyla başlıyor, cinsel ilişkinin alabildiğine yaşandığı bir âlemle bitiyor. Çevreden soyutlanmış, tensel zevklerin ardından giden üç içe kapanık gencin rüyası. Bu arada bir yeniyetme, kız arkadaşının annesiyle cinsel ilişkiye giriyor, bir başkası alkolik ve homofobik babasını reddediyor, bir genç kız sadist-mazoşist ilişkiye giri­yor; dinsel fanatik ve dul olan babasından bu ilişkisini gizliyor. Dolayısıyla film, çocuklarını sevgisiz, kötülükçü bir dünyaya bı­rakıveren büyüklerin rezilliklerini açığa vuruyor. Böylece genç­leri iler tutar yeri olmayan bir cinselliği icat etmeye zorluyorlar. Filmin bir sahnesinde, ruh hastası bir yeniyetme büyükanne ve büyükbabasını öldürüyor. Bir başka sahnede mastürbasyon ya­pıyor ve kendi kendini boğuyor. Fon müziği.

M.N. gülmekten tıkanır gibi oluyor ve bir an kendinden ge­çiyor. Sonunda, kadınlardan birinin pek tiz ve cırlak bir sesle haykırdığını işitiyor: "Mösyö Nietzsche, Mösyö Nietzsche, uyu­yor musunuz yoksa? Tuzluğu bana uzatın diye belki on kez ses­lendim size!"

İşte bu yüzden ateş, baş ağrısı, mide bulantıları, uykusuzluk, kırıklık, kara kara düşünceler, tiksinti, müthiş yorgunluk, içinden çıkılacak gibi değil, çaresi yok. içinden gelen kötü ses durmadan yineliyor: "Her şey boş, her şey aynı, her şey geçici." Uyku hap­ları pek işe yaramıyor, üç gün boyunca sersemletiyorlar o kadar, çeşitli hezeyanlara neden oluyorlar. Kayalıklar bir hiç, dağlar bir hiç, uçurum çökeltileri. Aksayanlar, topallayanlar, zihinsel kam­burlar, bütünüyle güçten düşenler, katılaşma, kalıntılar, yıkıntılar. Ve yine o kötü ses:

"Her şey geçici, demek ki her şey geçici olmayı hakediyor. Vazgeçiyor, ölüyor, geçmişe git!"


 Artık vakit geçmiyor, oda bir mezar, odanın içinde "belirsiz sonsuzluğun kokusu". Yüzyıllardır kimse buraya gelmiyor, hiç­bir haritada böyle bir yer yok, sanki Mars'tayız ya da 80 bin met­re derinlikte. Kol güçsüz, beyin daralmış, el yazmayı reddediyor.

"Bugün gördünüz mü onu?"

"Hayır. İki günden beri panjurları açmadı."

"Yemek yedi mi?"

"Eh işte. Biraz çorba."

"Onunla konuştunuz mu?"

"Önceki gün. Tanınmayacak halde. Ürkütücü."

"Ölecek mi acaba?"

"Muhtemelen."

Sonra, üçüncü gün, her şey yolunda, M.N. elini ve kalemini tekrar buluyor.  Şaşırtıcı bir hızla yazıyor, uzun uzun yürüyor ("iç açıcı toprakta rüzgârı ve özgürlüğü seviyorum"), sessizlik onu sürüklüyor, eve dönüyor, saatine bakıp not ediyor:

"Bugün ve eskiden varım, ama benliğimde yarından, yarın sonrasından ve daha sonrasından bir şeyler de var."

Gülüyor, ağlıyor, yine gülüyor ve ekliyor:

"Toprağın yüreği altından."

Ve sonra: "Akrep ve yelkovan ilerliyor, hayat saati nefesini tutuyor, buna benzer sessizliği hiç duymamıştım."

Ve sonra: "Gecenin sessizliği daha koyulaştıkça, otların üze­rine çiy seriliyor."

Ve sonra, sanki fısıltı gibi: "Fırtınanın getirdiği sözler en ses­siz olanları. Dünyaya yol gösteren düşünceler güvercinin kanat­larında geliyorlar."

Yatağına uzanıyor. Deliksiz uyku. Güvercin o, çiy damlası, canlı, tertemiz hava.

Şimdi postayla gelen mektuplar. Annesi, kız kardeşi, pek ya­kını olmayan ve hayranlık duyan dostlar, baş belâları, yayıncı­lar. Yayıncılara göre can sıkıcı bir maldan ibaret. Yine de yayıncılığı ciddiye alıyor, kitaplarının yayımlanmasını istiyor, hayal ve umut dolu. Anlaşılacak, Tarih temelinden değişecek, bir hareket gelişiyor, Paris'te çözülme hızlanıyor, bu da onun işine yarıyor. Adres defterine bakıyor. Ne kadar çok çizilecek isim var, başından savdığı ölüler.

Bir kazaya kurban gidecekmiş gibi ceplerinde ne var ne yok, dökümünü çıkarıyor. işe bak, şu elmayı cebinde unutmuş Her an olduğu yere yığılabileceğini biliyor. "Bütün tutuklular delirirler, delilik aynı zamanda tutuklu iradenin bağımsızlaşmasıdır."

Ne de olsa, birkaç yüzyıl daha geçebilir, devamını bekleyelim.

Bir güvercin balkona konuyor, sanki yuvarlak gözü dik dik ona bakıyor. M.N. güvercini onaylıyor. Güvercinler için de bir sonsuzluk var.

'Ben kimsem o'yum' diye düşünüyor M.N. "Kim olacaksam, o olacağım." Daha açıkça: "Ne olacaksam, o olacağım." Başka deyişle: Şurada, burada, hemen kendimi okuyorum ve ben var olmadan kimse beni okuyamaz. Tarihi aşıyorum, Tarih'in bütün isimleri aslında ben'im. Fakat günün birinde hiç kimse okuma bilmezse? Olsun, cümleler kendilerini okuyacaklar. Fakat gü­nün birinde kütüphaneler ve insanlığın kendisi ortadan kalkar­sa? Olsun, o an benimle eşzamanlı gelecek. Müthiş başım ağrı­yor, ama kafatasıma sımsıkı tutunuyorum. Benim aşağımda yıl­dızları görüyorum.

Ya da şöyle: "Ben kendimin müjdecisiyim, horozun ötüşü, karanlık sokaklarda yolumu buluyorum."

Ya da şöyle: "Hayatı­ma bir güneş ışını düştü."

Biraz daha sonra, M.N. az önce yazmış olduğu sayfayı görü­yor; sayfa tutuşan ama sönmeyen bir çalılık gibi. Sayfadan bir ses çıkıyor, kendi sesi, ona bir isim fısıldıyor, kendi adı. Geri kalan her şey bomboş. Böyle olmalıydı ve oldu.

Bir de şunu not ediyor:

"Bu kitap çok küçük bir azınlık için yazıldı. Belki de o küçük azınlıktan hiç kimse henüz dünyaya gelmedi."


 ***


Özetleyelim:  M.N.'nin Gizli Hayatı.  roman.


15 Ekim 1844, M.N. Almanya'da doğar, Protestan papazların arasına düşmüştür. Baba tarafında papazlar, anne tarafında pa­pazlar. Protestan papazlar, papazlar, papazlar. İki yaşındayken kız kardeşi Elisabeth dünyaya gelir, dört yaşına geldiğinde er­kek kardeşi Joseph ortaya çıkar. Erkek kardeş iki yıl sonra bu dünyadan ayrılır. Rahipler ve rahibeler iki yılda bir çocukları papaz olmaya zorlarlar. Gelgelelim, Friedrich hayat serüvenin­de birkaç kez dünyaya gelecektir. Hatta ölümsüz olmak isteye­cektir. Olur da.

Bu acayip çocuk beş yaşındayken, papaz olan babası otuz al­tı yaşında ölür. "Çok kırılgan, yardımsever ve sağlıksız biriydi. Böylesi bir varlık eskiden yaşamalıydı. Hayatın kendisinden çok geçmiş hayattan bir görüntüyü çağrıştırıyordu."

Gelip geçen bir yaya.

1848 ve 1849, ayaklanma yılları; Paris'te, Berlin'de Viyana'da ayaklanmalar... Richard Wagner adında biri Dresden ayaklanmasına katılır. Müzikte, düşüncede, toplumda devrimcidir. İnsanı uyuşturan opera yapıtlarıyla ünlenir.

Küçük N.'ye gelince, etrafının beş kadınla çevrili olduğunu görür. Kadınlar canını sıkarlar, ama çok şey de öğretirler. Yedi yaşında piyano çalmayı öğrenir, uzun süre müzik için yaratıldığına inanacaktır. Ancak Müzik onunla birlikte bambaşka bir yola sapar; ses ve orkestra biçiminde görünmez, sözcükle cümleler, düşünceler biçiminde ruhun içinden yansır; yürekli ve cüretkâr bir düşüncedir bu. Kitapları tanınmış, ama belki de anlaşılamamıştır.

On iki yaşında baş ağrıları başlar. On dört yaşında yüzmeyi öğrenir. Şimdiden mükemmel, klasik bir öğrenci olmuştur. Pforta Koleji'nde, okul korosuna girer. Novalis'i, Hölderlin'i, Machiavelli'yi, Byron'ı okur, Sallustius gibi yazmak ister, ama şöyle der: "Müzik sesi işitmediğim zaman, her şey bana ölmüş gibi geliyor."

Hakkı var, ortalık devasa yapıtlarla doludur. Adlarını say­mak yeter: Lohengrin, Ren Altını, Valkürler, Siegfried, Tannhauser, Tristan ve Isolde, Nürnbergli Usta Şarkıcılar, Tanrıların Alacakaran­lığı, Nibelungen Yüzüğü, Parsifal.

Bir hiç uğruna bir sürü gürültü, yeraltında kımıldanış, feryat­lar, müzikal okyanus, çılgın tanrı ve tanrıçalar, bu, heyecan ve hayranlıktır. M.N. büyülenmiştir, bir genelevde frengiye yakala­nır, artık üst düzey bir filolog olmuştur, doğuştan filozofça nite­liklere sahiptir. Tarih'in bütün kalpazan filozoflarını yalar yutar. Günün birinde, onlara düzenbazlar, sahte rahipler, asalaklar, al­çaklar diyerek saldıracaktır.

Yirmi dört yaşında müzik alanında hüner sahibi olan büyük rakibiyle karşılaşır. Bu, bir dâhidir, karısı da. 'Mutlu insanlar adası' Tribschen'in idili. Bu arada, kahramanımız, Basel'de pro­fesördür (açılış dersi: Homeros'un Kişiliği); orada kalmak için Prusya uyruğundan çıkar. Bundan böyle, vatansızdır, haymatlos. Kendisine uygun geleni budur.

Bununla beraber, Prusya'ya bağlı kalmaya devam eder. 1870'de, Prusya-Fransa savaşında sıhhiye eridir. Silahların göl­gesinde, Tragedya'nın Doğuşu (1872) adlı kitabını tasarlamaya koyulur. Bismarck'dan yanadır, Tuileries'yi ateşe veren Paris Komünü'nün çok geçmeden Thiers tarafından kan dökülerek bastırılacağına inanır. Sokrates öncesi filozofları okumaya baş­lar. İşin asıl özü o filozoflardır. Kız kardeşiyle aşırı yakın yaşar. Cosima Wagner, Katolik Liszt'in kızıdır. Onun Protestanlığa ge­çişini biraz sevinerek öğrenir.

1873'te, sağlığı bozulmaya yüz tutar: baş ağrıları, öksürük, mide bulantıları, oküler rahatsızlıklar. Fizyolojik histeriye yaka­lanır; bunun 'eğitici' olduğuna inanır. Yunanlıların trajik çağına ilişkin felsefe incelemesini sürdürür. Yavaş yavaş çağının dışına çıkar, ancak acılı ve sancılı bir girişimdir bu. İki bin yılı aşkın Ta­rih diliminde bunu ilk başaran filozoftur. Daha ilerde, bu çıkışa çok yukardan bakacaktır.

Cosima Wagner'in Günlüğü:

"Richard ve ben, Hölderlin'in Profesör Nietzsche üzerindeki büyük etkisini fark ettik; bunu biraz endişeyle karşıladık. Güzel yazma özentisine kapılıp abartıyor, gerçekdışı imajları üst üste yığıyor, ama yine de güzel ve soylu bir ruh."

Süperbaba ve süperanne endişelidir. Kendilerine göre se­bepleri var. Süperanne genç 'profesör'ün (otuz yaşındadır) 'ol­gun davranıştan yoksun' olduğunu düşünüyor. Hünerli beste­ci de N.'ye 6 Nisan 1874 tarihli bir mektup yazıyor. Cümleler çok kabadır:

"Kanımca, evlenmelisiniz ya da bir opera bestelemelisiniz; ikisinin de size katkısı olacaktır. Ancak ben evlenmenizden ya­nayım."

Başka deyişle: Madem ki başaramıyorsunuz, benim gibi ya­pın. Cümleler ayan beyan kabalık dolu ve edepsizce. Çok geç­meden araları açılacak, hakaretler başlayacaktır. Bu arada, patırtıcı besteci, her şeye rağmen onu davet eder; yaz mevsimini Bayreuth'ta geçirmesini ister. N. gitmeyecektir, ancak bu darbenin etkisiyle bir hafta boyunca Bertha Rohr adında bir (herkesin bildiği gibi bu kadın çok şişmanlayacaktır) kadınla evlenmeyi tasarlar. Hünerli besteciye hâlâ hayranlık beslemektedir Tanrıların Alacakaranlığı adlı opera yapıtı ona göre 'yeryüzündeki cennettir.'

M.N. saf bir Protestan olarak kalır. 1875'te, Katolikliğe dönen dostlarından birinin yüzüne karşı haykırır: "Ah, bizim saf ve temiz Protestan havamız! Luther'in inancıyla derinden kaynaştım; bu duyguyu hiç bu denli coşkuyla hissetmemiştim." Daha ilerde, Luther ve Protestanlık hakkında neler söylediğini görseniz, gülmekten katılırsınız: Luther ("o uğursuz papaz") ve Protestanlık ("Hıristiyanlığın en edepsiz biçimi, yanlışlığı en kolay ortaya konulan, en çürük tarafı", "aklın ve Hıristiyanlığın hemiplejisi"). O da gülmekten katılıyor.

1876'da M.N. Cenevre'dedir, Ferney'i ziyaret eder, uzun uzun Voltaire'i düşünür. 'Sevimli bir Parisli kadın', Louise Ott'la Bayreuth'ta tanışmıştır. Daha sonra, kadın ona Paris'ten bir Voltaire büstü gönderecektir. Wagner'e yönelik eleştirisi yoğunlaşır, baş ağrıları da artar, gözleri rahatsızdır, kafa değiştirmekte ve gözlerini şimdiye dek hiç kimsenin açmadığı denli açmaktadır. İnsanca, Pek İnsanca eserini yazar, ölümünün yüzüncü yıldönü­mü (1878) onuruna kitabı Voltaire'e ithaf eder. Bu arada, devam­lı okumalar: Thucydides, Platon, Montaigne, La Rochefoucauld, Vauvenargues, La Bruyere, Voltaire, Diderot, Stendhal. Tabu evet, Yunanlılar, Fransızlar, askeri ittifak. Ve sonra, evlilik proje­leri için hâlâ hayal kurulabilir. "Şimdi, sonbaharda, kendime bir kadın bulmak için bir güzel çabalamalıyım; ne var ki onu çamu­run içinden çıkarmak zorundayım."

1877'de, M.N. Pompei'de, Capri'dedir. Sonra Cenova (orada Van Dyck ve Rubens'e hayran kalır). Wagner ona Parsifal’in (saygılı bir davranış") partisyonunu gönderir; M.N. de İnsanca, Pek İnsanca’yı kendisine göndererek karşılık verir. Wagnerci dostlarıyla arası açılır (Bir İdealistin Anıları yazan Malvida von Meysenbug'tur o dostlardan biri, içgüdüden oluşmuş samimiyetsizlik", Malwida büyük, ama sahte dost.) Bayreuth'taki hünerli besteci öfkeye kapılır. Bozuşurlar.

1879, mide bulantıları, şiddetli baş ağrıları, gözlerde bozuk­luk- Kesinlikle bir devirden çıkıp Zaman'a açılmak belirsizlikle dolu. İnsan her an yıkılabilir, yarışta gruptan kopmak çok tehlikeli. "Acılarım anlatılır gibi değil", "öyle bir gece geçirdim ki sabaha çıkamayacağımı sandım", "birçok kez ölümün eşiğinden dön­düm, hem de korkunç acılar pahasına, nitekim günü gününe ya­şıyorum".

'Ebedi Dönüş' tezini savunan M.N., her gece ve her gün 'ölü­mün eşiğinden' dönmek gerektiğini bilir. Ölüme evet mi diye­cek, hayır mı? Cevabı hayır olur.

Ölmeyi istemeye hayır, artık yeter demeye hayır. Yolcu ve göl­gesinin kararı böyle.

1880'de, Ida Overbeck'in kitabını okurken gerginliği biraz azalır: 18. Yüzyılın Simaları. Ida, yakın dostlarından birinin karı­sı. Bu kitap Fransızlara ilgi duymasına yol açar. Ancak, daha önceden Hint düşüncesine merak sardığını da unutmayalım. Rig- Veda'dan alınan Tan Kızıllığı'nın başlığı bu merakı kanıtlıyor: "Hâlâ görmediği o denli tan kızıllığı var ki."

Veda metinleriyle iç içe giren on sekizinci yüzyıl Fransızcası: Kurtuluş orada.

Gerçekten, bir tedavi biçimi olarak işte tan kızıllığı. 13 Mart 1880, M.N. Venedik'tedir. Hava iyi değil, yağmur ve rüzgâr, an­cak dinginlik hüküm sürüyor ve özellikle "kaldırım taşları çok hoş". Uç buçuk ay Venedik'te kalır. 29 Haziran'da oradan ayrı­lır. Kasım ayında, Cenova'dadır. Bu kez, başka bir hayat başlar, büyük topçu manevraları.

Ağustos 1881. nihayet Engadine'de. "denizden altı bin ayak yükseklik ve o kadar yüksekteki bütün beşeri şeylerin yukarı­sında", 'ebedi dönüş' fikrine takılır.

Bir 'fikir' mi? Hayır, uçurum.

***



Biyolojik hayatının sonuna doğru, M.N. gitgide hareketsizleşmiş ve tamamen unutkan olmuştur. Annesini bile tanıma­maktadır. Kız kardeşi bir fotoğrafını çektiriyor; yüz ifadesi, ma­ğara adamı bıyıklı İsa'nın acı dolu hatları. Yanından ayrılmayan azize kadınlarının (özellikle kız kardeşinin ileriye dönük planla­rı vardır) koruması altında bıyıklar kötü kötü uzamış. Simsiyah gözleri çukura kaçmış. Esmer teni onu Hint fakirine ve düşlere dalan bir adama çevirmiştir.

Öteki çarmıha gerilmişti, o ise delidir ve gitgide bitkisel ha­yata girer. Hâlâ soluk alır. Boşuna. Artık koşmuyor; oysa eski­den önüne bir duvar çıkana kadar sokakta koşardı. Artık haykırmıyor. 25 Ağustos 1900, nihayet sönüp biter.




Geride kitapları kalır. 3 Ocak 1889, Torino'da, beygirini dö­ven kaba saba bir arabacıya engel olmak için arabanın önüne atılmıştı. O uğursuz günü yaşamadan önce kitaplarına çok önem veriyordu. Beygir kendisidir. Artık bitmiştir. Çok uzak değil, bir kilisede öteki'nin kefeni vardır. Daha sonra, o fotoğrafın negatifi herkesi şaşırtacaktır. İsa'dan derin etkiler mi taşımakta dır? Hiç kuşku yok. Hâlâ bu konudan söz edilmektedir.

Ölmeden birkaç gün önce, M.N. tam formdadır, yeniden ken­dini okur ve "altın bir terazinin üzerinde" cümlelerini tartar. Öteki, okunmaz bir cümle dışında hiçbir şey yazmadı. Zina ya­pan bir kadını taşa tutarak öldürmeye kalkışanları toprağa üfle­yerek kaçırdı. Bu olay M.N.'yi her zaman gözlerinden yaşlar ge­lene kadar güldürmüştü. Sanki zina yapmak bir suçtu. Sanki seks hikâyeleri çok önemliydi. Geçelim.

Tekrar kendini okuyor:

"İnsanca, Pek İnsanca beni çok etkiledi. Sanki bu yapıt büyük bir senyörün (metinde Fransızca) serinkanlılığından izler taşı­yor."

"Birkaç gündür, kendi kitabımı karıştırıyorum ve ilk kez ken­dimi kitapla aynı düzeyde hissediyorum. Bunu anlıyor musunuz? Hiç farkına varmadan her şeyi çok iyi başardım - oysa tam tersini düşünüyordum!"

Daha gizemli cümleler:

"Yalnız ben söz konusuyum, önceden yaşamışım - işaretler ve mucizeler! Anka kuşunun marifetleri."

Bir yandan endişe içindedir (dar kafalı yayıncılarla sorunlar, bastıkları kitabın değerinden haberleri yok, bir 'servet' bu, ye­ni bir İncil söz konusu), Böyle Buyurdu Zerdüşt'ün bütün nüsha­larını geri almayı düşünüyor. "Amacım hayat ve ölümün bütün risklerine karşı bu yayımlanmamış yapıtı güvenlik altına almak (Bu günlerde onu tekrar okudum, neredeyse heyecandan bayı­lacaktım). Dünya bunalımlarından - savaşlar! - birkaç on yıl sonra - en elverişli ânı bulup - onu bastırabilirsem..."

Onyıllar yetmez, ama bir-iki yüzyıl yeter. Neden üç-dört yüz­yıl olmasın? Zaman gitgide daha elverişli hale gelecektir.

Elbette, karşınıza çıkacak ilk budala erkek ya da kadın bu sözlerin açıkça delilik belirtileri olduğunu söyleyecektir. Megalomani, paranoya, saçmasapan laflar, ne dediğinin farkında değil, gerçekten uzaklaşıyor. Kanıt daha sonraki durumu: susturulmuş, rafa kaldırılmış, diri diri gömülmüştür; kötü hin, yıkıcı etki, iblis, felaket, Hitler'in ideologu. İtiraf açıklamaları korkutuyor; özellikle küçük kitabı Ecce Homo hakkında söyledikleri:

"Bu kitap 'edebiyat' kavramını öyle aşıyor ki, doğada onunla bir mukayese noktası bulmak yanlış olur. İnsanlık tarihini bomba gibi ikiye ayırıyor - dinamitten daha etkili."

Bugün bir tek benim bu cümleleri ciddiye almam mümkündür. Acayip ve gülünç.

Bilincinin hâlâ yerinde olduğu son günlerinde M.N.'nin, in­san hayatının uçarı, umursamaz, hatta ciddiyetten uzak özelliğine dikkat çekmesi şaşırtıcıdır. Belki dalga geçiyor. İnsanlık tam anlamıyla yolunu şaşırmış, ama o, yarattığı mucize eserle bu şaşkınlıktan sıyrılmıştır.

Artık yakınmıyor, bünyesine elverişli kenti (Torino) bul­muştur, düzmece takvimin son sonbaharı sevinç doludur, her­kes ona karşı nazik ve saygılıdır, kadın manavlar en güzel üzüm salkımlarını ona sunuyorlar, ondaki erkekçe yaradılışı bilinçaltından hissediyorlar. Eskiden, Öteki'ne karşı da kadın­lar aynı şekilde davranmışlardı. Şimdi onu da ellerinden kaçı­racaklarını hissediyorlar, başlarını eğiyorlar, en iyi şeylerini sunuyorlar.

26 Kasım 1888:

"Nefis ilkbahar havasını içimize çekiyoruz; hatta şu an, açık penceremin önüne oturmuşum, hafif şeyler giyinmişim, sevinç içindeyim."

M.N.'nin utangaçlığı. Güneşe çırılçıplak, sereserpe yattığını söylemekten kaçınacaktır. Kendi ifadesine göre, kırk dört yaşında, çoktan yaşlanmış bir beden. Yaşlı beden mi? Pek sayılmaz, beklenmedik bir dirilişin eşiğinde, yeniden gençleştiğini hissediyor. O değil, öteki. İçindeki öteki, kendisinden daha ötede kendisi. Sözgelimi, bir Fransız. Operetler, müzik dergileri,heyecan verici, neşeli genç kadınlar meraklısı. Oteki'nin Filistin'deki macerasıyla ilgisi yok:

"Hafifmeşrep oda hizmetçisi rolünü oynayan gerçek Parisli kadın sanatçıyı size gösterebilsem... Her yerde olduğu gibi, atılacak ilk adım en zor olanıdır - ve size yardım edecek olanlar ancak genç kadınlardır."

Hadi canım, hadi canım, M.N. bu söyledikleriniz mantıklı mı? Üstüninsana yaraşır mı? Yeni Mesih misiniz? Yoksa o sözünü ettiğiniz dinamit mi patlıyor? Oteki'nin, babacan misyonunu bir yana bırakıp uygunsuz hayat süren kadın dostlarından biriyle kaçması nasıl düşünülebilir? Dionysos'un bir kadın sanatçıyla tatmin olmasını mı istiyorsunuz? Bu düşünceyi onun kafasına mı sokmak istiyorsunuz? Tanrı, çiçekçilerin ya da kadın manavların arasında takma bir adla yaşayabilir mi?

M.N.'nin Zaman içinde özgürce dolaştığını varsayalım. Söz­gelimi (rüyasında) Rönesans'a veya Fransa'nın on sekizinci yüz­yılına gidiyor. Bu derin düşüncesinin doğruluğunu zamanın ge­nelevleri ve yatak odalarında, Paris'te Roule Oteli'nde veya Serail'da Madam Gourdan'ın randevuevinde kanıtlıyor. Bu ko­nularda anasının gözü (başka deyişle epey uzman) olmuştur. Kendini cinsel hazzın tuzu biberine katmıştır (başka deyişle en parıltılı, en ilginç hazza). İşte, Parisli genç kadınlara ilişkin kata­log: etli butlu, yapmacıklı, budala, diri, kurnaz, göz alıcı, şen şakrak, hoppa, gösterişli, delişmen, kıpırdak, kışkırtıcı, canayakın, çıtı pıtı, tombul, sıska, solgun, sevecen, şakacı, hatta topal. Descartes'ın anı­sına şaşı veya bulanık da eklenerek bu liste uzatılabilir. Markiz, Juliette, Molly, Madam Edwarda ve ötekiler de cabası."

"Ben, Filozof Dionysos’un çömeziyim ve aziz olmaktansa yergici olmayı tercih ederim."





***

Bana diyorsunuz ki: "Yok canım, insanlık bu denli bitmiş olamaz, bir sıçrama, dönüm noktası, altüst oluş, bir kıyamet, ayaklanma, bir devrim meydana çıkacak."

Yok, hayır.

'İnsanlık' sözcüğüyle lafa girdiniz mi bütün umudunuzu yi­tirmişsiniz demektir

***






30 Eylül 1888'de M.N. Deccal'a imzasını attı,
                 Hıristiyanlığa Karşı Yasa'yı herkese duyurdu.                
Bu yapıtı 'kötülüğe karşı açık savaş ilanı' diye nitelendirir.
30 Eylül, 'uydurma takvim'in son tarihidir.
İşte "yıl 1/ ilk gün, Kurtuluş'un ilk günü".
Torino.

Yani şu anda, Kurtuluş'un ilk gününden 116 yıl sonrası. Hı­ristiyan İncilleri'ne gelince, bizim hâlâ Hıristiyanlığın takvim başı dediğimiz tarihi, 1. yüzyılın sonu olarak nitelendiriyorlar. Oysa bu, yepyeni bir şey. Yeniden yepyeni bir şey.

M.N. sık sık saatine bakıyordu. Saatin akrep ve yelkovanı onu büyülüyordu. Her seferinde, heyecanla tam öğle vakti ve tam geceyarısı akrep ve yelkovanın üst üste gelmesini bekliyor­du. Geceyarısı ve bir. Numaralandırmada 12 ve 0. On iki havari, sonra biri daha, etti on üç. Hiç ve bir. Öğle vakti dolu yansı boş. Ya da tam tersi.

Tanrı kere Tanrı eder dört: Matthieu-Marc-Luc-Jean. Mama luje. Anlaşılmıştır ki Tanrı kendisi yazmıyor. Yazdırıyor, ya da birine kendini anlattırıyor. O şimşekte, bulutlarda, gök gürültüsünde, fırtınada, ordularda. Herhangi bir olay ona dayandırılı­yor, işin içinden çıkılamayınca tefsir ediliyor, şişiriliyor, bir an­lam çıkarılıyor, yorum yapılıyor, nutuk atılıyor. Bunaltıcı, altüst edici, ilham verici, tecelli, yorucu. Doğum ve ölüm tarihleriniz programda önceden belirlenmiş. Hıristiyan takviminin yasası vardır. Yahudiler, Müslümanlar, Farmasonlar, Hintliler ve Çinli­ler tarafından tartışılmıştır; Fransa'da, Devrim esnasında yürürlükten kaldırılmış (sonra gizlice tekrar yürürlüğe konmuş), gelgelelim yeryüzünde hiç kimse onsuz ne bir çek, ne bir sözleşme, ne bir anlaşma imzalamaya yanaşmıştır. Kimse dikkat etmiyor, bu takvim yukarıdan mı aşağıdan mı, sağdan mı soldan mı gel­di? Mezarlıklar dolu, ölü yakma fırınları dolup taşmış, bebekler ve ölülerin yaşı belirsiz.
                               .              .
Sözgelimi, Kurtuluş'un yeni takvim başı olan 48'de doğdum diye herkese duyurmayacağım; öte yandan, 116'da söz konusu olan nedir diye insan kendine sormayacak. Yeni Mesih'in deli olduğunu ve elinizde buna ilişkin kanıtlar bulunduğunu söyle­yeceksiniz. Buna karşılık ben de aklını yitirmiş bir gezegende yaşadığımızı ve bu gezegende 'Hıristiyanlığın', 'Museviliğin', 'Müslümanlığın' saçma bir şeyi tartıştıklarını (buna karar verir­ken zorlanacaksınız) söyleyeceğim. Amerikalı Protestan bir va­izle vecde gelen karısının yüzlerindeki ifade bu söylediklerimi kanıtlamaya yeter.

Elimizde 'Hıristiyanlığın' Kurucusuna ilişkin kesin kanıt yok. Buna karşılık, M.N. adıyla bilinen Sahtekâra göre mevcut olmadığı gün gibi aşikâr. Kaldı ki Kurucu, Kardeşlerinin gözünde Kâfir diye tanınıyordu. Öte yandan Sahtekarın, Hristiyanlığın Kurucusuyla çok sert bir hesaplaşma içine girdiği söylenebilir. Bütün bunlar çok kafa karıştırıyor, öyle ki bir sahtekâr başka bir sahtekârı ihbar ediyor; o sahtekâr da bizzat sah­tekârlığı ihbar ediyor. Bir olumsuzlamanın olumsuzlanmasının olumsuzlaması. Bununla birlikte, son gelen bıkıp usanmadan kendisinin peygamber olduğunu ileri sürüyor, iddianın ve onaylamanın sınırları yok, İsa aşılmış, Dionysos kimliğine bürü­nüp dirilmiş. Deliliğe sürükleniyor, ağzını kapatıyorlar, kendi bulduğu takvimin 12. yılında ölüyor, üstelik böyle bir takvimi kimse kabul etmek istemiyor.

Bu arada, kitaplar yazmış, yayınlamış. Onları okuyorum, gözden geçiriyorum, tekrar okuyorum, tekrar gözden geçiriyo­rum, bu kitapları İlahi Hayat diye adlandırıyorum, yazılar Kur­tuluş takviminin 116. yılında yazılmış, başka deyişle sahte tak­vimin ısrarla 21. yüzyıl diye nitelediği dönemin başında. Yüz­yılları tarihlendirmekte ayak direnirse (bizi buna hiçbir şey zor­lamıyor), o zaman Vahiy'den sonra 2. yüzyılın başındayız. Bura­da kafamı bütünüyle çalıştırıyorum, öteki kitaplar bana yüzey­sel ve yavan görünüyor, yanlış söylüyorsam kanıtlayın. Hiçbir şeyi kanıtlayamıyorsunuz, yalan söylüyorsunuz, yalan söylemek zorunda kalıyorsunuz. Ölüm adına çalışanlardansınız. Ölmemi bekliyorsunuz, hepsi bu. Tanıklar mı? Tanıklar yalancı. Çağdaşlar mı? Benim gören gözüm. Bugün biricik tanıklarım, dağlar, çayırlar, şu göl, şu kayalık, şu deniz, şu martılar. Uzay, yoğun­luk ve derin düşünce (ki orada herhangi bir şey gerçekten olup bitmiştir, aslında uçurumdaki delikler) noktalarından oluşmuş­tur. Zaman başka türlü ölçülür. Ölçüsüzdür, daha doğrusu ne çok geç, ne çok erken. Boştur.

Görüyorsunuz ya, cümleler kendiliğinden yazılıyor. M.N. çok köklü bir zafer kazanarak yaşamış (uydurma takvimin 1888 yılında, Ekim ayından Aralık ayına kadar), üç bin yılı bulan bir süre, en azından o kadar (yılları hesaplamaya kalkarsak). Eski saatin modeli konusunda deneyiminin geçersiz olduğunu dü­şünmek için hiçbir sebep yok. Tersine çevrilen yeni kum saati gözle görülmüyor, gezegendeki bütün kumsallar onu doldur­maya yetmeyecek. Ve onu bildiğini, 'iyi bildiği'ni, kim ileri sü­rüyorsa yalan söylüyor. Kendisi hariç, kimse onu bilemedi.

M.N aynayı, makineyi katetti. Düşlerin öcünü alacağını biliyor, iki bin yıl önce zehirlenmiş birinin uyurken uyanamayacağını da biliyor, yeraltı yollarında aynı kovalamacaları yalnızca unutkanlıkları, uyandırılmış dişileştirmeleri, ulaşım güçlüklerini, çok yorucu ve anlamsız araştırmaları yeniden yaşamak gerekir. Bazı sabahlar, gördüğü kâbuslara içerliyor sonra onlarla alay ediyor. Yakasını bırakmayan zalimler mi? Kasıtlı olarak engelleme mi? İğnelerle delik deşik küçük balmumu heykeller ya da çivilerle delik deşik tencereler mi? Rötarlar önü kesilmiş geçitler, kaybolan arabalar, kullanılmayan tele­fonlar mı? Klasik, sıradan.

İşte, geçen gece yine başladı, artık dayanamıyor, yataktan kalkınca ayakları dolaşıyor, hareket ederek oyalanmaya çalışı­yor, bir dakika sonra ne yapacağını unutuyor, kafatası çatlayacakmış gibi ağrıyor, yine gecenin içinden kötü sesler işitiyor ("Sen misin? Üstinsan! Sen mi konuşuyorsun?"). Bütün bu ku­lübeleri tekrar ziyaret etmek, yeniden acı çekip umutsuzluğa kapılmak, kimse işitmediği halde yardım çağırmak ("ne diye kendimden vazgeçeyim?") gerekecek, hep nakarat, tekrar. Bu­nu doğrudan ilk yaşayan o mudur? Kuşkusuz değil, ama ilk yazan o'dur, dava, tehditkâr şato, köpeğin ya da bir köşede ezilmiş böceğin hayatı, evet. Bütün bunları onaylamak gereke­cek mi? Tam bir bilinçle?

Evet.

Geride bırakılan dünya çılgınlıktır. Bunu fiziksel olarak ka­nıtlamaya kalkışmak bağışlanamaz.

İsanın ardından, yeni kurban istemeye hakkımız yok. M.N.'nin ardından deliliğe hakkımız yok. Kurban ve delilik, yüzündeki maskeyi çıkaran insanlığın kendisi. Yalancıktan şaklabanlık yaparak, saçma ve tuhaf çıkarlarını düşünerek, böyle marazi şekilde devam edebilir, ancak biz artık o noktada değiliz.

Hiç kuşku yok, artık hiç iyi görmüyor, ya da ikiz görüyor. Gözlerinde amipler, kat kat yuvarlaklar, iç içe geçen bakteriler, mikroskobik minnacık tümörler var. Mikroskopla gözlerine bakıyor. Gökyüzü bir tabut, bulutlar kocaman bir kefen. Birden düşüyor, tekrar kalkıyor, bacakları beton gibi duyarsız, betondan bir kalıp. Kusuyor, mide ve bağırsak torbasına artık tahammül edemiyor. Göğüs kafesi tıkanıyor, ciğerleri artık yeter diyor, onu oluşturan her şey, damarlarındaki kan, kemiklerindeki ilik, lenf damarları, kirişler, kemikler, dışkı, idrar torbası, tükürük bezleri iflas etmiştir. Buna karşılık, sabahleyin yarak dimdik, var olmanın şaşkın pusulası. Bir yerlerde mıknatıs gibi bir şey olmalı. Düşüncelerde bütünlük yok, düşünceler yok, karmakarışık, girdap, yeniden karmakarışık. 
Doğaldır ki mümkün değil; okumak ve yazmak.

Ve sonra, yeniden yazma tutkusu. Hemen kalem, mürekkep, kâğıt, çok çabuk, acele. Ufuk ışıl ışıl, güneş ışıldıyor, hiçbir gün bu denli güzel olmadı. Kelimeler parlak çakıltaşları, deniz suyu onları okşuyor. Koşuyor, akıyor, yuvarlanıyor, uçuyor, doğal bir şey. Ancak o kim? Aynı kişi mi? Aynı kişi değil mi? Bir ben mi? Ben olmayan biri mi? Yazgısını bütün İnsanlığın sorumluluğu­na yüklemeye hakkı var mı? Hâlâ insan mı, insan değil mi, altinsan mı, insan sonrası mı, üstinsan mı?

Şimdi bir bahçenin içinde, arkasını dönüyor, içi boş bir mezar görüyor, sanki ilk kez karşısına çıkmışlar gibi ağaçları, otları, papatyaları, çiçekleri algılıyor. Kimseye belli etmeden işin için­den sıyrılmanın tam zamanı değil mi? Kimseye belli etmeden mi? Kılık değiştirip başka bir kimliğe bürünse, ağzını bıçak açma­dan deniz yolculuğu yapsa! Belirsiz bir ülkede kendini tüccar diye tanıtsa! Tanınmadan bu durumun geçmesini beklese! Sevgili suçlular, sevgili gevezeler, kendi aranızda işin içinden çıkmaya çalışsanız!

Yok olmaz, tekrar odasına çıkıyor, kâğıt, kalem, mürekkep, delidir, böyle olduğuna inanıyor, bir gün kendi yazdıklarını tek­rar okuyacağından emin, tam aynı yerde, aynı iskemlede otu­racak, aynı pencerenin yanında, aynı ışık altında, aynı ellerle (elinin biri kâğıdı tutacak, öteki son hızla yazacak). Sonsuza dek yazacak, yeniden yazacak, gök ve toprak kaybolacaklar ya da tümden şekil değiştirecekler. Ama o daima orada olacak, hala orada, madem ki kendisi söz konusu, yalnız kendisi. Üç saat böyle geçti, tabldot yemeği (bitmez tükenmez saçmalık, çocuk çığlıkları) için aşağı indi, sonra ormanda, hızlı hızlı üç saat yürüyüş.

İşler çok iyi gidiyor.

Uzun süre gider mi?

Şimdilik, her türlü koşulda; başka deyişle, ebediyen.



***


SAPPHO

SAPPHO
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/search/label/Sappho


 bizim yüzyılımızdan (uydurma takvimden) önce, 7. yüzyılda yaşıyor. Ufak tefek, karayağız, saçları karga kanatlı, ama büyük bir şair. Halikarnassoslu Denys onun hakkında şöyle diyor:

"Cümleler yormadan ve yumuşakça akıyor, kelimeler suyun yüzeyini asla karıştırmıyor." Şairin Afrodit'e İlahi adlı dizeleri ünlüdür: " Menekşe rengi lüleler, baldan tatlı tebessüm..."

Hareler ve parıltılar içinden Tanrıça görünüyor, binlerce serçe onun arabasını çekiyor, güneşle iç içe girmiş bir deniz, araba suyun üstünde yüzüyor. Yunan tanrıları ışık ve sesle görünürler, her şey ışıldar, her şey ses çıkarır, her şey parlar. Afrodit dalgalardan ya da bir tanrı spermasından (aynı şeydir, fark etmez) doğar, annesini bunalttığını gören oğul tarafından iğdiş edilen tanrının spermasından. Gök Yeryüzünü çok eziyordu, Uranos sürekli olarak Gaia'yla birleşiyordu, bunun üzerine Kronos onun hayalarını keserek denize atar, Afrodit dalgaların içinde oluşur, canlanır. Adaları aşar, Dionysos ve Eros'un ayrılmaz bir parçasıdır, gizlice davranır, kurnazlık ya­par, gizli iş çevirir, komplo kurar, çorap örer. İyilik doludur, çok canlı bakışı vardır.

Tebessümü sessiz bir gülüştür, alay eder. Ressamlar onu kü­çümseyip çok sarışın bir Venüs'e dönüştürmüşlerdir; ayakları­nın altına biçimsiz bir kabuk yapıştırmışlar, sanki bütün sorun ondan ibaretmiş gibi iffet simgesi bir tutam saçla cinsel organı­nı örtmüşlerdir. Üstelik ayrılmaz parçası olan menekşe rengi ka­yışını unutmuşlardır. Sappho gibi onun varlığını hissederek yaşamamışlardır.

Gerçekten bir şeylerin farkında olmak için, çok genç yaşta el­ma ağaçlarının arasından serin suyun şırıltısını hissetmek, gül­lerin ve sallanan yaprakların gözlerinden akan uykuyu görmek, bir çayırda otlamakta olan atlarla birlikte bulunmak, çayırın ilk­bahar çiçekleriyle süslenmiş olduğunu, bal kokan rüzgârın tatlı tatlı estiğini sezmek gerekir. Başınıza böyle bir şey geldi mi? Evet mi? Hayır mı? Bir kez? İki kez? Birçok kez? Hiç mi gelme­di? Söyleyin.

Sappho hakkında Demetrios, "altından daha altın" diyor. Onun dizelerini okurken insan sanki "içine sevinç işlemiş" şara­bı içiyor.

Doğrudan doğruya "ışığın belirginliği":

- bütün gece, sevinç içinde uyanık kalın...
- hatırlayacaksınız... biz de gençliğimizde... böyle şeyler ya­pardık... çok güzel şeylerdi...
- kendi etrafında dolan, güzel...
- ve ışıklı parıltı ve... güzel talih... limana ulaşarak... kara topraktan...
- tiz ötüşlü kuş... bülbül...
- İlham perilerinin görkemli yetenekleri...

Ve daha sonra:                

- öfke, unutmamak gerek...
- ama ben iyiliği severim, aşkın güneşi beni görkemli kıldı
- sevinçten parıldayan dans...
- güzelliğin sesi... şarkı söyle... çiy damlacıklarıyla nemlen­miş...
- çiçek... arzu...

Sabahın biri, burada, Paris'te. Çıt çıkmıyor.

- ayışığı tuzlu denize akıyor, güzel çiy damlacıkları çiçek­lerle süslü tarlalar gibi etrafa yayılmış, güller açmış, seve­cen maydanoz, melisa açılıp serpilmiş...

Gece vakti daha iyi görülür.

- çobanlar ayaklarıyla çiğniyorlar dağdaki sümbülleri; süm­büllerin kırmızı çiçekleri yere serilmiş.
(Çiçek gibi bir genç kızın kızlığı bozuluyor, açık mavi çar­şafta kan lekesi).
dur dostum, gözlerini iyiliğe aç...
 tanrılar, hemen...

(Daima birdenbire, gizli gizli, ışıl ışıl ve hızlı olur.)
-  eminim, bizi hatırlayan biri olacak...

- gözlerin koyu karanlığın uykusu,
- her türden renkler iç içe...
- kendine görünüyor bu adam...
(Dionysos'tur o).

- Eros, masalların dokuyucusu...


Sappho'nun bir kızı vardır, Kleis. Bu kız, annesi ölürken ağ­layıp sızlanmaya başlar. O zaman, ölmek üzere olan kadın şöy­le diyecektir:

"Burası hizmetçilerin odası; biz İlham Perilerinin hizmetçi­leriyiz, ölüm şarkısı okumaya başlamak doğru değil; bize ya­kışmaz."

(İşte biz.)

Pratik tavsiye: Siz erkekseniz, cinsel ilişkiye girerken kendi­nizi öyle bir ayarlayın ki dişi partneriniz taşaklarınızı kopardı­ğını hissetsin. Afrodit hemen orada, hazır ve nazır olacak. Sappho'ya gelince, prensip olarak erkeklere katlanamaz, ama sizden hoşlanacaktır.
Tabii bütün bunlar şiirsel, tatlı tatlı yaşanacak.

Afrodit'in dalgalardan ve bir sperma köpüğünden doğduğu­nu, daha sonra yumuşacık ayaklarının altında çimenleri büyüt­tüğünü aklınızdan çıkarmayın.

Eros'a gelince, iki tanımdan birini seçeceksiniz:

"Eros, ölümsüz tanrıların en güzeli, tanrıların da insanların da elini ayağını çözer, onların yüreklerini, akıl ve irade güçleri­ni ellerinden alır."

Veya:

"Arzu edilen, sırtında rüzgârın hızlı çevrintilerine direnen al­tın kanatları parlayan, Eros."

M.N.'nin kendisi gibi siz de uzun süreden beri anlamış olmalısınız. Platon'dan bu yana, bütün dinler ve felsefeler, erkek - cinselliği yararına Eros üzerinden dolap çevirip onu kendilerine mal etmişler, bunu da kadınların tekrarlanıp duran doğurganlığını önlemek ve onları uzaklaştırmak için siyasal ve toplumsal bir hedef haline getirmişler.

Platon'un en gülünç diyaloglarından biri olan Şölen'i tekrar okuyorsunuz. Birleşmek isteyen yarı insan yarı tanrılar Sokrates tarafından alçaltılan Eros kadın kılığına sokulmuş (Diotima) cin düzeyine (Yoksulluk tanrıçası ile Bolluk tanrısının oğlu) in­dirgenmiştir. Güzelliği kışkırtan bu alçaltma uygulaması jim­nastik okulunda sizi duygusuzlaştırır. Duyarlı olanla makul olan arasındaki farkı ayırt edemezsiniz. Bu aynayı aştınız.

Nelly ile bir seans, çırılçıplak, Şölen diyaloğu elinde. İşte bakın:

"Şu ölümlü dünyada genç insanların sağlam aşk pratiğine erişildiği zaman o yüce güzelliği sezmeye başlar ve âdeta doruğun son noktasına ulaşırız. Aslında, aşka erişmek ya da başkası tarafından aşka sürüklenmek için en geçerli yöntem şudur: Ölümlü dünyanın güzelliklerini oluşturan basamaklardan çıka çıka o do­ğaüstü güzelliğe yükselmek; bir tek güzel varlıktan yola çıkarak iki kişi birleşerek yükselmek ve iki kişi birleşerek yola çıkıp varlıkların evrensel güzelliğine yükselmek; sonra güzel varlıklardan yo­la çıkarak güzel şeylere yükselmek; güzel şeylerden yola çıkarak güzel bilimlere yükselmek, ta ki bilimlerden yola çıkarak sonunda o yüce bilime erişinceye dek. Zaten yüce bilim başlıbaşına doğa­üstü güzellikten ibarettir, nihayet güzelliğin özü anlaşılmış olur."

Nelly'nin sesi 'güzel şeyler' derken biraz boğuklaştı. Ben de 'güzel bilimler' sözünden sonra cinsel haz duymaya başladım. 'Güzelliğin özü' işitilmez oldu âdeta, dudaklarda, dillerde, iniltilerde, soluklarda eridi.

Felsefeyi yatak odasına (her tutku acımasızdır) sokmak değil genelevi felsefeye sokmak söz konusu. Buna yaraşır. Anlaşılmaz şölene gelince, çok eski lirik şiirlerden (Platon ve Sokrates'in içini yakan dizeler) birine göre şöyle devam ediyordu:

Erkekler ve kadınlar, iç içe, yan yana oturmuşlar,
Kuşaklar ve kurdelalar çözülmüş, herkes birbirine girmiş,
Zhang ile Wei'nin güzel kızları orospuluk yapıyorlar,
Ve gelip bizim aramıza karışıyorlar.
  

***

HIRİSTİYANLIĞA KARŞI YASA

http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/09/hristiyanlga-kars-yasa.html


3. ve 6. maddeler:

"Madde 3. Hıristiyanlığın pislik yumurtladığı o iğrenç mekân yerle bir edilecek ve yeryüzünün bu lanetli yeri gelecek kuşaklar da tiksinti uyandıracak. Orada zehirli yılanlar yetiştirilecek."

"Madde 6. 'Kutsal' Tarih'e layık olduğu sıfat verilecek, yani lanetlenmiş tarih denecek; 'Tanrı', 'Mesih', 'Kurtarıcı', 'Aziz' gibi sözcükler bundan böyle hakaret anlamına gelecek ve canileri aşağılamak amacıyla kullanılacak."

Deccal adlı yapıtın bu ünlü parçasında Nietzsche alay ediyor; ama körü körüne eleştiri yapmadan. İlk başta basilic ve basilic\ue kelimeleriyle oynuyor; basilique (kilise) yerine basilic sözcüğünü kullanıyor. Bu kelimenin anlamı, bir bakışıyla insanı öldürdüğü söylenen masal ejderi. Filozofun kanıtları basit: Doğaya karşı ol­mak ahlâksızlıktır; papaz doğaya karşı olmayı öğretir: "Papaza karşı gelmenin mantıklı tarafı yoktur, kürek cezasına mahkûm olursunuz."

Madde 2, mizah alanında bir başyapıttır:

"Herhangi bir şekilde dinin hizmetine girmek, toplum ahlâ­kına hakaret anlamına gelir. Katı kurallara uymak için Katolikler, Protestanlar, liberal Protestanlar aralarında rekabet ederler. Bilime o denli yaklaştıkça, Hıristiyan olmak da o denli cinayet­tir. Sonuçta, canilerin canisi filozoftur."

('Toplum ahlâkına hakaret' deyimi özellikle iyi bulunmuş, aynı şekilde ilerici karşıtı olarak derece derece kurnazca yüksel­tilen 'filozof sözcüğü de.)

Madde 4 pek başarılı değil:

"Dürüstlüğü öğütlemek, toplumu doğaya karşı kışkırtmak demektir. Cinsel hayatı aşağı görmek, 'namussuzluk' kavramıy­la lekelemek, işte hayatın kutsal ruhuna karşı işlenen en büyük günah budur."


(Cinsel hayatın 'hayatın kutsal ruhu'na nasıl yöneleceği pek anlaşılmıyor. Fakat hiç önemi yok.)

Özetle "papazı karantinaya koymak, aç bırakmak, en berbat çöllere sürmek gerekir". '

(Üstüne pek fazla gidilmiş, öyle değil mi? Bundan korkulur.)

Ben bu konuda ne mi düşünüyorum?

On dokuzuncu yüzyılın bunaltıcı sonlarında olsaydık planla­rına büyük ihtimalle ilgi göstereceğimi bu mert hayalperestlere sakin sakin açıklamaya çalışıyorum. Hatta 1916 yılında, Zürih'te Voltaire Meyhanesi'nde dadacıların arasında bulunsaydık, bu işin kesinlikle gerçekleşeceğini söylüyorum. Nietzsche'ye gelin­ce, onun olayı o denli karmaşık görünüyor ki pek inanmıyor gi­biler. Şimdi açık konuşalım, bu duyarlı bir konu. Bir hayli olay geldi geçti, kasıtlı olarak kutsal şeylere saygısızlık yapmak be­nim harcım değil. Her ne kadar tanrıtanımaz (öyle değil mi?) ol­sam da bu yürekli ve olağanüstü eylemde onlara yardım ede­memekten dolayı üzgünüm. Üstelik Torino polisinin bu konuda istihbarat aldığına da kuşkum yok. Yok, yok, merak etmesinler, onların Yahuda'sı olacak değilim. Yalnız belki yapılması gere­ken daha acil, daha anlamlı bir şey var.

"Nedir o?" diye soruyor, esmer ve sinirli genç.

"Mesela, bir kitap yazmak. Öyle şaşırtıcı bir kitap ki bomba­dan daha etkileyici."

"Bir kitap mı? Ama bütün kitaplar eskidi, salt eylem geçerli!"

"Emin misiniz?"

Ötekiler aşırı muhalif bakışlarla susuyorlar. Bunun anlaşıl­mayacak bir yanı yok, lüks bir fahişeyle nikâhsız yaşayan ödlek bir entelektüelim, düzmece bir tanrıtanımaz, bir baltaya sap ola­mamış şeytanatapar, çok kötü bir filozof, üstelik doğaya karşıt­lığın ve kötülüğün yandaşıyım. Tanrı öldü sahteciliğinin sürüp gitmesine göz yumamam, ancak onları iyi anlıyorum, Tanrı'yı bir güzel öldür­mek için onu yeniden canlandırmak gerekirdi.


Şimdi siyahlar giymiş genç bir kadın aralarına katıldı Soluk benizli, gerçeküstücü kadın şair tipi. Haftada bir gün öğleye doğru ininden dışarı çıkıyormuş. Hemen SADE hakkında ne düşündüğümü soruyor. Çok olumlu düşünüyorum tabii. Soluk benizi iyice solgunlaşıyor. Tiplerden biri kulağına bir şeyler söylüyor.

"Demek hiçbir şey yapmak istemiyorsunuz?" diyor, kısık bir sesle.
"Yok, durum canımı sıkıyor."
"Canımı sıkıyor ne demek?"
"Ee bana ne!"

Hepsi birlikte bir sıçrayışta ayağa kalkıyorlar. Sinirli esmer genç barın kadife döşemeliğine tükürüyor, çılgına dönen kadın şair kapıya doğru koşuyor, barmen tükürüğü fark etmeyecek, gizli olan gizleniyor.

Kahvemi içip bitiriyorum, Ludi holde karşıma çıkıyor.

"Şairlerinle güzel konuştun mu?"
"Tabii canım, çok sempatik şeyler."
"Ne istiyorlardı?"
"Şiirlerini bana okumak."
"İyi miydi?"
"Yok. Boş ver."
"Şu yeni terziyi nasıl buluyorsun?"
"Harika."
                                                        
Devamı Venedik, Danieli'de. Buz gibi kuru ayaz, Ocak ayın­da güzel bir gün.

Bir zamanlar, Ispanya'da, İtalya'da çok bulundum. Mad­rid'de, Barcelona'da, Napoli'de, Milano'da, Torino'da, Vene­dik'te gerçekten ne aradığımı söyleyebilecek kadın veya erkek çok kötü niyetlidir. Daha sonra, Nanking, Şanghay, Pekin'de gerçekten ne arıyordum? Daha sonra, New York, Londra, Kudüs, Eriha. Daha sonra, Amsterdam, Zürih, Berlin, Köln, Frankfurt, Kopenhag, Stockholm, Oslo. Sonra Bordeaux dolayları ve Margaux bölgesindeki bazı şatolar da?

Hep aynı şeydir; Olayları iyi yorumlayanlar, başkalarının ha­yatını dar kapsamlı adi dedikodularla süsleyip kendine mal ederler. Tarih yazanlar galip gelenler değildir; ama gerçek hayatta yenik düşenlerdir, düzmece resmi hayatta ayakta kalan­ıdır. Özde hiçbir şey vermeyen çevre süslemeleri gibi anlatılar.
  
M.N. bu dalganın yükselişini gördü.

"İnsanlar aralarında gözle görülür bir mesafenin aniden orta­ya çıkışı kadar hiçbir şeyden nefret etmezler, zira eşit haklara sa­hip olduklarını sanırlar."

"O zaman, zehir saçan suratların, kudurgan ellerin saldırısı­na maruz kalırlar." Gerçekten berbat bir şey. Dalaverenin, karga­şanın, sahteciliğin, kokuşmuşluğun ayaklanmasıdır bu; bakkalların pis kokulu bayat malları, tutkuların kıpırdanışı, ayaktakımının kötü soluğu. "Erotik arzu, hırçınlaşma, kışkırtılan hınç, plebin gururu; bütün bunlar yüzüme çarpıyor."                                     

Can sıkıcı olan şey, plebin bundan böyle hem yukarıda, hem aşağıda olmasıdır.
Aşağıdaki pleb "pis kokusunu havaya salan ayaktakımıdır".

Ama yukarıdaki pleb, yani zengin olanlar, "Altın kaplamalı, kılık değiştirmiş pleblerdir. Bunların babaları, şehvetli kafasız -bu halleriyle orospudan farkı olmayan- kadınlara uysal davra­nan hırsızlardır, leş kargalarıdır, çapulculardır."

Pleb mi? "Masum masum kurnazlık yapar, daima yalan söyler."

Umutsuzluk osuruklarını kışkırtır, kara kara düşüncelere da­lan kadın ve erkekleri cesaretlendirir. M.N. bunları cerahatli tip­ler diye nitelendirir.

Burada tehlikeli olan tiksintidir, "büyük tiksinti". Bunun içindir ki M.N.'nin kahramanı Z. hem "Ölümü tanır", hem de "büyük tiksintinin galibidir."

 Venedik, kara parçasının suya karşı kazandığı zaferi simgeler. Bilindiği gibi M.N. Venedik'i çok sevmişti: "Yeryüzündeki biricik yer, Venedik." Mayıs 1888'de, Torino'dan geldiğinde tuhaf biçim­de şöyle yazıyor: "Su kanallarıyla çevrili kentten yükselen tatlı çan sesleri benim Paskalya' kavramımla iç içe geçiyor."

Şunu da söylediğini unutmayalım:

"Tiksintiye karşı içimde hoş olmayan, neredeyse sinirsel bir eğilim var: bu durum hayatımı çok karmaşıklaştırdı.

  
***

Torino'da

Eylül 1888, uydurma takvimin son ayı ve son yılı, M.N. Torino'da, Carlo Alberto Sokağı'nda.
katında oturuyor. Tam karşısında görkemli Carignano Oteli, odası Carlo Alberto Meydanı'na bakıyor, daha uzakla tepeler­den oluşan bir manzara.

'Büyük bir zafer'den söz ediyor, Değerlerin Tersyüz Oluşu'nu (bir tersyüzlüğün tersyüzlüğü) yeni bitirmiştir ve kendini "ye­dinci günde, Po nehri boyunca aylak aylak dolaşan bir tanrıya" benzetiyor.

"Böylesi bir sonbaharı hiç yaşamamış, yeryüzünde buna ben­zer bir şeyin mümkün olacağına hiç inanmamıştım; her gün ay­nı önüne geçilmez, eşsiz güzellik."
                                                             

Cebinde Sappho'nun şiirleri,  hiçbir zaman yanından ayırmadığı küçük Herakleitos kitabı ve Euripides'in Bakkhalar'ı vardır. Onlarla birlikte ölür. Yunanca, sonsuza dek Yunanca. Yunan ırmağı, Yunan güneşi. Bazı parçaların pek çoğunu ezbere bilir, ama basılı kâğıt ona güven verir. Tanrılar oradadır, meydanda, sokaklarda, yapıların ön yüzünde, satırlar arasındaki boşluklarda, eksik pasajlarda, anlaşılmamış vecizeler ya da dizelerde. Gerçekten görkemli bir sonbahardır, Kurtuluş'un 1. yılı. Zaman'ın sonu. Tarih'in sonu. Kıyamet, Diriliş, tekrar Hayata Dönüş.  ,

Bunalım, kimse bunun farkında değilmiş gibi, o hariç. Geçen gece, korkutucu bir rüya gördü: Zamanın bu tarafında (eski zaman) yaşarken deliriyor, annesinin ve kız kardeşinin ellerine düşüyor, gitgide felçli oluyor, unutkanlaşıyor, konuşma yeteneğini yitiriyor, çöküyor, umarsız kalıyor. Acayiplik sokakta başlıyor, titremeler, feryatlar, anlamsız kahkahalar ve ağlamalar halinde devam ediyor, dik kafalı, sıradan, tekdüze bir geceyle biti­yor. Hangi gündeyiz? Hangi yıl? Hangi saat? Dolanıp duran o büyük tehlike bu mu? Kupadan içilecek zehir? Ödenecek bedel?

Uydurma takvimde 'deli' sıfatıyla kataloglanacak. Hiçbir şe­yi anlayamayanlârın, ayakta uyuyanların takvimi. Gelgelelim öbür tarafta hiçbir şey olmadığına göre, ziyaretçi diye kimi davet edecek? Bir başka gelecekten birinin gelmesi gerekirdi; oysa şu anda kimse yok. Kaldı ki hiçbir zaman hiç kimse olmayacak. O zaman bu demektir ki gerçekten herkes delirdi. Tabii, işitilmez, muazzam çılgın kahkahanın farkına varmadan.

M.N., insanların doğal olarak deli olduklarını ve hayatın ko­caman bir akıl hastanesine benzediğini düşünen ilk kişi değil. Fakat kuşkusuz deliliği üzerine alan, onu karanlığın ve anlam­sızlığın içinde sonuna kadar yaşayan ilk kişi.

Uyandığı zaman, içler acısı yazgısını görür. Onu reddedebi­lir ya da kabul edebilir. Önceki tanrı reddetmesini fısıldar. Kendi tanrısıysa, tam tersine, onu dürter, kutsar, sarmalar. Şu anda tam fırtınanın ortasındadır, kesinlikle bilinçlidir. Kendi tanrısı onu nasıl tanıyorsa, o da tanrısını tanır. Adı yüzyılların uğultusu, heyecanıydı, iyice anlaşılmamıştı ve öyle kaldı, onu dışlamak ve azımsamakla yanlış yapılmıştır. Demek en üst düzeyde kendi tanrına meydan okumak için onların akıl hastanelerine yatmayı kabul ediyorsun? Gerekirse, evet, pekala, kabul.


Sokakta yürürken, kadın manavın birinden bir salkım üzüm satın alıyor. Bir taraçada, güneşin altında masaya oturuyor, koyu kahveyle büyükçe bardak soğuk su ısmarlıyor. İçinden Yunanca dizeler mırıldanarak tek tek üzümleri koparı­yor. Bu, onun akşam yemeği, onur yemeği, Cena'sı. Şöyle söy­lendiğini işitiyoruz: "Nereden geldiğimi ve nereye gittiğimi bi­liyorum, ama onlar nereden geldiğimi, nereye gittiğimi bilmi­yorlar." Ve de: "Ne beni ne tanrımı tanıyorlar; beni tanısalardı, tanrımı da tanıyacaklardı." Bu türden şeyler. Çok keyifli, ışık onu sarmalıyor. Ölüm gitgide kötü bir şaka ve ikiyüzlülük gibi geliyor. Ölüm bu tarafta delilik denen şeyle ilgilenmiyor. Deliri­yorum, şu halde ölmüyorum: Şaşırtıcı saptama. Deliriyorum, şu halde ölen ben değilim. Kendi dışıma kaçarak ilahi, tuhaf bir mutluluk. Uydurma takvimdeki gözyaşları ve öç alma duygu­su; yani, insan tarafında mutsuzluk; öbür tarafta, anlaşılmaz dipsiz kaosun içinde ilahi mutluluk. Onlar tarafından deli diye kataloglandım; bana göre deli, onlar.

M.N. bir not defteri alıyor ve yazıyor:

"Bütünüyle sağduyunun ötesinde her zaman bir tanrının bu­lunduğunu belirtmek gerekli midir?"

Parasını ödeyip masadan kalkıyor, tekrar yürümeye başlıyor. Yerden beyaz bir çakıltaşı alıp cebine sokuyor. Issız bir sokakta, kimse görmeden bir dans figürü çiziyor.

Küçük bir meydana ulaşınca, bir banka oturuyor ve yeniden yazıyor:

"Mecburen her şeyin lehime dönmesi için yeterince güçlüyüm."

Şimdi cümleler içinden geliyor. Onları uyarlamak için çabuk çabuk odasına dönüyor.

Tiyatrodaki gibi vezinli Yunanca bu. O yalnızca eserden arta kalanları, karmakarışık alıntıları ezberliyor.

"Dağda öyle bir sevinç... kendini bırakıp yere düşmek... çiğ et yemek..." Daha sonra: 'Topraktan oluk oluk süt, şarap, bal akıyor... Ege'nin ödağacı kokusu..." Ya da: "İlahi gizemleri bilen mutlu insana övgü... yılanlarla taçlanmış boğa..." Ya da Kahin Tresias gibi temkinli konuşarak "Yegâne akıllı varlık benim, ötekilerin hepsi deli..." Ya da: Altın kanatları üstünde dünyayı dolaşıyor... bütün kaygılara son veriyor... gece gündüz sevince boğulmayı reddedenlerden nefret ediyor.

Şimdi M.N. artık Torino'da değil, Thebai'de. Bu lanetli kent hakkında başkalarının bilmediği şeyleri bilmektedir. Onun filozof tanrısı, ölümlü bir anadan bu kentte doğmuştur. Kadın ilahi âşığı tarafından yıldırım çarpmasıyla öldürülmüştür. Bu ilahi âşık Zeus'un ta kendisidir. Daha doğrusu, filozof tanrı annesine yıldırım çarptığı sırada altı aylık bir embriyondur. Babası üç ay boyunca onu kalçasında (kalça mı?) taşımış, böylece ikinci kez doğmuştur.

Dionysos, yüz yüze geldiğimiz bir tanrıdır. Ona dönüşürüz. O canı istediği zaman Dionysos'tur, özellikle tam gün ortası ya da gece vakti. Bir iken iki olunur, aynı şey. Onun gizlerini öğrenme­ye başlayan kişi onun gibi konuşabilir: "En çok önem verilen şe­yi aklım daha iyi görür." Tanrıların en korkulanıdır, aynı za­manda en yumuşak olanı. Katliamları başlatan, kadınları çıldır­tan o'dur, ama öbür eliyle de şarabı döker, uyku getirir, huzur verir, bağışlamayı öğütler.

M.N. küçük bir parkta duruyor. Bastonuna sarmaşık dolaştı­rıyor (bereket versin ki her yerde sarmaşık bulunur), ucuna bir çam kozalağı takıyor. Karşısında bir duvar görüyor, gel gelelim duvar tanrılara vız gelir! Ayaklarını sandaletlerden çıkardıktan sonra, içinden şu pasajı okuyor:

"Bundan böyle, Dionysos cümbüşlerinde gece şenliklerine yalınayak katılabilir, başımı yukarı kaldırıp havanın serinliğini içime çekebilirim."


Ensesinden doğru bir ürperme geliyor:

Başka bir bilgelik var mıdır?
tanrılar, düşmanının başını ezebilmek için
ölümlüye ondan daha büyük bit güzellik
armağan etmemişler!
Ve güzel olan bizim için çok değerlidir.


Çok yavaş yürüyor, şimdi tanrısal gücün zamanın büyük yavaşlığını ağır ağır sarstığını ve ustaca pusuya düşürdüğünü düşünüyor. Bütün zamanı onun: bu an ebediyen geri dönecek ve bunu fırsat bilip kendi suyuna karışarak akacak.

Ortaya çık, boğa!
Binlerce başını göster, ejder!
Meydana çık, ışıldayan aslan!"

M.N. kendi kendine gülüyor, o anda odasını kiraladığı ka­dınla karşılaşıyor, büyük bir nezaketle selamlıyor. İriyarı, ko­caman bir kadın. Annesine benziyor. Daha ziyade kız kardeşi­ne. Lou'ya. Malwida'ya. Cosima'ya. O kadınlar cehennemine. Ansızın, hepsi birden gözlerinin önüne geliyor; bir Dionysos cümbüşünde Bacchus rahibesi olmuşlar, bağırarak kötü kötü şarkı söylüyorlar. Olay korkunç. Kadın kılığına girmiş bir er­keğin organlarını parçalıyorlar. Kanlı et parçaları kayalara, ağaçlara, çalılıklara saçılıyor. Sol kol sağ bacakla birlikte hava­ya sıçrıyor, kanlar fışkırıyor, yırtılan deriden etler sarkıyor, ni­hayet kelle bir değneğin ucuna takılıyor, işte M.N. kendi kelle­sini, kendi kafatasını tanıyor, değneği öz annesi tutup sallıyor. Protestan papazın zavallı dul karısı, bu işi nasıl becermiş? Öf­keden kuduran kız kardeşi bir gözünü, bir taşağını nasıl kopa­rabilmiş? Değneği, yaygara yapan çılgın bir kadın kılığına gir­miş bir erkeğe sunuyor. Bunu nasıl yapabiliyor? Dans ederek bir haçın dibinde toplanıyorlar. Neden? Gevezelik yaparak dans ede ede bir giyotine yaklaşıyorlar. O sırada kesik başlar giyotinden aşağı düşüyor. Bu nasıl oluyor? Cehennemi sahne-sahneler devam ediyor, işte yine onlar, çıplak vücutları işkence odalarına sürüklüyorlar, her yerde toplu infazlar düzenliyorlar. Ölüm kampları, bütün gezegende ölüm kampları kuruyorlar. Anlaşılan şu ki Dionysos'un değeri bilinmemiş, inkar ediliyor; buna çok kızmış. İntikam alıyor.

Ve devam ediyor. M.N. şimdi kendini tanrının hizmetkarı olarak görüyor, felçli, divana uzanmış, konuşma yeteneği yok, bir kitaba tersinden bakıyor, iki büyücü cadı sürekli başucunda,  annesi ve kız kardeşi, yapmacıklar, güya iyi niyet gösterileri. Şu anda, şu dünyada yaşamaktan kesin tiksinti duyuyor. İhanet nefret, çarmıha geriliş. Bromios, Bromios niçin beni yüzüstü bıraktın? Uçurumun dibinden kendi haykırışını işitiyor. Bu kez sert beton işine yarayacak. Fotoğraf düşüyor.

Buyuyü geri püskürten bir hareket yapıyor. Ayağa kalkıyor. Koro halinde okunan trajedinin son dizelerini mırıldanıyor:

İlahi olaylar vardır,
Çoğu kez tanrılar kendilerinden
beklenmeyen şeyleri yaparlar, Beklenen şey bitimsiz kalır,
Tanrılar beklenmedik şeye geçit verirler.

Uykuya dalıyor.

Pek bilinmez ama; uyku ölüme ve ölümün bayağılığına karşı en güçlü çaredir. M.N. uyku virtüözüdür, sayıklamalarını, saçma coşkularını kontrol edebilen bir uzman. Uyumasını uyanık kalmasını bilir, kâbusların kendisine neler sunacağını merak eden biridir; eğlenceli bir hava içinde yatağına yatar. Hiç değişiklik yok, hep aynı insanca düzen,  pek insanca. Zaten gitgide kesinti­siz bir değişime doğru ilerlediğini not ediyor:

"Kısa zaman aralığında, çok sayıda kişinin derisini yüzmelisin. Bunun yolu sürekli kavgadır."
Gerçekten ölümüne fasılasız bir kavgadır bu; ölümün kadın erkek dostları, obskürantistler, hoşnutsuzlar, hırçınlar, birinin yenilgisinden zevk alanlar, bayağılaşanlar, alçaklar; işte kavganın bir tarafındakiler. Hoşnut olanlar, önemli görünenler, ileri gelenler, profesyonel çarpıtıcılar, boşluğun kumarbazları; bunlar da cabası. O kadın ve erkeklere yapmacıklı davranmak da son derece yapmacıklı bir andır. Yapmacıklığın sınırları yoktur, çark döner. İyi de gerçek nerededir?

"Hayatımızın en küçük anları, olayın mutlak gerekirliğini oynar."

Küçük anlar, küçük jestler, küçük şeyler... Olay budur... Her zaman budur...

"Etrafınıza küçük şeyler yerleştirin; eşsiz güzelliği olan iyi şeyler"

Ben de onu yaptım. Çok yaptım. Yapacağım.


***

Herakleitos 

M.N. bu sabah kendini turp gibi hissediyor. Torino'da yeni­den sokağa çıkıyor. Yanında bir tek küçük Herakleitos kitabı var. Hiç aynı olmayan ve daima aynı olan Kitap. İlk kez okunuyormuş gibi tekrar tekrar kendisine dönülen yapıt. Sözcükler kâğıt­ta basılı, fakat aslında basılı olmayabilirlerdi. Sanki her şey doğ­rudan doğruya boşlukta olup bitiyor. Sözgelimi: Her şeyin ba­bası savaştır, güçlü kişi yönetir, sonucu savaş belirler, mevsim­ler gelir geçer, güneş her gün yeni güneştir.

Bu sonsuz ateş hikâyesi M.N.'nin çok ilgisini çeker. Hem yanan hem sönen bir şey bu. Uykudayken üç-dört kez bu ateş­le sarıldığını, kaçırıldığını, götürüldüğünü, tutuştuğunu ve yok edildiğini hissetti; ama ilginç olan bir şey vardı, kül olmu­yordu. Hem yok olmuş, hem oradaydı. Hiç zarar görmeden. Hiçbir yerine ilişilmeden. Peki, orası neresiydi? Bunun adı yok­tu, sözcükleri (çok yavaş) yoktu, bir çeşit damga, tampon, iz.

Ateşin belirtisi. Yunanlı şöyle diyordu: "Bilgi her şeyden ayrı­dır." Bunu anlıyor, bu cümlenin özellikle kendisine yönelik olacağını düşünüyor.

Herakleitos doğrudan size mi yöneliyor M.N.? İki bin yıl sonra? Açıkça? Akademik yorum yapmadan?"

'Tabii canım."

Profesörler omuz silkiyorlar. Ama işte onlara yönelik veci­zeler:

"Uyanıkken, yaptıkları şeyleri anlamakta başarısızlar. Uyku­larında yaptıkları şeyleri de unutuyorlar."

Veya:

"Dinledikleri şeyler konusunda cahiller" (M.N. "okudukları şeyler" diye ekliyor). "Hem varlar hem yoklar.
"
Kısaca:

"Ne dinlemesini, ne konuşmasını biliyorlar" (M.N. bir kez daha "okumasını" diye ekliyor).

Bakın meraklı kişi, Madam Salome'nin seminerini izlerseniz daha iyi edersiniz. Bunun için, Pratik ve Psikanalitik Yüksek Araştırmalar Okulu'na gideceksiniz.

M.N/ye gelince, kendi Seminerini (ne kelime!) Po nehri kıyı­sında tek başına düzenliyor. Hiç değişmeden aynı kalarak bu ne­hirde yıkanabileceğini düşünüp övünüyor. Kendisinden farklıla­şıp kendisiyle bütünleşen o Bir'e dönüşmüş gibi. Bunu anlamak­ta zorlanıyor musunuz? Soğuk almaktan mı korkuyorsunuz? Bu deneyimin size neler kazandıracağını görmüyor musunuz?

İzlemeyi sürdürelim:

"Beklenmedik olan beklenmiyorsa, onu bulamazsınız, zira onu bulmak kolay değildir."

Beni bulmak zordur. Kendimi bekliyorum ve hayrete düşüyo­rum. Daima beklenmedik, yatıştırıcı, tersyüz edici bir şey. Ger­çekte, kendi içinde gelişen bir bilgi söz konusu; her şeyin arasın­dan her şeyi yöneten bir düşünce. Her şey yanar, her şey dönü­şür, her şey akar, ama düşünüyorum, şu halde zamanı, ateşi, su­yu, toprağı, mevsimleri (her zamanki eski numara) aşıyorum.

Bunun üzerine, M.N. Yunanlı düşünürünün izinden giderek burun sözcüğünü vurgulamak istiyor:

Herakleitos:
"Ateşte yanan her şeyden duman çıktığına göre, her şeyi burnumuzla ayırt edebiliriz."

M.N.: "Burun bize hizmet eden en duyarlı araçtır; spektroskobun bile kaydedemediği en küçük ayrıntıları sezebilecek güçtedir."

Burun aracılığıyla bir yerden bir yere gidilebilir, hatta bir ya­zı okunabilir.

O sırada, M.N. sokaktan beyaz bir gül satın alıyor.
Hiçliğin içinde onu kokluyor.
Bu gül, başkası değil, geleceğin bütün çiçekçilerinde var ola­caktır. Kendini yeniden oluşturacaktır.

Bu küçük jestleri yaparken, herkese hakaret eden biri gibi al­gılanmasına aldırış etmiyor. Uzun zamandır, bunları tekrarlıyor. Hatta onlara aristokratik bir meydan okumayı da eklediği söy­lenebilir. İnsanların gözleri kırıştığı, dudakları büzüldüğü, göt delikleri ürperdiği, safra keseleri çöktüğü, kaşları çatıldığı, bu­run delikleri daraldığı zaman zevkten ağzı kulaklarına varıyor. Herakleitos'un Yunanca aristokratik cümlelerinden biri olan şu vecizeyi odasının kapısına yazabilir:

"Bir en iyisi ise, benim gözümde on bin değerindedir."

(Tabii, Yunanca yazarken kimseyi gücendirmek istemiyor, hatta nezaketen bazen ben yerine 'biz' diyor.)

M.N.'nin donuk bir ruhu ("en bilgince ve en iyisinden ışığın parlaması") olduğu söylenebilir. Sürükleyen akıntıdan kendi­ni sakınmalı, diyor Yunanlı, aksi halde cinsel haz ve üreme or­ganı baskın çıkabilir. İlginçtir, insan kendini çökertirken akın­tı ona haz verir. Onlar bizimkini yaşarken, biz de ruhların ölü­münü yaşıyoruz. Hayat bir ölümdür; ölüm bir hayat. Tam ter­si, donuk ruh (ne demek istediğimi çok iyi anlıyorsunuz) be­denden çıkarken bulutun arasından şimşeğin fışkırmasına benzer.


Özetleyelim: Hayat ve evren bütünüyle dama taşıyla oyna­yan bir çocuktur, çocuğun krallığıdır.

Saçma, anlamsız, büyü­leyici.

Kehanet hiçbir şey söylemez, hiçbir şey gizlemez, işaretleri iletir (M.N. aynaya bir göz kırpıyor).

Sövgüyü doruğa çıkaralım: Yaşlı Yunanlısı gibi M.N. söylene söylene helaya gidiyor. İçerisi karanlık. Karanlık hiç bu denli ışıklı, bu denli diri olmamıştı, diyor:

"Burada da tanrılar var."

Başımı kaldırıyorum, yıl 117, bugün, not etmenin tam zamanı: Kimse aynı cümleyi bir daha aynen okumuyor.

Kimse aynı cümleyi bir daha aynen okumuyor.
KİMSE AYNI CÜMLEYİ BİR DAHA AYNEN OKUMUYOR.
Herkes için ve hiç kimse için bir kitap.
Herkes için ve hiç kimse için.
Bütün kadınlar için ve hiçbir kadın için.
Bazı kadınlar için.
Bazı erkekler için.

"Yazıyorum, yaşıyorum, çok küçük bir azınlık için. Onlar her yerde - hiçbir yerdeler."

***

ECCE HOMO
Nasıl ne isen o olunur?

Yok olmasının ardından, bilindiği gibi, M.N'nin yazıları kötüye kullanıldı. Anne başında bekliyor, kız kardeş başında durup bakıyor, dostlar da az çok göz kulak oluyorlardı. Son başyapıtı Ecce Homo kadar sansürün hedefi olmuş ve düzeltilmiş bir kitap olamaz. Alt başlık, Nasıl ne isen o olunur'dur. Varlık ve oluşu tersine bitiştiren tuhaf formül, ilke olarak insan doğar, yaşar, sonra olduğundan başka şey olur. Hayat bir şey­ler söylediğine inanır. "Öl ve ol!", bu formül tanınmıştır. Fakat ne isen o olmak (yani, ne olduğunu azar azar keşfederek, cani mi, budala mı, önemsiz biri mi, bilge mi, aziz mi veya Tanrı bi­lir ne ise) gizemini korur. Öyle olunabileceğini hiçbir şey söy­lemiyor. Olunmayan bir yığın olay ya da durumu aşmak gere­kir. Ne isen zorunlu olarak öyle olunmaz. Yanlış yönler pek çoktur. İşte bunun içindir ki insanların çoğunluğu olmadıkları şeyi olurlar. Çağlar boyu ailenin ve toplumsal baskının göz­bağcılığı sonucu zorla o yöne itilmişlerdir.

Ne ise o olarak (dolayısıyla, onun için sonsuza dek bu durum tekrarlanacaktır), M.N. yolunun üzerinde dehşet verici bir karşı koymaya maruz kalır: Başdöndürücü uçurum düşüncesi (ebedi dönüş), annesi ve kız kardeşinin dönüşünü de içine alır; onları doğrudan 'aşağılık insanlar' ve 'zehir saçan böcekler' diye nitelendirecektir.

"Şu ana dek annemin ve kız kardeşimin davranış biçimleri bende sözle anlatılmaz bir tiksinti uyandırıyor; gerçekten çarklarını işleten şeytani bir makine bu; en acımasız şekilde beni vu­racak ânı kolluyor - en yüce anlarımı... Öyle ki bu zehir saçan böceğe karşı hiçbir güç ayakta kalamaz..."

Nitekim 'en yüce anlar', kendisine en yakın olan kadınların insafına kalmıştır. Kaldı ki bu zarar verici, şeytani bir makinedir. Sonsuza dek onun yakını olanlar, sonsuza dek aşağılığın, bayağılığın, pisliğin kaynağıdırlar. Başka çıkış yolu da yoktur.

Kız kardeş bize göre son derece değerli bazı pasajları yok et­miştir. Bunu da şöyle açıklamaktadır;

"O tarihte, tuhaf fanteziler içeren bazı yazılar yazdı; bunlar­da Dionysos-Zagreus efsanesi, İsa'nın çektiği acılar ve en ya­kın çağdaşlarının yapıtları birbirine karışır. Düşmanları tara­fından parça parça edilen tanrı diriliyor, Po kıyılarında dolaşı­yor, eskiden çok sevmiş olduğu ve bir daha sevmeyeceği insanları görüyor. Onun idealleri zamanın ideallerinden çok uzaklaşmış, onların gerisinde kalmışlardır. Yakınları ve dostları onu parça parça eden düşmanlara dönüşmüşler. Bu sayfalar, kardeşimin en yakın dostları olan Richard VVagner, Schopenhauer ve Bismarck aleyhine yazılmışlar; Profesör Overbeck, Peter Gast, Madam Cosima, kocam ve benim aleyhime... Öte yandan, aynı sayfalar çarpıcı güzellikte pasajlar da içeriyor, gelgelelim bütünü içinde marazi bir saçmalığı yansıtıyorlar. Hastalığının ilk yıllarında, kardeşimin iyileşeceğini umuyor­duk hâlâ, ancak yanıldık. Dolayısıyla o sayfaların büyükçe bir bölümü yok edildi. Eğer bir gün o yazıları okusaydı, seven yüreği sızlar, 'ince zevki' ağır yara alırdı."

Zehir saçan böceğin olağanüstü ikiyüzlülüğünü görüyorsunuz. O yazılar, M.N. iyileşince okumasın diye yok edildiler. 'Seven yüreği' sızlayacak, 'ince zevki' yara alacaktı. Böylece kendine karşı korunmuş oldu. Herkes bilir ki Dionysos'un seven yüreği vardır ve her zaman incelikle hareket eder. İsa için de aynı masal geçerlidir, yalnız Çarmıha gerilme olayın­da ince zevk söz konusu değildir. Ne var ki temelinde sevgi var­dır, çok kan aksa da her şey yıkanır.

Daha somut olarak şöyle diyebiliriz: Bir insanın birinci te­kil şahısla (dinsel ölçütler ya da akademik, kabul görmüş öl­çütler hariç) düşünme eğilimi varsa, annesi ve kız kardeşinin (kendi kadınları da cabası) onun marazi bir saçmalığa yakalan­dığını sanmaları pek mümkündür. Bu demek değildir ki ger­çek bir düşünür hiçbir zaman saçmalamaz. Fakat müsaade edin, sizin 'saçmalık' dediğiniz şey bizi son derece ilgilendirir. Dionysos saçmalar, dolayısıyla İsa da. Deccal onlardan aşağı kalmaz. Kâhinler de. Çok büyük şairler hiç durmadan saçma­larlar. Sonra romancılar, sanatçılar. Saçmaya karşı saçmalıktır bu. Pek çok kadına oranla, M.N.'nin kız kardeşi başlı başına il­ginç bir vakadır; doğrudan doğruya cinsel soğukluğun doğur­duğu saçmalık.

Deccal, Dionysos ve Po kıyılarında dirilen İsa arasındaki yakın benzerlik insana hâyal kurduruyor. 2042 metrede doğan nehrin rakımı, Torino yakınlarına geldiğinde 212 metreye dü­şer. İtalya'nın en büyük akarsuyu olan bu nehrin sularındaki kabarma ürkütücüdür, meydana getirdiği ova ülke bakımın­dan hayati öneme sahiptir. Olağanüstü göller (Maggiore, Como, Iseo, Garda) oluşturur, Piacenza ve Cremona (kemanlar ve müzik) kentlerini aşar, Venedik'in güneyinde 652 kilometre uzunluğunda bir delta meydana getirir. Delta ağzı Adriyatik Denizi'ne açılır. Kıyılarında, hiç kimse iki kez aynı suda yıkanmamıştır. Sonbaharda, nehir kıyısında dolaşmak M.N.'nin ho­şuna giderdi. Dağlardan deltaya inen yol engebeli, çetin, zorlu ve yılankavidir. Bu nehir kitap gibidir, ne ise o olur, ancak ba­zı cümleleri okunmaz.

"En güçlü bireyler, türün yasalarına telef olmadan direnmeyi başaranlardır. Bunlar tek başlarınadır. Yeni soyluluk sadece on­lardan yola çıkarak oluşur. Fakat bu soyluluk oluşurken sayısız tek başınalar ölmek zorunda kalacaklardır. Çünkü tek başına ol­duklarından kendilerini koruyan yasayı ellerinde tutamaz ve alışılmış hayatlarını savunamazlar."

Tesadüf sonucu bulunan bir kopyası sayesinde, Ecce Homo'nun devam eden pasajında. M.N. 'akrabalarıyla' en ufak bir akrabalık ilişkisini bile tümden reddederek "üstün yaratıkların daha ötelere uzanan bir kökeni olduğu” nu ileri sürüyor (müthiş bir hakaret). Israr ediyor: "Büyük kişilikler çok eskilere dayanır", çünkü o kişilikleri elde etmek için uzun süre üst üste yığılmak, zapt etmek ve birikmek gerekmiştir. Son yağmurun ardından dünyaya gelinmez, arkada bütün bir nehir vardır. İn­san rastlantı sonucu bir cinsel ilişkiden ya da spermanın bir an­da dişiye girmesiyle doğmaz.

Tam bunları söyledikten sonra, hemen ekliyor:

"Bunları yazdığım şu anda bile, postacı bana bir Dionysos başı getirdi."

Durumu görüyorsunuz. M.N. sebebini anlamadan, babasının Julius Sezar ya da pekâlâ "etten kemikten yapılmış bir Diony­sos", yani İskender olabileceğini yazmaktadır. Odasının kapısı vuruluyor. Bu, postacı. Yanında bir heykel başı getirmesi müm­kün. Bir heykel fotoğrafı. Peki, bunu kim gönderiyor? Nereden geliyor? Kendisi mi sipariş etmişti? Basel'de, Rosalie Nielsen adında bir kadın vardı, M.N'den almış olduğu fotoğrafı Kurt Hezel adında bir öğrenciye hediye etmişti. O fotoğraf mı acaba? Yoksa M.N. ansızın bir hezeyan mı geçiriyor?

Dionysos sözcüğünü yazıyorum, kapı çalıyor; Dionysos bana fotoğrafını yolluyor.


***

Paris'te rast gele dolaşmaya başladım yeniden; semt semt, sokak sokak, caddeler, rıhtımlar, çıkmaz sokaklar. Hiçbir gaye güt­meden, gece gündüz, iki saat, üç saat. Bir otobüse biniyorum, herhangi bir yerde iniyorum, kentte son otobüs durağına kadar gitmişim. Yolcuları, kızları, anneleri, delikanlıları, yabancıları, ihtiyarları gözlemliyorum. Tenha köşelerden hoşlanıyorum; oralarda yoksulluktan doğan boğuk bir sevinç oturuyor. Sonra kendimi yeniden kırmızı lambamın altında buluyorum, M.N.'yi okurken:

"Günün birinde tiranın biri meydana çıkacak, plebin efendi­si olacak ve sığ sularda zamanı boğacak."

Tiran bundan böyle görünmeyen biri, her yanda, hiçbir yer­de. Zaman boğulmuş, kuşku yok. Pleb uyuyor, yine de başına ge­len en iyi şey bu.

Uzun uzun ölüm sayıklanır. Erkekler ve kadınlar ölüm kokuyorlar, özellikle bunu onlara söylememek gerekir. Aklıma yarı felçli M.N. geliyor, annesi yıkıyor, yüzü beyaz fayanslara dönük. Feryatları yüzünden artık sokağa çıkarmıyorlar, ilk karşısına çı­kanı çok eskiden tanıyormuş gibi sarılıp kucaklamaya kalkıyor. Bir duvar ya da çite çarpana kadar dosdoğru koşmaya başlıyor. Dayanılacak gibi değil, evden çıkarmamak lazım. M.N. biraz ağlıyor, saatler boyu kanapeye uzanıyor, acı içinde. Ziyaretçiler gitgide seyrekleşiyor, adlarını, yüzlerini hatırlamıyor, insanlar beziyorlar. Gidip pencerenin önüne oturuyor, gökyüzünü seyrediyor. Bazen önüne bir kitap açıp tersinden bakıyor. On yıl böy­le geçiyor, kendi takvimine göre 12. yılın Ağustos ayında (eski takvime göre 05 Ağustos 1900) hayatını kaybediyor. Yıl 1 'Kur­tuluş çağı'nı başlatıyordu. Ama Kurtuluş'u gerçekten kim isti­yor? Hem Kurtuluş sözcüğüyle kastedilen nedir?

M.N.'nin herkesçe sırt çevrilen bedeni elli altı yaşında yok oluyor. Oysa kırk dört yaşından sonra, ne düşünme, ne konuş­ma yeteneği kalmıştır. Artık kimse onu görmeye gelmiyor. (Onun İsa tarafı). Yaşı ilerledikçe gitgide bunayan, cümleleri ağızlardan düşmeyen, derslerde okutulan ihtiyar bir filozof olabilirdi. İhtiyarlık, ağaran saçlar, organlarda hantallık, karar­sızlıklar, unutkanlıklar, düşünüp dalmalar ondan esirgenmiştir. Voltaire ve Hegel'in son günleri anlı şanlıdır, Kant'ın son gün­leri dokunaklı, onunkilerse dehşet verici. Yazılı iletişime çok önem vermişti, iletmek onun misyonuydu. Acelesi vardı, bili­yordu, Kurtuluş, Kitab-ı Mukaddes'ti. Yazmak eylemdir, yayın yoluyla başka bir boyutta ilerler, hatta hiç yankı uyandırmasa da iz bırakır. 'N yazısı' çok az sayıda nüshayla basılması ve da­ğıtımı gerekli olan -her zaman gereklidir- hızlı, ince, sivri bir uçtur. İsa yazmamıştır; yalnız bir kez, zina suçlamasıyla taşa tu­tulan yetişkin bir kadını kurtarmak için toprağa yazmıştır (müthiş bir kanıt). Dionysos'a gelince, o uçlarda yaşar, burnu ve kulakları olan biri için her yerde kendini duyurur ve hissettirir. Özellikle müzik alanında. İsa şarkı söylemez, konuşur, bir­kaç mucizeyi dışa vurur, zikreder, tekrar zikreder, böyle. M.N. gibi haykıramaz:

"Dünya gülüyor, korkunç kara perde yırtılıyor."

Veya:

"Ey hayatın günortası, ey ikinci gençlik, ey yaz bahçesi!"

Ve biraz daha heyecansız (öyle mi, kim bilir):

"Herhangi bir devirde, her kim 'yeni bir gökyüzü' inşa ettiy­se, o gücü kendi öz cehenneminde bulmuştur."

Her koşulda emin olarak:

"Kara gözlükleri çıkarmadan üç yüz cepheye birden bakmalı."

Ama kuşku vardır:

"Bir bilseniz, şu yeryüzünde ne kadar yalnızım!"

Belki de şöyle:

"İçgüdü için iyi sayılan her şey — sonuçta ciddiyetten uzak, gerekli, özgür" (papazın ya da filozof kisvesine bürünmüş pa­pazın asla kabul etmeyeceği çözüm).

Ve sonra:

"Geleceğin tarihi: Bu düşünce çok daha büyük zafer kazana­cak - ona inanmayanlar yaradılışları gereği sonunda yok olmak zorunda kalacaklar! Yalnızca ebedi dönüşe uyum sağlayanlar ayakta kalacak; böylesi varlıklar için bir hayat tarzı mümkün. O hayat tarzını henüz hiçbir ütopyacı düşünmedi."

 Belki, belki M.N., kitaplarınız yakında yorumlanacak, özü değiştirilecek, sulandırılacak, örtbas edilecek. Sizin hakkınızda bir kütüphane oluşmayacak, işte sizin kaygınız. Sizden tiksine­cekler, dışlayacaklar, taklit edecekler; sahtekârca hayranlık du­yacaklar, küçültecekler, alçaltacaklar, yanlışlığınızı ileri sürecek­ler. Kolokyumlar sizi geçersiz sayacak, anma toplantıları üzerinize yeni bir kılıf geçirecek. Mezarınız başında Wagner çalına­cak. Totalitersiniz, şeytansınız, ırkçısınız, nazi yanlısısınız, de­ğersizsiniz, delisiniz. Siz olmasanız, imha ya da toplama kamp­ları, teröristler, mazoşistler, sadistler de olmaz. Sizin üstinsanınız bir altinsandır, bu kesin bir kanıt. Eski tanrı geri dönüyor M.N.! Ve hâlâ plebi büyülüyor M.N.! Bayağılık evrenseldir M.N.! Siz çoktan unutuldunuz M.N.! insanlığı kurtarmak ne demek! Çok tuhaf, histerik bir düş! insanlık kurtulmak istemiyor M.N.! Siz bir hiç uğruna çırpınıp geberdiniz! Sonsuza dek kendimizi tekrarlamaya niyetimiz yok M.N.! Bu hayat bize yeter! Onu de­netliyoruz, söz geçiriyoruz, çocuklarımız o hayatı dolduruyor! Çocuklarımız, onları üretiyoruz M.N.! Ne kadar zenginleşirsek, o kadar az sonsuzluğa ihtiyacımız var! Anti-demokratik saçmalıklarınızla yok olan sîzsiniz M.N.! Kitaplarınız hâlâ burada, ama onları okuyacak kimse yok M.N.! Zaten uzun zamandır kimse bir şey okumuyor M.N.! Ah! Ah! )


***


Ecce Homo'ya 15 Ekim'de başlanmış, 4 Kasım'da Torino'da bi­tirilmiş. M.N. başlık olarak ilkin Galiani'nin Fransızca bir alıntı­sını düşünmüş. Galiani bu alıntıyı Madam d'Epinay'a yazdığını 24 Kasım 1730 tarihli mektupta belirtiyor:

"Kanat çırpmadan yükseklerde süzülmek ve tırnaklan olmak; işte büyük dâhilerin nasibi."

Nihayet yazıyor:
Nasıl ne isen o olunur.
Torino, 15 Kasım 1888.
Artık kırk dört yaşındadır.

Elyazmasının sonunda Savaş Bildirisi eksik; annesi ve kız kar­deşi tarafından yok edilmiş. Bu, Prusya karşıtı 'büyük politi­ka'nın bildirisi gibidir.

Bu büyük başyapıt, gerçek takvimin ilk ayında, üç hafta için­de yazıldı; yani Kurtuluş çağının 1. yılında. Bugün 117'deyiz, mavi gökyüzünde beyaz bulutlar. 417'de buluşalım.


***


Burada ne yaptığım anlaşılır: Zamanımızın ve onun zamanı­nın kötü romanından M.N'yi kurtarıyorum, ebedi dönüşün da­marını, şokunu, önemli ipucunu koruyorum. Bunu en kötü ka­nıtlara rağmen ayıklanma ve olumlama ilkesini savunarak yapıyorum. Hayatı tam tersini kanıtlamıştır ama, bu hastanın "bü­yük sağlığa' övgüler düzdüğünü görüp hayretler içinde kalan budalalar hâlâ var. Üstelik sanki bir bunak en sonunda yeni ak­lın somut örneği olduğunu iddia ediyor. Tabii öyle.

Hasta olan o değildi; zamanındaki insanlıktı. M.N. "evcil barbarlığın", "budalalık çağı"nın geldiğini söylüyor.

"Hasta, hasta, hasta! Hissedilen şiddet her an yıldırım gibi in­sanı çarpıyorsa ve bütün bedensel işlevleri altüst ediyorsa (sanı­rım bu durum kan dolaşımını bile değiştiriyor), çok düzenli ha­yatın elinden ne gelir."

Veya:

"Kimseden hayır yok, kimse beni sevindirecek, yüreğime serpecek düşünceler söylemiyor; şu son yıllarda beni bunaltan ve içime işleyen duygulardan kurtulmam lazım; kimsenin umu­runda bile değil."

Ama yine de:

"Bu bir kitap değil, ama geminin nihai olarak karadan ayrılı­şı, denizden gelen rüzgâr, geminin demir alışı, bir çark homur­tusu, rota sapması. Okyanus alay ediyor, canavar!"

M.N. ya da dişlileriyle suyu döven çark. İşte büyük geleceğin yeni olayı.

"Takvimi değiştirecek gücüm var."

Veya:

"Genel kokuşmanın ve yetersizliğin felce uğratan duyguları­na karşı ebedi dönüş""

Veya şöyle:

"Eğer bu düşünce gerçekse, daha doğrusu gerçek olduğu sanılıyorsa, her şey altüst olacak, geçmişteki bütün değerler değersizleşecek."

Bunun altını çizen kendisi.

Okuyalım bakalım:

"Tanrı Dionysos'a bir gün, 'Bana öyle geliyor ki senin karan­lık tasarıların var dedim, 'üstelik bunlar, insanları yok edecek tasarılar, değil mi?"

"'Olabilir,' diye cevap verdi tanrı, 'ama onları kendime çıkar sağlayacak şekilde tasarlıyorum - 'Nasıl şeyler bunlar?' diye sordum merak içinde. — 'Kim bunlar? diye sorman gerekirdi' Dionysos işte böyle konuştu, sonra kendine özgü şeytaniliğiyle sustu. Onu görmeniz gerekirdi! İlkbahardı, bütün ağaçlar canlanıp gençleşmişlerdi."

Dışarı çıkıyorum. Kendimi ilkbahara salıveriyorum.


***

                                
Nelly benim için M.N.'nin şu pasajını bulmuş:
                                 
"Tehlike dolu demokratik çağlar. Güvenlik önlemi olarak mutlak hakaret"



***

Bu sabah sokakta genç bir kadın gördüm. Güzel de değil çirkin de. Bebeğini dolaştırıyor. Ne yapacağına karar veremeden belli belirsiz gülümsüyor. Bebek arabasına eğilip küçük yaratığı burnunun ucundan öpüyor. Taşıt gürültüleri... Yeniden arabayı itmeye başlıyor. Böylece gelecekteki kendi ölüm-sonrasını da hayran hayran dolaştırıyor.


***
                
                
Şimdi tarihe karışmış olan Sovyetler Birliğinde yaşasaydı M.N.'nin durumunu bir düşünün. Onun yerine bu hüzün verici yazgı elbette tercih edilirdi. Zira hemen gerici ve faşist olarak damgalanacak, Loubyanka zindanlarında ensesine bir kurşun sıkılacaktı. Berlin'de olsa aynı akıbetle karşılaşacaktı; reji­mi rahatsız eden biridir, sürgün edilecek, gaz odasında öldü­rülecektir. Ya sonra yaşasaydı? Üniversite kampüslerinde çok kötü karşılanacak, gey ve lezbiyen eğilimli inceleme yazıların­da aralıksız eleştirilecek, bursu iptal edilecek, bütün yayıncılar kitaplarını basmayı reddedeceklerdi. Her yerde adı kötüye çıkacak, sistemli biçimde sansüre maruz kalacak, özünden saptırılacaktı. Deliliğin ötesinde, gizlenerek yaşadığını varsaya­lım. Ölümünden sonra gizli yaşayan Öteki (İsa) gibi kesinlikle yeraltında yaşamaktadır. Böyle olunca, M.N. zamanın geldiğini düşünür. Kadın-erkek herkesten habersiz çok gizemli bir hayat söz konusudur. Bu değişimden duyduğu dinginliği, kaygısız güveni açıklayamaz. Zaten açıklamaya ihtiyacı yoktur, bunu yaşamaktadır.
  
Ahlâk Zabıtası müdür ya da müdiresinin notu:

 "Çok ağır bir vaka: Kudurmuş bireycilik, anti-sosyal düşün­celer, belirgin şizofrenik ve paranoyak eğilimler. Kapı dışarı edildi."


***


Dionysos

İlâhi Bir Yöntemle
Felsefe Yapma Denemesi
Yazan: F.N.

Not ediyor:

 "Kendine özgü zevkleri olan bir insan yalnızlığına saklanıp kapanmış, iletişim kurulamıyor, iletişimsiz, belirli ölçülere sığ­mıyor, üst türden biri, kısaca farklı: Onu tanıyamayacağınıza, hiçbir şeyle kıyaslayamayacağınıza göre, nasıl değerlendirebi­lirsiniz?"

 Ve de: "Benim hikâyem salt kişisel bir hikâye değil- bu şekilde yaşarken sayısız insan ilişkisinden yararlanıyorum."

Bunları yazdıktan sonra, dışarı çıkıp iki-üç saat yürüyor- Ayaklar, bacaklar, beyin, el, kalem, mürekkep, ritmik düzeni böyle. Söylemek gereksiz, kitaplar üreten yazarları son derece küçümsüyor; ona göre onlar kelimesi kelimesine yazmazmış gibi yapıyorlar. Oysa kendi kitapları her zaman kendilerini yazmaktadır. Hemen akabinde, bir rahatsızlık, en ufak bir sıkıntı söz ko­nusu değil. Bu, müzik, dans, füg sanatı, armonik bir sunuş, do­ğaçlama, varyasyon. Tanrı matematikseldir, tekerleği yapar,  yuvarlar, onun sürekli hareketi ebedi dönüştür. M.N. yine de uy­garca bir zaman dilimi olduğunu düşünüyor. Bir imparator, Prusya kralı Frederic, kraliyet şatosundaki akşam yemeğini yarıda kesiyor. Onun gibi masadan ayağa kalkmak zorunda kalan davetlilere şöyle diyor:

"Efendiler, ihtiyar Bach geldi." Gerçek­ten böyle: geliyor. Kim? O.

Bu yüzdendir ki M.N. kendini 'Mösyö Nietzsche sanmaktan vazgeçiyor. Odasına çıkıyor, suratı kuru ayazdan kasılmış, ma­sasını, iskemlesini, yatağını kucaklıyor. Şimdi koyu bordo rengi kürsüsüne kurulan bir bilimadamıdır. Düşüncelere dalıyor. Bü­tün çocukluğu gözlerinin önüne geliyor. Aman Tanrım, ne tuhaf bir çocukmuş. Hırçın, hasta, coşkulu, çok sağlıklı; duvarlara ağaçlara tırmanıyor, koşuyor, saklanıyor, gözlüyor, seslere kulak kabartıyor, her şeyi okuyor, görülmemiş bir şey, çok dindar, çok inatçı, çok hayalci. Seslere aşırı duyarlı, ama bütünüyle değil:

"Annemi sevmiyorum, kız kardeşimin sesini işitmek keyfimi kaçırıyor. Onların yanında kalırken her zaman hasta oluyorum."

Kendisine felç geldiği zaman, bu iki kadın kulaklarını saçma laflar ve konformizmle dolduruyorlar. Tam tecrit, kamp hayatı.. Cehennem. Şu anda, henüz özgürdür, aslında sonsuza dek öz­gür kalacaktır.

"Ses ve gürültüden, hayranlık uyandırmak saygınlıktan duyulan tiksinti..."             

Sonra, deliliğine saklanıyor. İşte böyle.


***

GEZGİN VE GÖLGESİ

M.N. hayatta çok ver değiştirmiş. Ama her seferinde aynı yerde kalmış; yani sayfalar, kalem hışırtısı, düzeltiler, yayıncıya gönderilen yazılar, bir daha gönderilen yazılar. 1885 ile 1887 arası onunla art arda Naumburg, Leipzig, Münih, Floransa, bir r Naumburg bir -daha Leipzig. Sils-Maria. Cenova. Ruta Lıguria ("Yunan adasındaki gibi bir yalnızlık"), Nice, Cannobo (Maggiore Gölü'nde), Zürih, Coire, Lenz, bir daha Sils-Maria, nihayet Venedik'te karşılaşıyoruz. Gezgin ve Gölgesi'ni neden yazdığını anlıyoruz. Gölgesini izliyor, onun önünden gidi­yor, arkasında sürüklüyor, önünde giderken gölgesinden önce öldüğünün bilincinde, her an ikisi bir arada, birbirlerini uyarıp göz kulak oluyorlar. O devirde yer değiştirmenin güçlüklerini göz önüne getirmek gerekir. Yol uzun sürüyor, ağır ağır, zah­metli, araçlar ilkel, trenler, kitapla dolu bavullar, gözler rahat­sız, mide bulantıları, baş dönmeleri. Güzel anlar çok az, ama yüzyılların güzelliğini yansıtıyorlar. Sonra, yeniden yola ko­yulmak lazım. Göçebe gibi mi? Denebilir, fakat başka şey. Ken­disiyle rastlaşıyor; bu rastlaşma ancak bu mesafelerde açıldığı zaman meydana geliyor. Oradaydım, sonra burada, bir daha orada olacağım ve oradan geçerken yine orada. M.N. onları pencerelerden gördü; dağ, sokak, meydan, deniz. Merdivenler­de, 'tabldotlarda' zamanın bütün rezilliklerine tanık oldu. Son­ra yollar, sahiller, vadiler, göller. Hızlı hızlı yürüyor, özellikle kendi soluğunu hissetmek için nefes alıyor, dayanıklı kalbi var (ona zaman tanıyacak, yüz üstü bırakmayacak). Bacaklarından hiç şikâyetçi değil, yine güzel bir gün, çok güzel.

"Hava serin, çayırda gölgeler uzuyor, güneş batıyor."

Şimdi iki başlık düşünülebilir:
Aydınlanmanın Yeni Çağı
Geleceğin Felsefesine Bir Giriş.

Veya:
Yasak Bilginin Felsefesi.

Daha önce İyi ve Kötünün Ötesi (alt başlık olarak Geleceğin Fel­sefesine Giriş'le birlikte) vardı, ancak başka başlıklar tasarlanabi­lir Mesela:

Aklın ve Deliliğin Ötesi.       

Ve:

Hayatın ve Ölümün Ötesi.

Ancak 'felsefe' problemi artık söz konusu değil, nihayet içine doğan romanla uğraşmaktadır.
                                
                                 

***


N.

Burada, tersini yapıyorum: Adını anmak istediğim kişiyi N. diye niteliyorum. İsmini telaffuz etmek zor sayılmaz, ama bas­makalıp yakıştırmalardan, yanlış anlamalardan ve çamur atan yorumlardan onu korumuş oluyorum; malum çarpıtmalar da cabası.


***
  
M.N. günü gününe mi yaşadı? Daha doğrusu, saati saatine hatta çoğu kez dakikası dakikasına (bu cümle on iki saniyemi aldı, zamanın uçtuğunu gördüm). Günü gününe, yani gecesi gecesine, sözgelimi sabah 1 saat ile 3 saat arası, "o anda, za­man yoktur". Bir de şöyle diyor: "Biz ötekiler, yataktan erken kalkanlar." Saniyeleri gösteren ibre, saniye ibresi, tespih taneleri gibi sıralanıyor. Oysa bu durum tam tersi, binlerce yıllık iz­leri silemiyor. M.N., "Geçmişin ormanına cesaretle dalmak ge­rekir," diyor. Buna karşılık, "İster yaşayanlar ister ölüler ol­sun, kimseyi kendime yakın hissetmiyorum," diye ekliyor. So­nuçta, tek başına devam etmesi lazım. En tehlikeli an bu: ölüm ya da delilik.

Nasihat: "Marazi güçlerle ve daha işin başında yenilmiş olanlarla asla ittifak kurmamalı."

Zaten on üzerinden dokuz kez yapılması zorunlu olan da bu, ancak onuncusu hesaba katılır.

M.N. devam ediyor:

"O zaman, krallar düzeyinde ilahi konuklar gelir. Bunlar isimsiz, tanınmamış, yabancı kişilerdir."

O zaman, insan "kar tanelerinin gelişigüzel yüzüne çarpma­sı gibi, kendini tesadüflere" bırakabilir.

Ve: "Aktif gücü anladım; rastlantının tam içindeki yaratıcılık."

Daha şaşırtıcı olanı, hiç tavla oynamamış: "Hayatımda hiç te­sadüf olmadı."


Bugün, bize çok tuhaf görünen şey, M.N.'nin 'insanlığı' kur­tarma kuruntusu. Hasmı olan İsa da, bize öyle geliyor ki, onun kadar tuhaf. Zaten M.N. bu konuda açık konuşmuyor. Dionysos bizi perişan mı edecek, yoksa kurtaracak mı? Belki ikisi de; hem kesin olarak kim söyleyebilir kurtulduğunu ya da kaybettiğini? Şans bir gider, bir gelir, özellikle başka şeye bağlı. Neye? Tetikte bekleriz, kafamız örümceklenmesin, alıklaşmayalım, uyumaya­lım, ayaklarımız dolaşmasın diye yazarız. Herkes gibi hiçbir şey söylememek için yazarız. Vakit geçirmek için, temkinli davran­mak için yazışırız. Rüya görüyorum, uyumuyorum, bir daha rü­ya görüyorum ve uyanıyorum.

Yalın bir ifade:

"Her şeyde tanrısal diye nitelendirdiğim bir taşkınlık bulu­yorum. Ruhumda da aynı şeyi görüyorum. Bu yüzden onu tan­rısal ruh diye çağırıyorum."

Kuşkusuz doğru, ancak bu andan itibaren şu soru gündeme geliyor: Nasıl gizlenmeli ya da başka kılığa girmeli? Kendinizi 'tanrısal ruh' olarak görüp açıkça tavır alamazsınız. Her şey bir yana, buna pek aklı yatmayan pek çok oyuncu var. Şimdi göre­lim bakalım, M.N. Torino'dayken kendini gizlemek için nasıl bir çözüm öngörüyor? 1888 Noel'i, yeni takvimini ilan edişinden bu yana üç ay geçmiş. Yıkılışına sekiz günü kala:


"Kendini gizlemenin en kurnazca yollarından biri Epikürcü­lüktür; gösterişte kalan hazzın yürekliliği. Öyle ki hafifçe acıya dönüşür bu haz ve acı veren, bunaltan her şeye karşı kendini savunur. 'Mutlu insanlar' vardır; bunlar mutluluğu kullanırlar, zi­ra mutluluk onların yanlış anlaşılmasına sebebiyet verir. Yanlış anlaşılmayı isterler."

Bunu söyledikten sonra, zaman ilerledikçe, ısrarla Alman­ya'nın uğradığı hezimetlere parmak basıyor. "Şu gülünç ve sofu kocakarı." Daha da ileri gidiyor, Wagner ve wagneromaniye karşı Bizet'nin Carmen'ine övgüler düzüyor Sık sık imalı sözlerle övgüsünü süslüyor: "Genç kadınlar", "Parisli kadın sanatçı" (bu kadın bundan böyle doyumsuz ve kendini beğenmiş küçük burjuva ka­dını olmuştur). Ancak bu tavrı Cosima Wagner'i düşünmesine en­gel olmuyor. Çok geçmeden onu efsaneleştirip Ariadne olarak ha­yalinde canlandırıyor. Evet, çağın müzik devine, gönül avcısı Minotauros'a, Üstad-ı Azami'na tutsak olmuş bir Ariadne'dir o. İşi daha da ileri götürüp Ocak 1889'da o 'delilik' pusulalarından biri­ni gönderiyor Cosima'ya:

 "Ariadne, seni seviyorum. Dionysos."

Cosima şaşkındır. Bu ilan-ı aşkı aldığı sırada, büyük erkeğin­den dul kalalı altı yıl geçmiştir. Ama ne de olsa, pusula saklanır.

Bizi ilgilendiren de bu. Onu delirten benim, diye düşünür ka­dın. O anda, içinden geçen hafif bir ürperti ona göre dünyanın bütün operalarına bedeldir.

 İyi tanıdığı M.N aklını mı yitirmiş­tir? Yoksa tanrıya mı dönüşmüştür? Kim bilir; belki bu mucizeyi gerçekleştiren kendisidir!

Her neyse, Mösyö ve Madam Nietzsche'nin (kızlık soyadı Salome), Profesör Burckhardt ya da Profesör Overbeck'te akşam ye­meğine beklenmesi tasavvur edilemez. Hatta, işin daha tuhaf ola­nı, Sils, Cenova, Nice, Torino veya başka yerdeki komşularına da gitmezler. Mösyö Nietzsche hâlâ Üniversite'den aylık almaktadır. Ne var ki açığa çıkarılmıştır. Ateşli ve tumturaklı kitaplar yazar; şiirsel kitaplar da diyebilirsiniz bunlara. Aynı zamanda, acı alay­la dolu iğneleyici yapıtlar. Açık konuşmak gerekirse, yanlışlarla dolu şeyler. Tanrı'ya inanıp inanmadığı belli değildir. Bunun so­nucu, Kadın'a da inandığı pek söylenemez. Eskiden Wagner'le aralarından su sızmazken büyük besteciyle bozuşmuştur. Müzis­yenlikte başarısızlığa uğramış filozof kıskançlığı. Zaten filozof sözcüğü fazla açıklama gerektirmiyor; hangi eğitimi savunduğu meçhul, öğrencileri çömezleri yok, kitapları ilgi çekmemiştir, üs­lûbu sürükleyicidir, doğru, ama çok geçmeden çöküşlerinden do­layı hâlâ acı duyduğumuz Eski Yunanlılara ilişkin eski tarz göz­lemleri yazarken bu üslûp kaybolur, hatta yurtseverliğe aykırı na­karatlar içerir. Küf Kokan Almanya başlıklı yergi yazısını okudu­nuz mu bilmem, açık söylemek gerekirse, düşman tarafa geçme­sinden ve ihanet ettiğinden söz edilebilir. Halkımızı sevmez, bı­kıp usanmadan soyluluktan dem vurur, kendisinin Polonya kö­kenli olduğunu savunur, Reich'a saldırır, düşünürlerimizi göz­den düşürmeye kalkışır, şiddetle Luther'e (adamcağız her ne ka­dar Katolik olmasa da) çatar. Bütün tarihimizi itham eder, hiçbir geleceğimiz olmadığını söyleyecek kadar ileri gider. Evlenmemiş­tir, çocukları yoktur, bir yerden bir yere dolaşır, hiç durmadan İtalya'ya ya da Fransa'nın güneyine gider, içler acısı otel odaların­da yaşar, çok az dostu vardır, sık sık hastalanır. Annesine acıyo­rum, çok iyi bir insan, eşsiz bir papazın karısı, genç yaşta dul kal­mıştır, kız kardeşi ülkemizin yeniden doğuşu ("o kahrolası Yahu­di düşmanlığı kız kardeşimizle kopmamızın başlıca sebebi") adı­na kocasıyla birlikte çok şeyler becermiştir. Gerçekten ne düşündüğünü bilemiyoruz. Hıristiyanlığı ortadan kaldırmak mı iste­miştir? Ona göre, Roma edebe aykırılığın, ahlâksızlığın kaynağı­dır. Papazlarımız da öyle midir acaba? Yeni bir Mesih mi olmak istemiştir? Zerdüşt adlı yapıtını okumaya çalıştım, çok geçmeden elimden bıraktım. Şu 'üstinsan' ne dediği pek anlaşılmıyor, karanlık, coşkulu; elden ne gelir, kıs kıs gülüyorum. Madam Schröder? Kanımca bu adam deli. Oh, çok büyük ama tersyüz edilmiş bir bilgi bu, ne demek istediğimi anlarsınız ya. Eşcinsel olmasın? Olabilir, erkek dostlarıyla tutkulu ilişkisi var; Yunan Dionysosculuğuna duyduğu o tutku... Platon'a Sokrates'e, Bilgeliğe karşı çıktığını mı söylemek istiyorsunuz? Ben de deli olduğunu söylüyorum. Şunu bir okuyun:

"Bilgeliğin doğaya karşıt özelliği sanata karşı olan tavrından anlaşılır: Tam kurtuluşu meydana getirirken doğayı tanımaya kalkışmak - nasıl bir tersyüzlük, nasıl bir hiçlik içgüdüsü bu!"

Görüyorsunuz ya, bizi hiçliğe sürüklemek istiyor. Bunun ka­nıtı, her türlü ahlâka karşı duyduğu çılgınca nefret. Bana diye­ceksiniz ki (Wagner ve kız kardeşi hariç) herkese insanca dav­ranmıştır. Hırsızlığı yok, ırza tecavüzü yok, dolandırıcılığı yok, edebe aykırı ilişkileri yok, her şeye rağmen belki uyuşturucu da (ama kesin değil) kullanmamıştır; sokaklarda sürtmeyi seven bir rantiye, epey düzenli sade bir hayat. Dört elle yazılarına sa­rılıyor, yazılar çok az yankı uyandırıyor, ne var ki yılmıyor, kim­seye aldırış etmiyor. Orospularla ilişkileri mi? Söylendiğine gö­re galiba eskiden içini kemiren (oradan oraya sürtmesinin sebe­bi de bu) bir frengiye yakalanmış. Ancak genelde yamuk tarafı yok; nazik davranış, tatlı ses, özenli duruş. Gelgelelim, işin endişe verici yanı bu olsa gerek.

Çekiştirmeler, dedikodular, sızdırılan laflar, cerahat, boşalan öfke, masum yıkımlar, acı sözler art arda gelir. Ömründe hiç böyle bir şey başına gelmemiş olan şaklaban, hayatında hiçbir şey düşünmemiş biridir. Kuşkusuz M.N.'nin düşünceleri, fikirle­ri, inançları var, üzerine çamur sıçratmadan kenardan yürümüş­tür, ama gerçekten düşünmüştür, öyle.

"Hissetmek için burnundan başka, kulaktan ve gözleri de olan biri, bugün nereye gideceğini aşağı yukarı sezer. İsterse orası huzurevi ya da akıl hastanesi olsun."

Bu demektir ki:

" İhtiyatlı bir uğultu, zar zor işitilen fısıltı, bütün köşelerden yayılan kurnaz bir mırıltı. Yalan söylüyorlar. Her seste yapış yapış yapmacıklı bir yumuşaklık "

Ve sonra:

"Hınç ve nefret tohumları karınca gibi kaynaşıyor, gizemli iğ­renç kokular havaya yayılıyor, art arda uğursuz büyünün dü­ğümleri birbirine dolaşıyor."

Hasta olan kim? M.N. mi. yoksa bütün toplum mu? Deli olan kim? O mu, yoksa kadınlar ve erkekler mi? Siz 'deli olan M.N. diyorsunuz, ancak şu anda o kadınlar gibi konuşuyorsunuz ya da daha doğrusu, "erkeğin etrafında seke seke yürüyüp yaltak­lanan o sıkıcı, soğuk ve içi geçmiş fingirdeklerden biri gibi. "O erkeğin koynuna girip oynaşırsınız, sanki orası ait olduğunuz yerin bir parçasıymış gibi, yani çamur deryasının."

Çok özetle, M.N. "sakat duyarlılık" ('sakat cinsellik' diye okuyabilirsiniz) veya "evcil erkeğin marazi durumu" diyor. Bu­na, "evcilleşmiş, yeteneksiz erkeğin üzüntü verici çaresizliği" de diyebiliriz. Hatta daha ileri gidip şu ifadeyi kullanıyor: "Erkek, zararlı adi böcek." Ona göre her şey: "Soysuzlaşma, küçülme, zayıflık, kirlenmişlik, düzeysizlik, bezginlik." 

Peki, Üstinsan varsayımı nereye gitti? Göz alabildiğine uzanan bir tüneldeyiz.



***

 LOU

Biraz eğlenelim. M.N.nin yaptığı evlenme teklifini Lou Salome'nin kabul ettiğini varsayalım (tabii mümkün değildi, de biliyordu bunu, ama varsayalım ki evlendiler). Venedik'te birkaç tutkulu sevişmenin ardından, Almanya'ya dönüyorlar. İlk anlaşmazlıklar yolculuk esnasında, hatta cicim ayının son günlerinde başlıyor. M.N. Paris'e gitmek ister, ama Lou gelenek­sel balayı günlerini tercih etmiştir. Gondolla dolaşmayı arzula­maktadır. Tuhaf şeydir gerçekten; bu ateşli, zeki, daha doğrusu dâhi, genç ve güzel hatun, birkaç hafta içinde kötü mizaçlı bir kadına dönüşür. İçeri kapanır, surat asar; oysa M.N. sevinç için­dedir, gezip tozmak ister. Kadın onun bu halini gördükçe insanların acısına aldırış etmediğini söyler, sitem eder. M.N. yolculuk yaparken kadının gözlerindeki hafif pırıltıyı fark etmiştir. Özel­likle yolda bir sorun çıktığı zaman ya da bavullarda bir sıkıntı yaşandığında bu pırıltı belirmektedir. Filozofun kafası meşgul­ken, bunalmışken ya da sadece hastalandığında bu kötücül parıltı daha da yoğunlaşır. Hiç kuşku yok, onun canı sıkıldık­ça kadın haz duymakta, acı gerçeği, yokluğu, insanlığın kara yazgısını kafasına kakmaktadır.

İlk günler, Lou'nun sevişmeleri içtenlik dolu, ateşlidir; M.N.'nin tensel zevkini tatmin ettiğine inanır. Gelgelelim kırılgan, ince, çekingen ve aşırı duyarlıdır. Kadın cesaret edip de kendisini rahatsız eden bıyıklarını kesmesini söyleyemez. Olsun, böyle de sevimlidir. Ne de olsa deha sahibidir (çoğu kez taşkın­lık ve acayiplikleri görülse de), bir yığın şey bilmektedir, Antiki­teyi ustalıkla kullanır, sanki bir zamanların Atina ve Roma'sından gelmiştir, sanki tanrılar onun yanında canlanırlar, sözün kı­sası çağdaş uygarlığımızın kaosunda o da yolunu şaşırmıştır. Doğaçlamaları (itiraf etmeli ki çoğu kez usanç vericidir) akşam yemeklerine renk katar, daha doğrusu aramızda geçen hafif konuşmalardır bunlar. Yirmi profesörden bir yıl içinde öğreneceği­niz şeyleri onunla bir akşam yemeğinde öğrenirsiniz. Saplantılı fikirleri vardır: Wagner (besteci hakkındaki kanısını değiştirmek mümkün değildir), Hıristiyanlık (haklıdır, ama biraz abartmı­yor mu?), Rönesans, Kant ("o uğursuz örümcek"), Luther ("o mendebur papaz"), Fransız Devrimi ("o sıkıcı ve anlamsız gül­dürü"). Luther'in 1525'te yaptığı evliliğin üzerinde ısrarla du­rur. Luther o tarihte, Cîteaux Tarikatı'na bağlı bir rahibe olan Katharina von Bora'yla evlenmişti. Onların evlilik ilişkisini ne­redeyse kaba bir dille sorgular. Acaba dolaylı bir mesaj mıdır bu? Olabilir. Yoksa bu ilginç sanatçı-filozofun dinsel eğilimleri mi vardır? İsa gibi bir yeteneği mi söz konusudur? Belki. Katı bir tanrıtanımazlığı ve sarsılmaz bir papa düşmanlığını ne ka­dar savunuyorsa, ne yazık ki bir o kadar da şiddetli bir kadın düşmanıdır. Bu saplantısını evliliğin iyileştireceğini umarız.

Her neyse, doğada tek başına yürüyüşler yapmadığı (tuhaf alışkanlık) ya da son hızla yazılarına dalmadığı zamanlar, se­vimli, yumuşak, dikkatli bir eş. Hatta biraz sert olmakla birlikte iyi bir piyanist. Can sıkıcı olan şey, genellikle kimseyi (orospu kız kardeşinden başka) sık sık görmek istemeyişi. Lou onun ide­al karnıdır, tamam, ama bu denli katı bir inzivaya çekilmek için
geçerli bir sebep değil. Zira yaşanan bir hayat var, sık sık dost­larla görüşmenin, ilginç ilişkiler kurmanın, bilgili ve duyarlı in­sanlarla bir arada olmanın kınanacak nesi olabilir? Mesela, o iç­tenlikli, ince, melek gibi Avusturyalı şair nasıl yaşıyor? Ya çok yakında kendinden söz ettirecek o yeni bilgin? Her şeyi kavramıyla açıklamaya kalkıyor hani! M.N. bu libido sorunu­nun üstünde duruyor, onu marazi ve indirgemeci buluyor, kötüsü eşitlikçi ve demokratik olduğunu düşünüyor. Kısaca, M.N. her yanda hastalar görüyor, asıl sorgulanması gereken ko­nu bu. Bir yere yerleşmiyor, üniversiteden aldığı aylıkla otel odalarında (otel odalarında düşünsel) yaşamaya devam ediyor. Nitekim Lou'yu da taşra atmosferinde kokuşmaya zorluyor. Ço­cuklardan (onun formülü: "ya çocuklar, ya kitaplar") söz açılmasını istemiyor. Açıkçası, tahmin edildiği gibi evlilik bir fela­kete dönüşüyor. Bu durumda, iki seçenek beliriyor. Ya Lou çe­kip gidecek, ya da sitemlerine içerleyen M.N. onu öldürdükten sonra intihar edecek. Üçüncü ihtimal şöyle: Romantik soyluluk gereği son bir jest olarak Lou, Kleist'in yaptığı gibi, ona birlikte intihar etmeyi önerecek.

Biraz daha eğlenelim. M.N., ketum Dionysos hayatını sürdürüyor. Felsefe profesörü kılığına giriyor, üniversitelerde kolokyumlara katılıyor. Tam da o sırada, Paris'te onun yapıtına ilişkin uluslararası bir kolokyum var. Toplantı iki gün sürüyor. Usulca bir köşeye oturup konuşmacıları dinliyor. Hiç anlaşılma­dığını, yapıtı etrafındaki sisin giderek koyulaştığını fark ediyor. Nazizmin habercisi (yaşayışı da öyle), yola gelmez kadın düş­manı (âdet haline getirmiştir), azgın bir anti-demokrat (eski hi­kâye). En ateşli ve kendinden emin konuşmacı, sarışın genç bir kadın onunla akşam seve seve bir kadeh bir şeyler içmeye gi­debilir. Şaşırtıcı bir konuşmacı, bir Cizvit, felsefesinin bütün pa­tolojik yönlerini tek tek sayıp döküyor; gelgelelim öyle bir anla­tıyor ki sanki bunları sempatikleştiriyor. Bir psikanalist onu gözden düşürmeye kalkıyor, Lou'yla ilişkilerine değiniyor, Lou kutsaldır, annesi yerine geçmiştir, libido gerçeği, işte artık fren­gili (kaçınılmaz akıbet), fahişelerin müşterisi (daimi müşteri), gizli homoseksüel, iktidarsız. Şimdi diyapozitifler: M.N., kız kardeşi ile annesinin arasında divana uzanmış, konuşma yete­neğini yitirmiş, felçli. Brahman cinsi beyaz kefenine sarılmış. İki güçlü bakıcısının arasında; nöbetler geldiği zaman onu zapt et­mek zorundalar. Nihayet bilinmeyen bir fotoğrafı; küçük malafat meydanda, ne yazık ki sünnetsiz. imalı bir anlam çıkıyor, fo­toğraftaki kaçığın teki, yozlaşmış sahte bir düşünür. Oysa kendisinin malafatı daha büyük.

Eğlenmeve devam edelim: M.N. bir kitapçıya giriyor (hâlâ bir­kaç kitapçı var). Kitaplarının raflarda sergilendiğini fark ediyor. Kendini Fransızca'dan okumak hoşuna gidiyor. Özellikle 'Folio' koleksiyonlarında. Üstelik kapak resimleri ilginç. Çok sevdiği ya­pıtlarından biri, Tan Kızıllığı için bir Amerikalı ressamın çizdiği desen pek hoş. Burada satışa sunulmuş olan Böyle Buyurdu Zerdüşt çevirisinden hiç söz etmesek iyi olur. Çünkü berbat. Aynı şe­kilde, İsa'nın Haç Taşıması garip bir desen, sevimsiz, çirkin. Biagio d'Antonio'dan kopya edilmiş. Derain adında birinin deseni. Ön­ce Ecce Homo, ardından Deccal’i resimlemek için seçilmiş. Önemi yok. Cümleler orada ya. Voltaire diliyle çevrilmişler. Sanki onun tarafından yazılmışlar. İnsanın içine giriyorlar, pırıldıyorlar, âde­ta mürekkebin dışına taşıyorlar. Kitaplarından üç-dört tane satın alıyor. Ancak 'felsefe' reyonunda dizili olmalarını yadırgıyor. Oy­sa 'roman' bölümünde yer almaları lazım. Bu lanet bölümdeki ürünlerin yüzde 99'unu oradan kaldırmalı. Berbat şeyler. Rastgele çağdaş romancılardan birkaçının kitaplarına göz gezdiriyor. Bunlar genellikle birbirinin yerini tutan çeviri yapıtlar. Bunlara bakınca, Fransızların külrengi bir cehennemde yaşadıklarını göz­lemliyor. Vasat roman kişileri, vasat tasvirler, tekrara kaçan vasat arzular, vasat erotizm, vasat düzyazı. Alterkek altkadınlarla bir­likte her yanı istila etmiş. Her yanda keder, merhamet, acı, daral­mış ufuk, sahte gözyaşları, sahte heyecan. Bir ara 'tutsak kamu kesimi' bölümünde duralıyor; gey ve lezbiyen araştırmaları, altinsan bilimleri, katı pornografi, yakışıklı herifler, yaraklar, göt­ler... Sefilliğin akan salyaları... 'Şiir' bölümü tam bir felaket; adı konmamış bataklık. Bereket versin, birkaç sanat kitabı var. Sözge­limi, Manet ya da Picasso'ya bakarken göz banyosu yapılabilir. Dionysos, Picasso'dan hayli memnun kalır: yılmazlık, büyük ustalık, yüreklilik. Geri kalan, soyut bir mezarlık.

Kendi kitaplarını yanına alıp kasaya gider. Böyle şeylerin hâ­lâ satılıp satılmadığını sorar genç ve esmer tezgâhtar kıza. "Oh, tabii mösyö, meraklısı çok." - "Okunduklarına inanıyor musu­nuz?" - "Herhalde okunuyordur." - "Ortalığı saran monoteiz­me rağmen mi?" - "Efendim? Ne dediniz?" - "Yok bir şey."

Dışarıda bir banka oturuyor. Masmavi, berrak bir ilkbahar günü. Güneş parlıyor:

"Böylesi yaratıklarla bir yere varılmaz. Bunlar alna yazılmış yazgı gibi. Sebepsiz, anlamsız, ilgisiz, bahanesiz. Şimşek hızıyla yaşıyorlar. Çok şiddetli, çok ikna edici, çok 'başkaları'. Bir nefret öznesi bile olamazlar. Yapıtları şekiller yaratmaktan, damga vurmaktan ibaret. Bilinçsiz, gönülsüz sanatçılar."


***

 Bekleyiş ve bellek: Ne olursa olur, artık tesadüf yok, teker­leğin serbest dönüşü. Kendine izin vermiştir. "Daima gizlenmeli; insan ne kadar yükseğe çıkarsa, o kadar gizlenmeye gerek duyar."
Ve de:

"Yolun kenarına oturuyoruz; hayat sarhoş maskeler dizisi gi­bi oradan geçiyor."

Sonra, "hazzın melankolikleri" ne karşı:

"Hüzünlü olaylar karşısında ayak direyen tiksinti, her ıstıra­ba kapalı ve duyarsız kulak, yılgınlık göstermeyen güleç bir yü­zeysellik."

Ve de:

"Bizim yanımızda kal, alaycı boşluk."

Ve de:                  

"Biz ciddiyiz, uçurumu tanıyoruz; bunun içindir ki her ciddi­yete karşı kendimizi savunuyoruz. "

Ve de:

"Mutluluğa sığınıyoruz"

Sonra "kuzeyin doğadan yoksunluğu"na karşı:

"Güney'in her yönüne ihtiyacımız var; dizginlerinden boşan­mış güneş ışını."

Ve bir daha:

"Artık kendimden değil de hayatımı geçerli kılan şeylerden endişe duymalıyım."


M.N. Paris'te geçirdiği son akşam (her 30 Eylül'de Paris'e gelmeye karar vermiştir), kentin en iyi restoranlarından Grand Yefour'a gidiyor. Her zaman olduğu gibi nefis bir kırmızı şarap ısmarlıyor (Dionysos da aynı şarabı tercih ederdi). Otele biraz çakırkeyf dönüyor. Tenha sokakta yürürken, etrafta kimsecikler olmadığını görünce o tuhaf dans figürünü çiziyor. Bir güzel uykuya dalıyor. Rüya görmüyor.

"Bizi kim yeniden düzeltebilir? Ok yaydan çıkmış. Bakışlarımı gelişigüzel etrafımda gezdiriyorum. Katetmediğimiz hangi yol kaldı?"

Saygı gereği hep biz diye yazıyor. Şunu gözden kaçırmamalı. M.N'nin ben'i diyalog kuran bir çoğulluktur, biz'in bilinmeyen' bir karışımı.


Evet, katetmediğimiz hangi yol kaldı? Ancak hâlâ bir yol söz konusu mu? Sonra biz gerçekten kim oluyor? Ben o'yum, o biz, biz o'yuz, ben biz'im...

***

RİMBAUD

RİMBAUD
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/search/label/Rimbaud

Pek bilinmiyor ama M.N., Baudelaire'i çok okumuş, hem de ara vermeden. Üstelik cinsel istek uyandırıcı sahneler üzerine epey eğilmiş. Bu simgeci karamsar Fransızlara il­gi duymuş. "Güneşsiz, marazi, asabi, kendine acı çektiren in­sanlar," diyor. Daha da katılaşıyor: "Damarlarındaki kanda müzik yok bunların." Yok, yok, Baudelaire'in damarlarındaki kan­da güneş de vardı, müzik de. Gelgelelim, çevresindeki mutsuz­luğu gördükçe Wagner'i sevmeye başlaması bir gerçek. Hatta Manet'nin karısı (o da mümkün olduğu kadar Wagnerciydi) Pa­ris'te, Etoile'ın yanında bulunan Doktor Duval'in kliniğe gelip ona piyano çalmıştı. Şair o tarihte yıkılmıştı.

Baudelaire'in esin perisi Jeanne Duval'e (veya Prosper, veya Lemer) rastladığı zaman yirmi bir yaşındaydı. İsimsiz bir aktris olan melez sevgilisine hem tapıyor hem de ondan nefret ediyordu.

Kendi deyişiyle "budalalığın kanat esintilerini" hissettikten sonra kırk altı yaşında ölür. Buna benzer bir ifadeyi Rimbaud kullanacaktır: "Delilikle çok oyun oynadım. İlkbahar, budalanın korkunç sırıtkanlığını gösterdi bana."

Budalalığın kanatları, budalanın korkunç sırıtkanlığı, filozof dehasının günün birinde karşı karşıya kalacağı tehlikelerdir bunlar. M.N. o tehlikeleri fark etseydi, Rimbaud'nun şu cümle­lerinde kendini bulabilecekti:

"aşağı ırk her yanı kapladı - yani avam, akıl; ulus ve bilim."

"sefahat budalalıktır, ahlâksızlık budalalıktır; çürümüş olanı ayıklamak gerekir."

"doğa temaşa edilen bir güzellik."

 "bütün gizemlerin üstündeki örtüyü kaldıracağım; dinsel ya da doğal gizemler, ölüm, doğum, geçmiş, gelecek, evrenin yara­tılışı, yokluk."

 "deliliğin -içine kapandığımız delilik- hiçbir sofizmini unutmadım, onların tümünü yeniden anlatabilirim, hepsi bel­leğimde."

"o asalak adamları aşağılarken haklıyım. Kadınlarımızın sağ­lık ve temizliğini istismar ederler. Fırsatını buldular mı seviş­mekten kaçınmazlar. Bugün bizimle son derece uyumsuzlar."

"ölümün dostları, her cinsten gerizekâlılar."

"manevi savaş, insanlar arasındaki savaş kadar hoyrattır."

M.N.'nin 'yüreğin dehası' (Dionysos) diye nitelendirdiğini, öteki 'olağanüstü yürek' diye adlandırıyor.

M.N. eski takvime göre, Verlaine ile aynı yılda, 1844'de, Rimbaud 1873'te yukarıdaki notları yazdı ve yayınladı. Bunlar kimsenin ilgisini çekmedi. On dokuz yaşındaydı M.N. ise yirmi dokuz. Oysa, Cenova, Stuttgart  Ya da Cenevre karşılaşabilirlerdi. Bu sayfalarda karşılaştılar. O sayfalardan bu yana zaman çok değişti.

...

Müzik, Yunanlılar, Şokrates öncesi filozoflar.. Rimbaud 1873'te Cehennemde Bir Mevsim'i yayınlıyor. Wağner Tanrıların     Alacakaranlığı'nı besteliyor. 1875, M.N.'nin Hint felsefesini keşfettiği yıldır (aynı yıl Rimbaud Illuminations başlıklı şiirlerinin elyazmasını Verlâine'e teslim eder, on yıl içinde elyazması "or­tadan kaybolacaktır"). 1881, Aynı Şey'in Ebedi Dönüş'ü açıkla­nır ("binlerce yılın geri dönüşünü ileri süren ve dileyen bir dü­şünce"). O tarihte, Rimbaud Harrar'dadır, fildişi ticareti için böl­genin içlerine girer, hatta hiçbir Avrupalının henüz bilmediği Bubastis'e gider. Fransa'dan bir fotoğraf makinesi getirtir. Ken­disinin meşhur fotoğraflarını bu makineye borçluyuz. Iklım ona 'rutubetli ve hırçın' görünür, yaptığı iş 'saçma ve bunaltıcıdır'. Hayat koşulları 'genellikle anlamsızdır.

M.N.'ye gelince. Ağustos ayından sonra beklenmedik bir şe­kilde Cenova'da, Salita delle Battistine sokağında 8 numaralı eve (oda numarası 6) yerleşir. Ufkunda Sicilya Adası vardır. Şen Bilgi'yi yazar.


Gözyaşı Vadisi

İlke olarak Gözyaşı Vadisinin dışına çıkılmıyor, yasak. Şim­diye dek gerçekleştirilen bütün kaçma girişimleri acımasız bi­çimde cezalandırıldı. Son zamanlardaki kurbanların listesini vermeye gerek yok. Ama başkaları da var: İsa, Sade (yirmi ye­di yıl hapis yattı), Hölderlin (delirdi), Nerval (canına kıydı), Baudelaire (konuşma yeteneğini yitirdi), Manet (bacağı kesil­di), Rimbaud (bacağı kesildi), Van Gogh (intihar etti), Nietzs­che (delirdi), Artaud (delirdi). Sessizliğe gömülen başkaları da cabası.

Dışına çıkılmaz, anlaşıldı mı?

Mezarlar, ölü külleri kavanozları, mezarlıkların sıra sıra di­zilişi.





***

Bizim neler konuştuğumuzu bilen o kadar az insan var ki.

***





Malvida von Meysenbug (idealist) ısrarla aracılık işlevini sürdürüyor. M.N'yi evlendirmek lazım, ama elden ne gelir, hiçbir zaman memnun kalmıyor. Kadının biri (Bertha Rohr) güzeldir, fakat karamsar ve melankolik. Öteki (Teresa von Schirnhofer) neşeli ama çirkin:

"Bu denli çirkin olması çok yazık! Bu çirkinliğe uzun süre katlanamam (daha önce bu yüzden Matmazel Salome'ye yak­laşmak için çok çabaladım, bana pahalıya patladı)."

(M.N.nin Lou'yu kesinlikle çirkin bulduğunu böylece anlı­yoruz.)

Risa,_Sils'e onu görmeye gelir. M.N. onu hemen Silvaplana Gölü kıyısında bulunan Zerduşt kayalığına götürür. Zerdüşt kitabını nasıl anlaşılmaz bir çabuklukla yazdığım anlatır. Kadın bunun sebebini anlamış mıdır? Tabii ki hayır, ama M.N.'yi tas­vir eder. Onu bir sabah, çok solgun ve afallamış bir halde gör­müştür. Uyumak için gözlerini kapar kapamaz yaşadığı heze­yanlardan yakınmaktadır:

"Eşsiz güzellikte çiçekler... Sonsuz bir devinimle ortaya çıkıp birbirlerine dolaşıyorlar, şekilleri ve renkleri bale yapar gibi bir­denbire beliriyor. Sanki başka diyarlardan gelmişler."

 M.N. ona şöyle diyor: "Bir dakika olsun soluklanma fırsatım yok."

Ve ek­liyor: "Bu bir delilik belirtisi olmasın? Babam beynindeki bir rahatsızlıktan ölmüştü."

Bu belirti önemlidir. Zira kız kardeşi Elisabeth, papaz baba­sının kaza sonucu düşerek öldüğünü sık sık yineler. Elisabeth'e gelince, delirmekten korkusu yoktur; zaten yaradılışı gereği delidir.

Başka belirti: M.N. o tarihte, kendi kendine reçeteler hazırlayıp Dr. N diye imza atar. Eczacıların aldırış bile etmediğini gö­rünce şaşırır. Kimse gerçekten doktor olup olmadığını sorma­mıştır. Şu halde doktora benzemektedir. Nitekim hidratlı kloral sa­tın alır, belki başka haplar da almıştır. Bu ilaçları birayla yutar. Tuhaf bir doktor, sanki yazı yazıyor.

Şimdi Helene Druscowitz'i tanıyalım. Aşırı feminist. Ken­dini 'bilgeliğin doktoru' ilan eder. Delirerek ölmüştür. Bu du­rumu, kitaplarından da belli olur: Kutsal Kavga, Dinsel İnancın Yerini Tutan Çağdaş Bir Girişim, Tanrısız Ötedünya, Etik Karam­sarlık ve bunlar gibi bir sürü saçmalık. M.N. ile rekabet etmek için çabalamaktadır. Böyle şeyler yazan bir tek o değildir. Her dönem, kendi falcı kadınlarını da üretir. Bunlar entelektüel spiritüalist asalaklığı yaymak için görevlendirilmişlerdir. M.N .'den kısa ve özlü bir açıklama: "Edebiyatçı dişi kaz, Druscowitz 'çömezim' bile olamaz." Bu sırada, Lou'nun Tan­rı Adına Savaş adlı kitabı belirir. M.N daha kısa ve özlüdür:

"Şeytan görsün yüzünü!"

Sözün kısası, etrafta "rahatsız edici kara sinekler" uçmak­tadır. M.N. Nice'e dönüşünde şöyle yazar: "Sıradan Hıristi­yanlık savunucularıyla beraber olmaktansa, yapayalnız yaşa­mayı bin kez tercih ederim." Buna karşılık: "Şu sırada, sık sık bir Hollandalıyla görüşüyorum. Bana uzun uzun Çin'den söz ediyor."

Özet:

"Neredeyse acayipleşmiş, nesli tükenmiş bir tür, sürü halin­de yaşayan bir hayvan, iyiniyetli, marazi, sıradan bir şey, bugü­nün Avrupalısı."

...

***

M.N., Meta von Salis'le Sils'te gezmeye başlıyor. Böyle Buyur­du Zerdüşt'ü yazarken güneşin altında yosunların üzerine uzan­dığını anlatıyor. Kadın ona inanmak istiyor ve inanıyor:

"Yeryüzünün ayrıcalıklı köşelerini bulup onların izlerini açı­ğa çıkarabiliyordu. Bunları ifade edecek bir yeteneğe sahipti."

Bu saptama bizim açımızdan son derece önemlidir. Zaman boyutunda yeni bir hayat kendiliğinden 'ayrıcalıklı köşeler'e eş­lik eder. Üstelik bu köşeler en ufak bir çaba harcamadan keşfedilmişlerse... Yeryüzü cenneti benim bulunduğum yerdedir; çok basit. Bahçe ya da yaşanmaz hale gelmiş varoş, Şanghay'da bir tur ya da gemi güvertesi, hapishane ya da lüks otel, döküntü bir han ya da saray, otoyol ya da bir incir ağacının altındaki durak, hepsi aynıdır. Meta bunu hissetti, kendi açısından olumlu. M.N.'yi pratikte anlayan biricik kadın. Ne de olsa aristokrat, bu her şeyi açıklıyor.

Nihayet M.N. Ekim ayında Ruta Liguria'dadır:

"Adada yaşayan gerçek bir Robinson gibiyim. Her şeyi unu­tuyorum, hiç bu kadar rahatlamamıştım. Çoğu kez kocaman ateşler yakıp etrafa savurmak istiyorum. Saf ve titrek alevin beyazımtrak külrengi bir duman çıkararak bulutsuz gökyüzüne yükselişini görmeyi arzuluyorum -çevreyi saran çalılıklar ve Ekim ayının sonsuz mutluluğu kim bilir belki de sarının yüz çe­şit tonunu yansıtıyor"

Şu anda, sanki "Yunan adalarından birinde" yaşıyorum.

Bir zamanlar, sık sık ateşler yakmıştım. Kendimi toparlamak için Ruta Liguria'ya gittim. Hangi Yunan adasında karaya çıkı­lacağını biliyorum.


***


Torino'da

Sonuna kadar gidelim. M.N. Torino'da yaratıcı bir taşkınlığa yakalanır. Evinden dışarı çıkar, bir arabacının zavallı beygirini kırbaçladığını görür. İnsanın hayvanlığı ve hayvanın insanlığı birden tepesine çıkmıştır. Sanki istavroz çıkararak şöyle yalvar­maktadır: 'Tanrım, Tanrım, neden beni yüzüstü bıraktın?" M.N. bu sersem ve acımasız Romalı askerin üzerine atılır, hâlâ beygi­ri kırbaçlayan kolunu yakalar, dengesini kaybedip yere yığılır. Deliliğin yanardağına düşmüştür. Finiş.

M.N.'nin müzisyen dostu Heinrich Köselitz (Peter Gast) da­ha ilerde şöyle konuşacaktır:

"M.N.'yi öyle durumlarda gördüm ki - iğrençti! - sanki deli­liği oynuyordu, sonun böyle gelmesini ister gibiydi."

Günümüzde, bir hümanistin düşüncesi: "Ölüm ve delilik hiçbir şeyi kanıtlamıyorsa, nereye gidiyoruz?"

Cevabı olmayan, güzel soru.

Ya da şöyle; birçok zengin hayat olmalı. En azından üç tane: Biri ölüm, İkincisi delilik, üçüncüsü bambaşka bir şey için. Ama ne? Eskiden bu Tanrı'ydı, şimdi ne? 



***

Yeni tanrısallık, yani Sosyallik açısından M.N. vatansız bir küçük burjuva, açığa alınmış bir filoloji ve felsefe hocasıdır. Kargacık burgacık başarısız yazıların içinde kaybolmuş, para­sız kalmış, kimsenin ilgisini uyandırmamış, kendi gibi birkaç neo-naziyi ve teröristleri etkilemiş, bunun dışında koyu bir ka­ranlığa gömülmüştür. Kendini 'üstinsan' olarak görmek iste­miştir. Kafadan sakattır. Gücün iradesini savunmuş, hiçbir şey olmamıştır. Kehanetlerde bulunmuştur; delinin tekidir. Tımar­haneler kendini Sezar, İsa, Napolyon, Deccal sanan onun gibi insanlarla doludur. Biraz tıbbi müdahale onları hemen sakinleştirir. Bunun içindir ki onların iyileştiği, ileri doğru bir adım attıkları söylenir. M.N.'nin yazılarına göz atmışsınızdır! Can sıkıcı şeyler. Öyle değil mi? Ünlü Böyle Buyurdu Zerdüşt yapıtından bu yana delilik belirtileri açıkça görülür. Acıklı hikâye. Toplum'un öldüğünü açıklamak ne biçim bir düşüncedir? Bu mesajla belki binlerce yılın anlaşılacağını ileri sürmek ne tu­haftır! Tanrı ölmüştür, bunu anladık, ama Toplum'un ölmesi biraz saçma. Annelerimize, kız kardeşlerimize, karılarımıza, kızlarımıza, torunlarımıza bir danışın. Şimdiye dek görülme­miş, en saçma varsayımdır bu. Ne var ki Toplum da ölmüştür; bir tek Katolik kilisesi direnmektedir.

M.N. bugün Roma'da, Saint-Pierre Meydanı'nda Lou (zeki ama incelikten uzak Lou) ile şakalaşıyor. Gülümsemektedir. Kadın hafif bir düş kırıklığına uğradığından somurtuyor, bir­den M.N.'yi buluyor. Ebedi Dönüş düşüncesini so­ğuk karşılıyor. Bu yetenekli ama geleceği karanlık zekâyı öpüp öpmediğini hâlâ hatırlamıyor. Unlü formülü "vajinanın, göt deliğine göre önceliği" ni daha ilerde Freud'a devretmiştir, Freud bunun içyüzünü anlamaya cesaret edememiştir. M.N.'nin Roma ve Freud'la kişisel sorunları vardı. Aslında Roma ve İtal­ya'yı taparcasına seviyordu. Fakat bu sevginin çevresinde bi­linmesini istemiyordu. Doktor Freud'a soruyor. Harry Potter hakkında ne düşünüyorsunuz? Bir günde 7 milyon satış yaptı! Çocukça bir kitap, gelgelelim İncil'den ve kırmızı Küçük Kitap'tan daha çok başarı kazandı! Tuhaf değil mi? Doktor karşı­lık vermiyor, küçük Mısır heykelciklerinden birinin başını ok­şuyor. Biraz içini çekiyor, o kadar.

***


SADE

S/A/D/E
http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/search/label/Sade


M.N. zevk için Marki de Sade'ın birkaç elyazması mektubunu satın alıyor. Elyazmalarının değeri 9 bin ila 13 bin avro arasında değişiyor. Dünyada yaşamış en özgür zekâlardan biri; el­yazması pek pahalı sayılmaz. Özgür, yani olağanüstü düzeyde aristokrat; sırf bu yüzden çağının pleb hıncı tarafından hapse atılmış.

Sade karısına şöyle yazıyor: "Benimle birlikte olurlarsa,ben de uysal ve namuslu olurum. Ancak beni yok sayarlarsa, açık saçık yazar, ağızlarının payını veririm."

Bu sözler, "gardiyan denen aşağılık yaratığın" gözetiminde hücrede yazılmış.

Karısından kitap göndermesini istiyor, işte sonuç:

"Bana gönderdiğiniz bu paçavralar neyin nesi? Nereden bul­dunuz bunları? Rıhtım kaldırımlarındaki seyyar satıcılardan herhalde. Kitapçılar böyle şeyler satmazlar. Ben kaldırım kitapları istemedim sizden. Kuşkusuz bunları seçen anneniz, zevkinden anlaşılıyor, onun da bu kitaplardan farkı yok."

M.N. markinin kayınvalidesine saldırdığını görünce gü­lümsüyor. Bu kadın, damadının orospularla düşüp kalktığını ileri sürerek onu içeri attırır. Sade kayınvalidesine 'şirret', 'ca­daloz', 'namussuz kan', 'pislik hayvan' diyerek saldırır. Top­lumda yükselen çamurlu sınıfa karşı gerçek soyluluk patlar, o sınıfı aşağılar:

"Kesik bacaklı anneniz, iğrenç yapışkan poposunu koltuğun üzerinden kaldırmayı hiçbir zaman beceremedi."

Bu cahil kadın nefret ettiği damadının şu kitapları istediğini nasıl anlayabilirdi: Doğu Kütüphanesi, Büyüler Tarihi, 235-476 Arası Roma Tarihi, Voltaire'in Nezoton adlı yapıtı, Bağımsızlığına Kavuşan Kudüs... Sade'ın beşeri cehennemi büyük zevkle tasvir ettiğini nasıl bilebilirdi? Bir tek şey biliyor, bu yüzden onu sıkış­tırıyordu. Her gece, iki kızıyla birlikte iğrenç bir şekilde kendi koynuna girmesini arzulamıştı. Ah anne, neler söylediğini, ne haltlar karıştırdığını bir bilsen!

Markiye gelince, düşüncesi basitti, salt gezmekten hoşlanıyordu:

"Günde iki saatlik gezinti bana yetmiyor, altı saat dolaşmam lazım."

Yürümesi, hava alması yasaktır. Yetersiz gıdalar, çürük mey­veler veriyorlar. Sağlığına göz dikmişler.

1782'de, Vincennes Kalesi'nde tutukludur:

"Çok şükür, Ekim ayındaki o kolik sancısından başka kötü bir derdim yok henüz. Biraz sinirlerim bozuk. Romatizmam var."

M.N. sinirsel bozuklukları iyi bilir. Bu ifadeye hayran kalıyor. Şu Fransızlar...

"Koyu kestane renkli redingotumu bekliyorum. Rica ederim gönderin. Üstümde hiçbir şey yok, burası çok soğuk."

Sonunda, her zamanki gibi marki büyük bir nezaketle (Tanrı bilir!) karısını kucaklıyor. Aslında bu kadın kötü ruhlu bir aptal değil, üstelik annesine rağmen onu seviyor ve kız kardeşiyle yatmasına 'bütün kalbiyle' göz yumuyor. Ama burada, redingot ve soğuk son derece önemli, nihayet şöyle diyor: "Sizi hararetle kucaklıyorum."

Bundan başka, ama bunlar gecikmiştir, "açık renk muslinden dört kravata" ihtiyacı var.

Hapishanedeki kabalıkları yazmak için zarif olmak gerekir. Hemen ardından bir koli ısmarlar:

"İki düzine kalın bisküvi, dört düzine beze, iki düzine vanilyalı çikolata + altı çift küçük mum."

Sonra reçeller: "özellikle kokulu ağaççileğinden olanı."

Bundan başka (zira Anıları'nı yazmayı tasarlıyor), amansız düşmanı Jean-Jacques Rousseau'nun İtiraflar'ı. Amansız düş­mandır, ama kitap budala Hükümet tarafından yasaklanmıştır. Onun için ilginç.

Sade hastadır, gözlerinden rahatsızdır: "Biri gecelerimi nasıl geçirdiğimi görse tüyleri diken diken olur." Aptal bir hekim onu görmeye gelir: "Saçmalıyor, saçmalıyor, saçmalıyor."

"Acı çekmesem, deliler gibi katıla katıla gülerim, öyle eğlendi­rici ki."

Hâlâ eğleniyor. Erkek yerine dişi bir gardiyan istiyor. Zira başındaki gardiyan "pis kokan yaşlı bir asker, hastayım, bu adam benim inceliklerimden, duygularımdan, endişelerimden ne anlar".

"İnceliklerim, duygularım..." M.N. yeniden gülümsüyor. İşte zevkini kaçıran şeylerden acı duyan biri daha. Marki 'hiç olmaz­sa bir bahçe' istiyordu. Bundan başka? Ah, bir gün elinde fener­le yürümek; o günlerden birinde onu asacaklar. Ve parayla satın alınmış plebi zıvanadan çıkaran o aynı üslûp hâlâ, kendi üslûbu. Sanki örgü makinesinde kesip biçiyor:

"Bu mektubun üslûbunu sezmelisiniz. Yazı mümkün olan en büyük soğukkanlılıkla yazılmıştır. En gerçek ve en kutsal anla­mıyla şeref sözü vererek altını imzalıyorum."

Gerçekten bir defaya mahsus olarak imzalar: De Sade.

12 Aralık 1784, Bastille Zindanı' ndadır:

"İstisnasız, ne istersem geri çeviriyorlar. Bunu ısrarla, buda­laca yapıyorlar."

Marki yazdığı mektupları M. Martin adında bir polisle karı­sına göndermek zorunda kalıyor. Mektup zarfına şöyle yazıyor "Lütfen Madam de Sade'a iletilmek üzere." Sersem memur şöy­le şeyler okuyor:

"Sizinle hesaplaşacağım hainler, hesaplaşacağım. Karşınızda Marki de Sade'ı bulacaksınız; acımasız bir düşman."

Biraz yorum yapalım. Bu mektupların saklanması tuhaf gö­rünebilir. (Aynı M.N.'nin Cosima Wagner'e gönderdiği pusula gibi: "Ariadne, seni seviyorum.") Oysa o tarihte, aristokratlar henüz toplumdan ayıklanmaya başlamamışlardı. Soylu kanı ta­şıyan bir kişinin ne denli aşağılanırsa aşağılansın hâlâ biraz 'saygınlığı' vardı. Sonra hiç belli olmaz, rüzgâr ters taraftan eserse, kindar bir senyör daha ilerde öcünü alabilirdi. Böyle şey­ler olmuştu. Onun yerine hapse atılıp asılmak bile mümkündü. Bu yüzden, mektupların, yazıların, belgelerin yok edilmesi ya da çarpıtılmasına çok zaman sonra cesaret edilebildi. Bu işi de çoğu kez kadınlar becerdi (Rimbaud'nun elyazmaları ve mektupları Madam Verlaine tarafından Gide'in mektupları karısı tarafından, Georges Bataille'ın mektupları dul karısı tarafından çevrenin rızasıyla imha edildiler, vs.)

...

***

SADE

Madam de Sade'ı elden ne gelir, yüzyıllar boyu neredeyse bü­tün kadınlar gibi annesi yüzünden acı çekmiş, yine de ona mey­dan okuma cesaretini bulmuştur. Anneler erkeklere karşı duy­dukları kinin acısını kızlarını kullanarak çıkarırlar. Oysa aynı er­keklerle anlaşarak bir araya gelmişlerdir (söz konusu kin nor­mal ve onulmaz bir hastalıktır). Dolayısıyla bu kız 'anne kininin aşağılık kölesi' olmuş, onun 'dehşet verici zehirinin budala taşı­yıcısı' işlevini görmüştür.

Anne mi?

"Öyle dedikoducu, öyle budala, öyle düzeysiz ki! Bu kadın kadar aşağılık bir insan olamaz!"

Daha sertleşerek:
"Nefretim saplantıya dönüştü."

Daha da sert:

"Öyle uzaklara gitmek istiyorum ki... Yeter ki bu yaratık soluduğu havanın pisliğini bana bulaştırmasın.

(Bundan daha iyisi yazılır mı?)

Gitgide sertleşen marki çocuklarını da kayınvalidesine göre yorumluyor. Kadına çingene diyerek hakaret ediyor:

"Onların damarlarındaki sütü bozuk kan da o kadından ge­liyor; o kanı temizlemek için damarlarını emmek isterdim."

(Böyle şeyler söylemeye insan nasıl cesaret edebilir?)

Bu arada, her seferinde somut isteklere geri döndüğünü unutmayalım:

"Bir testi kemik iliğinden merhem, ayrıca normal merhem, yarım kilo pudra, ama geçen seferki gibi alçıya benzemesin, bir çift dana derisinden eldiven, geçen sefer gönderdikleriniz gibi olsun."

Bu tür konularda marki çok ileri gidebilir, hatta karısına şöy­le diyebilir:
"Sizi bütün ruhumla öperim."

Demek bir ruhu var! Zaten bundan kuşku duymuyorduk. Alışılmamış bir kitap için güzel bir başlık olurdu: Sade'ın Ruhu. Hapse düşmüş bir ruh, yani:

"Burası tek kelimeyle bir cehennem. Haksızlık, bayağılık, muhbirlik, alçaklık, yani bu salakların ve hainlerin belirgin özel­liği olan bütün erdemler o raddeye gelmiş ki tasavvur etmek bi­le imkânsız, içlerine işlemiş."

M.N. Sade'ı okudu, ama okurken gayet insanca olan suça eğilim ve cinsel saplantının üzerinde pek durmadı. Bu, onun doğal ufku değildi. Olsun, Sade'ın üslûbu sağlığa yararlı, Wagner'in iniltisi burada işitilmiyor. Aynı sağlıklı yaklaşım Dük de Saint-Simon'un sıkışık, karanlık yazılarında da var. Artılar geniş güzel sayfalara dökülmüş, bir tek karalama yok. Gerçek olduğu
gibi yazılmış, sanki vasiyet ediyor:

"Yazarın yazdığı şeyden kuşkulanması için o cümlelerin anlamını yitirmesi gerekir. Yapıtı sağlam bir kilitle güvenlik altında bulundukça olgunlaşacaktır.


...


M.N. kış günleri Paris'te, Seine rıhtımlarında dolaşıyor. Milli Kütüphane'ye gidip okuyor, bu türden cümleler hoşuna gidi­yor. Ortalık can sıkıcı ve fütürist, kulelerin arasından rüzgâr esi­yor. Yerleşip oturuyor ve dükün büyük evrak çantalarından bi­rini açıyor. Çantanın üzerine dükün arması kazınmış. Aşağıda, çok aşağıda, durmaksızın dolanan külrengi nehir akıyor. Cesa­ret edebilse yazıları okumak için mum isteyecek. Çünkü Saint- Simon'un şamdanı söndürüp kalemini masaya bıraktığını görü­yor. Sabah saatin üçü, yorgunluk, siyah mürekkebin soylu kanı olduğunu henüz kimse bilmiyor.

Veya hayal gücünü biraz kamçılamak için Justine ya da Juliette'i açıyor. Justine kitabını 52 bin avroya satın almış. Kitap Hol­landa'da Libraires Associs tarafından basılmış. Ancak ilk bas­kıyı 1791'de, Paris'te, Girouard yapmış (namuslu Girouard çok geçmeden kralcı olarak suçlanıp giyotinde idam edilmişti), işte, kendine kitap dedirtmeyi hak eden özellik:

"siyah maroken cilt, kitabın sırtı gümüş kaplamalı kurukafalarla süslü, aynı iç karartıcı simgeler kapakların düz köşelerine, kesitlerin gümüşten telciklerine, iç sayfalara, mermer ebruların yaldızlı kenarlarına işlenmiş."

- Sade o tarihte elli bir yaşındadır. 1795 yılı daha yatışmış bir donem. Aline ve Valkour, Girouard'ın onurlu dul karısı tarafından yayınlanır. Aynı yıl, Yatak Odasında Felsefe, "Londra'da basılması mümkün değildir", yani yine Paris'te basılır. O yıl, Paris hiç değilse evrensel bir mekândır. Simdi eller ve gözlere dikkat: "siyah renkli meşin cilt, kitabın sırtı perdahlı, bölüm başlık­tan. forma rakamları kırmızı dana derisinden, kesitler süslü, ke­narlar alacalı akik taşından."

Erotik gravürler bakırdan, kitap "Justine yazarının ölümün­den sonra yayınlanmıştır" diye tanıtılmış. Madam de Saint-An'la birlikteyiz, bu insan geleceğin Madam Bovary'sini ya da Walkür'ü tasavvur bile edemezdi. Daha sonraki gerçekçi natüralist, sentimentalist ya da feminist edebi- bunaltıcı tonlarını da aklından geçirmemiştir. Fransız kadınları, kendinize Saint-Ange dedirtmek için isterseniz biraz da­ha çaba gösterin.

Nihayet on citlik Yeni Justine, Kız Kardeşi Juliette Hikâyesinin Devamı, 1797'de Hollanda'da (aslında yine Paris'te 1801-1802 yıllarında) basılmış. Fiyatı 200 bin avro:

"dana derisinden pürtüklü cilt, kitabın sırtı perdahlı, bölüm başlıkları, forma rakamları kırmızı maroken, kapakların düz kö­şeleri yeşil, yaldızlı küçük tekerleklerle çevrilmiş, kesitler sırma­lı, iç sayfalar süslü, kenarlar yaldızlı."

Kitabın bütününe bakırdan 101 figür işlenmiş.

Bu başyapıtın yayımlanmasından birkaç gün sonra, 6 Mart 1801'de Sade tutuklanıp Charenton'a kapatılır. 1814'teki ölümü­ne kadar bu akıl hastanesinde kalacaktır.

Yüz Yirmi Gün başlıklı 12 metre uzunluğunda kâğıt tomara gelince, marki onu Bastille Zindanı'nda kaybetmiştir. Mucize eseri yok olmayan yapıt Almanya'da ortaya çıkar. 1931-1935 yıl­ları arasında Maurice Heine tarafından yayımlanır. Bu basım Felsefi Roman Derneği üyeleri yararına gerçekleşir. Karanlık ör­gütün gizli üyeleri arasında M.N.'nin bulunduğu kimsenin dik­katini çekmez. 'Felsefi Roman' formülü ona aittir. Başka biri bu­labilir miydi zaten?

***

SADE

Olağanüstü markinin_bütün kitapları artık kitapçılarda bu­lunmaktadır. Gelgelelim, o uçuk sayfalar kimsede hayret uyan­dırmıyor. Bu demektir ki onları okuyup öfkeye kapılmak için bir sebep kalmamıştır. Plebin karşısında ürküntü verici bir aristok­rasi yoktur. Plebi tasfiye edecek dehşet verici eylem geçersizleşmiş, saçma bir varsayımdan ibaret kalmıştır. Bütün bu düşünce­ler, Versailles, Louvre, Vaux-le-Vicomte sarayları, Loire şatoları gibi hayaletsiz müzelerdir artık. Sade yaşamış mıdır? Pek belli değil. Bir sürü aptaldan aynı lafları işitebilirsiniz. Size Sade'ın çok sıkıcı şeyler yazdığını söyleyeceklerdir. Plebin kendine göre zevkleri vardır. Hatta bazen Sade'a ilgi duyduklarını da dile ge­tirirler. Tiyatroda, sinemada, 'erotik edebiyat' etiketli yutturmacalarda bu görülür. Bunun içindir ki orijinal baskılarını bularak içi titreve titreye kitapları okumak gerekir Sözgelimi Baudelaire'i, Lautreamont'u, Rimbaud'yu ya da Böyle Buyurdu Zer­düşt'ün dördüncü bölümünü içeren 40 nüshadan birini. Bu nüshalar birkaç dost için basılmış özel baskılardı. Yapıtın bütünü ancak 1891'de (3. yılda) yayımlandı. Yani, M.N.'nin yıkılmasın­dan iki yıl sonra.

Bugün, belli başlı kitaplar kimsenin umurunda mıdır? Varsın olmasın, onların saltanatı karanlığın içinde yeniden başlar, daha doğrusu başlar. Güvercinin ayakları, çiy, esintiler, belli belirsizli­ğin doruğu... 'Böyle buyurdu Zerdüşt' deyişi Sanskritçe 'iti vut- ta kam' kökünden gelir, 'böyle buyurdu aziz'. Bugünlerde duyduğum haberler içtenlikten uzak, on iki aziz terörist eylemdeymiş. Bu sayı bol bol yeterli, madem ki azizlerden daha iyi iş beceriyorlar.

117. yılın son haberi: Yahudilik, Ortodoksluk, Protestanlık, Budizm, çeşitli tarikatlar ve mezhepler patlak verirken Papa XVI. Benoît Val d'Aoste'da dinleniyor, ara sıra zevk olsun diye piyano çalıyor. Çok sevdiği besteci Mozart. Dağlar olağanüstü güzel, dualarımız piyanoya eşlik ediyorlar.

Bir yaz sabahı, Ludi yatakta çay içiyor:

"Ölüm saçma bir şey."

Nelly kibarca:

"Anlıyorsunuz ya, sizinle her şey farklı. Hiç konuşmasak bi­le bir şeyler konuşuyoruz."

Fransa'da yaşanan Terör dönemine oldukça soğuk bakan bir tanık anlatıyor:

http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2015/04/kanl-devrim.html

"Her adımda, mızrakların ucunda kesik başlar taşıyan öfkeli insanlarla karşılaşıyordum, tüyler ürpertici çığlıklar atıyorlardı. Feuillants'ın karşısındaki Saint-Honore Sokağı'nda bir düzine çıplak ceset yerlere serilmişti. Cesetler mızrak darbeleriyle delik deşik edilmişti. Bu ölüler, talihsiz Suleau komutasındaki kralcı bir devriyeye mensuptu. XV. Louis Meydanı'nda, kafası koparılmış Saray Muhafızlarının cesetlerini görmek mümkündü. Halk onların başlarını koparıp mızrakların ucuna takmış, bu iğrenç şeyleri sokaklarda dolaştırıyordu. Kadınlar, çocuklar ölüleri yağmalıyorlardı, ayaklan kan içindeydi, ölülerden yağmaladıkları giysi parçalarını birbirlerinden kapmak için dövüşüyorlardı, kudurgan açgözlülük işlenen katliamdan daha tiksinti vericiydi. Akşama doğru, kentin üzerini koyu bir duman kapladı; inayetlerle iyice iğrençleşen güne yaraşan bir sahneydi bu. Bütün mahallelerden korkunç bir koku yayılıyordu. Halk cesetler­den oluşan kocaman bir yığın yapmış, onları ateşe vererek eğle­niyordu. 11 Ağustos'ta güneşin doğuşu yeni cinayetlerle birlik­le başladı. Kan isteyen adamlar Tuileries ve Louvre'a komşu olan evlere giriyorlardı. Evlere saklandığı varsayılan Muhafızla­rı arıyorlardı. Birçoğu öldürüldü. Paris'te günlerce müthiş bir anarşi hüküm sürdü. Sayısız cinayetler işlendi. Her cumhuriyet­çi aklına estiği adamı hiçbir ceza görmeden sokakta öldürebiliyordu. Cezadan kurtulması için şöyle haykırması yetiyordu: O bir Muhafız; ya da: O bir aristokrat. Kişisel intikamlar ve alçakça tutkular bu şekilde tatmin edilmiş oluyordu.

Bu sadece başlangıçtı.

Ardından karmakarışık cinayetler gerçekleşti: O bir papaz, bir Rus kulak, toprak sahibi, Yahudi, Çingene, homoseksüel, Po­lonyalı, burjuva, entelektüel, şehvetli bir yılan, sırtlan bir dakti­lo, ünlü bir orospu, muhalif, terörist, Arap, bir insan.

Büyük Örgü Makinesi, zaman, yılan gibi kıvrıla kıvrıla yünü­nü örüyor.


***

Torino'da

M.N. yeniden sevgili kenti Torino'dadır: 

"Burada kendini evindeymiş gibi hisseden İtalya kralı olur."

1888 Nisan ayındayız, belirleyici yıl. Her şey çok iyi gözükü­yor. Hava soğuk, canlandırıcı, sevinçli. Dağlardan, ırmaktan, kadınlardan kahkaha sesleri yankılanıyor. İşte o kadınlardan bi­ri: "Genç, kara gözlü, güleç, sanki çok nadir rastladığım kadın­lardan." Şehir geniş ve aydınlık. "Alpler sokağın ucundadır."

"Güzel havada, burada tatlı, hafif, kaprisli bir yel esiyor. En ağır düşünceleri kanatlandırıyor."

Bu izlenimler önemsiz ve anlamsız gelebilir, ancak M.N.nin hayata karşı duyarlılığı son derece keskindir. En ufak bir esinti­de burnunu kaldırır; uzak denizlerin denizcisidir. Yağmur, kar, sis, rüzgâr, ay şöyle ya da böyle, güneş şöyle ya da böyle, yıldız­ların ve onun yıldızının (Zerdüşt 'altın yıldız demektir) durumu, ağaçlar, çiçekler - bütün bunlar içinde yuvarlanır, onu etkiler, kesinlikle seyirci değildir, oyuncudur. Doğal olarak manza­raların biçimlenmesinde kendisinin de katkısı olduğunu düşü­nür. O görünümleri değiştirip renklendirdiğini, ışıklandırıp söndürdüğünü hisseder. Kendine özgü yeni bir sanattır bu. Şim­diye dek 'sanat' diye nitelenen şeyden çok farklıdır:

"Sanat, hayatı reddetme iradesine direnen biricik güç... Sa­nat, hayatın metafizik etkinliği..."

Bu demektir ki: Hayatı reddetme iradesi her an işlevini gö­rür, evet, evet, her saniye, her dakika... Karşı-sanat saplantısı, sa­bit ve fanatik bir düşüncedir. Şu halde, bu içgüdüsel olumsuzlama iradesini reddetmek, o iradeyi bölen ve bozan unsurun için­de onu eritmek gerekir. Hayat denen şeyi başka türlü algılamak gerekir. Havanın durumu, evet, nasıl olursa olsun, işte bir mütte­fik, zaten M.N. de buna değinmek istemiştir. Sonbahar, pırıl pı­rıl güneşte kendinden geçer, ağaçlardan sarı renkler fışkırır, ma­vi gök ve ırmak sevecendir, üzümler tatlı tatlı kararırlar:

"Güzel havadan gelen bütün düşünceleri gözden geçirdim."

Gerçekliğin karşısında şu veya bu sebepten ötürü acı çeken­ler cehennemin dibine gitsinler:

"Gerçekliğin karşısında acı çekmek demek, o gerçeklikten yoksun kalmak demektir."

Burada, M.N.'nin dostlarından birinin yorumunu daha iyi anlarız. O mevsimde, filozofun canlandığını not eder:

"Tasvir edilmesi mümkün olmayan bir tuhaflık içindeydi. Sanki kimse­nin yaşamadığı bir yerden geliyordu."

Gerçekten öyle.

Yüzyılların içinden hiç yabancı olmayan sesler yükselir. M.N. delirmek üzeredir. Paranoya ve megalomani yoğunlaşır. Aşağı­daki cümleler bunu kanıtlar:

"Büyük ihtimalle önümüzdeki yıllarda, hayatımda çok kök­lü bir değişim gerçekleşecek. Bu durum, dostlarımın bana yakla­şım biçimlerinde, en ufak ayrıntılarda kendini hissettiriyor."

(En ufak ayrıntılarda deyişinin altı çizilebilir.)

Gerçekten, olay çok farklı ve öyle tuhaftır ki, M.N. bütün al­çakgönüllü duruşuna ve kendine rağmen, hiçbir şeyi abartmamasına rağmen yakalanmıştır. Bunun ilk kanıtı Meta von Salis'e yazdığı mektupta görülür:

"Torino'da nereye gitsem, büyüleyici bir etki yaratıyorum. Bu, çok şaşırtıcı. Her yerde bana prensmişim gibi davranıyorlar. Bana kapıyı açışlarında, yemek ikram edişlerinde bile bir ayrıca­lık var. Büyük bir mağazaya girdiğim zaman bütün suratlar de­ğişiyor. Oysa benim en ufak bir iddiam yok, gayet sade konuşuyorum, herkesi eşit görüyorum, asık suratlı olmadığımı gösteri­yorum. Her zaman ve her yerde ön safta olmak için ne bir isme, ne bir ünvana, ne de servete ihtiyacım var."

Bu belge önemlidir, çünkü M.N.'nin 'yıkılışı'nı bildiren me­sajdır. Kendini prens, piskopos, yüksek rutbeli asker, mafya babası, kodaman, sinema ya da müzik starı, televizyon artisti sanmadığını biliyoruz. O halde? Günün içinde saatlerce yazı yazmaktadır, ondan bir şeyler çıkmalı, onu kuşatmalı, taçlandırmalı, ışık saçmalı, çevresindeki her şeyden bir şeyler hisset­melidir. Yazıktır ki kimse onunla anket yapmamıştır. Kimse bu insana tanık olmamıştır. Bir terzi, bir berber, kunduracı, ma­nav, gazeteci... Bunlardan hiçbiri. Restoranda çalışan bir kadın veya erkek garson belki tanıyordu onu. "Pos bıyıklı professore mü? Ha evet, her gün buraya gelir, şu köşeye oturur, elinde ço­ğu kez kitap vardır, çok nazik, çok sessizdir, gerçekten seçkin bir mösyö." 

M.N. başkalarını etkiliyor muydu? Tabii, 'bütün saflığıyla Seçkindir, ama seçkinliğini dayatmaz, otoritesi kendiliğinden anlaşılır ve etrafındaki cesur hayvanları ikna eder. O konuşma tarzı kendini beğenmiş küçük burjuvaya dokunur. M.N. ne köle ruhluluk (hiçbir sosyal iktidarı yoktur) dalkavukluk üretir, ama bir çeşit itibar ve saygı uyandırır. İşte, yalnızlığından hiç yakınmayan yalnız insan, kendisinin ne istediğini ve yitirecek zamanı olmadığını bilen biri. Ne mi yapıyor? Gerçekten bilmiyoruz. Dinsel saygı mı yayıyor? Evet, onun gibi bir şey. Kilise karşıtı kilise yanlıları bu durumdan ra­hatsız olurlar, hatta fiziksel, genetik, ani bir tiksinti duyarlar. Her ne pahasına olursa olsun, eski din adamları sınıfının yeri­ni almak istediklerini biliyoruz. Çağlar boyu başarılı birer pleb olmuşlardır, şimdi papaz olmayı hayal ediyorlar. Onların hesa­ba katmadıkları şey aristokrasidir (özellikle Fransız aristokra­sisi); bu sınıf Katolik papazlığa giren bir tipi işe yaramaz sayar, daha üst bir mevkiye (savaş süvarisi veya kraliyet işleri me­muru) yükselemeyeceğini öngörürdü. Papazlar hizmetçi ve uşak takımıydı, o kadar. Ancak başarılı plebler de öyle olmak istediler: Hizmetçi ve uşak takımı. Ne diye? Toplumsal doku­ya uyum sağlamak için. Eşitlik için.

Buna karşılık, Torino'nun namuslu insanları nasıldılar? M.N. çok farklı bir zaman boyutunda yaşadı. Onlar mevsimden mev­sime ölüyorlardı; o, onların üstünden aşarak geçiyordu. O'nun bir günü, onlar için bir aydı, iki günü üç aylık bir süreydi, bir ayı yıllara bedeldi. Kısaca, zamanın sonsuzluğundan geliyor, zama­nın sonsuzluğuna gidiyordu. Böyle.

İsim yok, ünvan yok, servet yok... Gelgelelim M.N. öbür tara­fa ağırlık verdiği zaman, kendini saygın isimler ve ünvanlar ara­sında görüyor, tanınmış bir üstünlüğü olduğuna inanıyordu. Bunlar delilik belirtileri. Toplumsal arzuya kapılmak deliliktir.

İsa deli miydi? Ne de olsa mümkündür. Kendine Tanrı'yım demek acayip.
O filmi görmüşsünüzdür: "Deliliğe Dair" in biletleri satıldı. M.N. biletlerin altını İsa', 'Dionysos', 'Nietzsche-Sezar', 'Cana­var', 'Phoenix' diye imzaladı. Olay hezeyanlı bir hükümdarlıkta geçer. M.N. Basel'e kliniğe kapatılmak üzere götürülürken ol­dukça sakin bir yolculuk yapar. Alkışlamak için bir kalabalığın kendisini beklediği söylenir. Onuruna büyük bir resepsiyon ve­rilecektir. Gar çıkışında hemen bir arabaya atlar, yani bu türden saçma sapan şeyler. M.N.'nin öyle görünüyor ki 'büyük siyaset'in boyutları içinde algılanması öngörülmüştür. Ancak işler sanıldığı gibi yolunda gitmez, şiddetli bir bunalım söz konusudur.

Bunalım mı? Bu olay, Burckhardt tarafından uyarılan dostu Overbeck'in ağzından anlatılmıştır. Overbeck 1889 Ocak ayı başında Torino'ya yetişir. M.N.'yi odasında yıkılmış halde bulur. Elinde Wagner'e Karşı' yazılaRI vardır. Ağlar, nöbet geçirir, ba­ğıra çağıra şarkı söyler, piyanoda zoraki doğaçlamalar çalar, ser­semce piyano kapağına vurur, dans etmeye başlar, tuhaf tuhaf zıplar. Doğaldır ki bu 'acayiplikler' karşısında Overbeck dehşe­te kapılmıştır. Her şeyi anlatmaz.

Dışarıdan bakıldığında, M.N. 'kutsal bir öfke'ye yakalanmış, bu durum onu Dionysos'un kurbanı yapmıştır. İsa da Baba'sının kurbanıydı. Her şey birbirine karışmıştır. M.N.'nin söylediğine bakılırsa, kendisi "ölen Tanrı'nın halefidir", hem de "yeni son­suzlukların soytarısı". Bağırıp çağırarak dirsekleriyle piyano­nun tuşlarına vurur, bir yandan birtakım sert hareketlerle konu­şur. Konuşurken çıkardığı ses boğuk ve tuhaftır. Onu biraz bromür vererek sersemletirler. Daha sonra, sürekli çırpınarak avazı çıktığı kadar bağırdığından sülfonal vereceklerdir. Overbeck kı­sa ve öz olarak şöyle not düşer: "Bu özgürlük kahramanı, özgür­lüğü bile düşünemeyecek hale gelmişti." )

Bütün dünyanın dikiş tutturamamış, sofu kadın ve erkekleri çok sevinmişlerdir bu işe. M.N.nin cehennem azabı başlamıştır. Uykusuzluk, sürekli çırpınmalar, art arda korkunç feryatlar, ama ilginçtir, "iştahı hiç kesilmez". Hekimler hayrete düşmüş­tür, yine de olayın benzerlerini görmüşlerdir. M.N.'nin annesi Basel'e geldiğinde, "darkafalı bir kadın izlenimi bırakıyor" diye not ederler. Darkafalı olabilir, ama günlük işlerde çok yararlıdır, olayın devamı da bunu kanıtlayacaktır. Doktor Wille hemen teş­his koyar. Frengiyle birlikte 'ilerleyen felç'. Hastalık yavaş yavaş ilerleyecektir.

Torino'da M.N'nin otelcisi kâğıtlarını, kitaplarını toplar. Bunlardan 116 kiloluk bir paket meydana gelir. Ortalıkta kalaba­lık eden paket Iena'da, hastanın yattığı Binswanger Kliniği'ne teslim edilir, işte garda, yanında iki refakatçi, apaydınlık salon­dan arabaya doğru yürüyor. Güvensiz ama hızlı adımlarla ilerliyor, suratı bir maskeye benziyor, hareketleri son derece haşin. Trende tekrar şiddetli nöbetler başlıyor, özellikle annesine tepki­lidir ("bana kudurmuş gibi saldırdı," diyor kadın, "sadece bir dakika sürdü, ama bunları görüp işitmek korkunçtu"). Aklına gelen hakaretleri sıralıyor. Overbeck mantıklı olarak 'ölüm bun­dan iyidir' diye düşünür. Öyle mi? Kim bilir?

M.N. hemen öfkeye kapılmaktadır. İşittiği seslerden, şiddetli baş ağrılarından şikâyetçidir. Nerede olduğunu bilmemektedir. İştahı hâlâ kesilmez, yemeklerini düzenli yer, ama uykusu dü­zensizdir. Hasta olduğunu bilmez, onu hasta ettiklerini zanne­der. Çelişkiler içindedir, daha ileri gider. Şöyle şeyler söyler: "Beni buraya karım Cosima Wagner getirdi."

Ardından reveranslar başlar, görkemli bir adımla odasına gi­rer, sabit bakışlarla tavanı süzer, her an 'görkemli bir ziyafet'e çağrılacağını bekler, el kol hareketleri yapar, yapmacıklı bir ses tonuyla konuşur, şatafatlı cümleler söyler, cümle aralarına bo­zuk İtalyanca sözcükler sokar, durmadan hekimlerin elini sık­maya kalkışır (garda da herkesi kucaklamaya kalkmıştır), müzi­kal bestelerini çalmaları için ısrar eder, kendinin Dük de Cumberland ya da imparator olduğunu ileri sürer, ve saire.

Gece kendisine hakaret edildiğini sanarak duvarlara anlaşıl­maz şeyler yazar ve camı kırar.

  Sonra, büyük düşesin (külleri huzur bulsun) kendisine yap­tığı pisliklerin hesabını sormak için bir tabanca ister. Tekrar, ge­ce çektiği işkencelerden sızlanır. Hastabakıcılar oğlak gibi zıpla­dığını görmüşlerdir. Yüzünü buruşturup durmaktadır. Israrla camları kırar, neredeyse sürekli olarak yatağını bırakıp yerde yatar. Hastanenin avlusuna bakarak: "Bu saraydan ne zaman çı­kacağım?" diye sorar. Nihayet anne onu geri alır, Naumburg'da evine yerleştirir.

Şimdi annelik duygusuna tanık oluyoruz. Kadın onun iyileşeceğini umut eder. M.N. eskiden çok sevimli bir insandır, artık çocuklaşmıştır. Beethoven'in 31 Nolu 'kendinden geçercesine' çaldığını anlatır. Tanrı'nın yardımıyla' bu hastalıktan kurtulacaktır.

"Öyle doğal ki güzel güzel gülüyor" diyor annesi. "Sokakta yürürken insanların ellerini daha seyrek sıkıyor." Yine de çok acı verici. Annesine kitap okutuyor, bu okumanın hoşuna gitti­ğini söylüyor. Kadının elini alnına koyduruyor, görüyor musu­nuz ne kadar nazik, güzel gözleriyle derin derin ona bakıyor ve şöyle diyor: "Seni çok seviyorum, anneciğim."

Onu deniz banyosu alması için deniz kenarına götürürler. Sık sık çırılçıplak soyunup rezalet çıkarır. Bereket versin, or­man gezintileri vardır ve "gürgen ağaçlarını gördükçe, her se­ferinde sevince boğulur". Kadın ona mezmurlar okur (ne sahne!), ancak o Zerdüşt'ün dördüncü bölümünü okumasını ister. Hangi pasajı? Nietzsche'nin sofu ve yaşlı annesini gözlerimi­zin önüne getirelim, gözlüklerini takmış, bunamış oğluna aşa­ğıdaki satırları okuyor:

"Sevinç her şeyin sonsuzluğunu diler; bal ister, ekmek maya­sı ister, gece yarısı saat birde körkütük sarhoş olmak ister; me­zarlar lazımdır ona, mezar başlarında gözyaşı döküp teselli bul­mak ister, yaldız yaldız günbatımını görmek ister -

- sevinç neler istemez ki! Her acıdan daha susamış, daha iç­ten, daha doyumsuz, daha ürkütücü, daha giz doludur, kendini ister, kendi içine işler, içindeki iradeyle mücadele eder -

- aşkı ister, kini ister, bolluk içindedir, verir, kendinden uza­ğa atılır, birinin kendisini alması için dilenir, kendini alana şük­reder. Nefret edilmekten hoşlanır -

- sevinç öyle varsıldır ki acıya, cehenneme, nefrete, utanca, sakat kalmaya susamıştır; dünyaya susamıştır - zira bu dünya, oh! onu tanırsınız!

Ey üstün insanlar, dizginlerinden boşanmış mutluluk saçan sevinç sizin ardınızdan mum gibi erir - ondan yoksun kaldığı­mız için sizin acınızdan eriyip biter! Sonsuz sevinç, yoksun kalı­nan şeylerin ardından sönüp gider.

Zira her sevinç kendini ister, bunun için zahmete katlanır! Ey mutluluk, ey mutsuzluk! Oh! parala kendini yürek! Üstün in­sanlar, şunu aklınızdan çıkarmayın, sevinç sonsuzluğu ister,

— sevinç bütün şeylerin sonsuzluğunu ister, derin, derin son­suzluğu ister!"

Anne okuduğundan hiçbir şey anlamamıştı, ama hiç önemi yok. Oğlunun kendisini dinleyip dinlemediğinden bile emin de­ğildi. M.N. sanki ilk cümlelerin ardından uykuya dalmıştı.

Dostlar iyileşeceğini umut ediyorlar; hiç değilse 'tinsel bir hayat' belirtisi, zihinsel bir iyileşme bekliyorlar. Yok olmuyor, M.N. gitgide sersemleşip uyuşukluğa gömülüyor.

Deussen daha ilerde şöyle diyecektir:

"Davranışları bir çocuğunkinden farksızdı. Trampet çalan genç bir oğlanı uzun uzun gözleriyle izledi. Lokomotifin gidiş gelişi özellikle dikkatini çekti. Çoğu kez evde, güneşli, asma -yapraklarıyla çevrili verandada oturup kalıyordu. Sessiz, derin derin dalıp gidiyordu."

Güneş, asma yaprakları... Yeni bir başlık olabilir: Nietzsche'nin Verandası.

Ziyaretçiler farklı yorum yapıyorlardı. Köselitz'e (Gast) göre, M.N.'ye bir şey sorulduğunda karşılık olarak "bir kahkaha ya da bir baş sallaması" alınıyordu. Ve ekliyor: "Çok tuhaf bir şey."

Veya karşılık, "aşırı bir şaşkınlık ifadesiyle gülümseme idi-
Gerçekten çok tuhaf.


***


M.N. 1890'dan 1897'ye kadar, başka deyişle yıl 2'den yıl 9'a kadar, Naumburg'da annesinin yanında kalıyor. Şimdi kız kar­deşi de yanındadır. Paraguay'da, Yahudi düşmanı sersem koca­sıyla saçma sapan bir serüven yaşadıktan sonra geri dönmüştür. Zaten koca da kendi canına kıyar. Artık 'Fritz'le ilgilenecektir.

Fritz pek iyi sayılmaz. Hâlâ piyano çalmaktadır, gelgelelim çaldığı şeylerin 'hepsi yanlış ve karmakarışıktır'. Sokakta daha beteri olur:

"Bilinçsizce yürüyor. Kendini bırakmış, ileriye doğru durma­dan yürüyor, öyle ki karşısına aşamayacağı hiçbir engel çıkma­yacakmış gibi."

Veya:

Okurken son derece sinirleniyor, kan beynine sıçrıyor, sesi köpek havlaması gibi patırtılı çıkıyor. O zaman, kitabı elinden almaktan başka çare kalmıyor. Okuduğundan ne anladığına gelince, bu başka mesele. Sayfa numarasını, ilk satırı, ortasından bir satırı okuyor, sonra öbür sayfaya geçiyor, böyle so­nuna kadar gidiyor."

Haftada üç kez deniz banyosuna götürüyorlar. Fakat 'gezin­tiler' daha iyi geliyor; günde üç-dört saat yürüyüş. Üstüne başı­na sürekli özen (giysiler, saç tuvaleti) gösteriyorlar. Her şey an­nenin bir anne gibi davrandığını kanıtlıyor.

Genellikle M.N. kanepenin bir köşesinde oturuyor. Sık sık el­lerine bakıyor, sanki onların kendisine ait olup olmadığını inceliyor ve şaşırıyor. Olayın en içe dokunan yanı, birtakım sözleri bıkıp usanmadan papağan gibi tekrarlaması:

"Ölüyorum çünkü budalayım ,

 "atlara yem vermedim",

 "biraz daha ışık" (Goethe'nin son nefesini verirken söylediği sözcükler),

 ya da daha ka­baca "nihayet ölüm".

Hep tumturaklı sözler söylüyor ve devamlı sinirleniyor. Bir ziyaretçi not ediyor:

"Öyle bir şey hissettim ki sanki günün birinde annesinin ba­şına vurup gebertecekmiş gibiydi." Haşin davranışlar günden güne sıklaşıyor. Feryatlar, bağırıp çağırmalar. İlginç bir şey:

"Bağırıp çağırırken yüzündeki sevinçli, duru ifade hiç değiş­miyor. Hiçbir ıstırap belirtisi yok. Tam anlamıyla halinden memnun."

Annesinin ölümünden sonra, 1897 Temmuz'undan 1900 Ağustos sonuna kadar M.N.. Weimar'da tamamen kız kardeşinin ellerine kalmıştır. Bu kadın durumdan yararlanıp kardeşi­nin etrafında derin bir saygı uyandırmayı bilir. Bunun için çok uğraşacaktır Rimbaud'nun kız kardeşi gibi). Dâhiyane bir çar­pıtma iradesi (Hitler'e çanak yalayıcılığı). Zavallı düşünürün sırtından geçinip herkesi uzlaştırmak söz konusudur. Nietzsche ve Wagner, sonuçta aynı kavga.

İşin tuhaf yanı, M.N.nin daha sakin olduğu görülür. Sözgelimi, bir kitabı tersinden okumaktadır. Hatta şöyle söylediği işitilir:

"Çok güzel şeyler yazdım"

Köselitz-Gast yazıyor:

"Çok yumuşak başlı oldu. Soru soran gözlerle dalgın dalgın size bakıyor."
Bu dünyada ne yapıyorsunuz? Ne okuyorsunuz? Ne zaman seyahat ediyorsunuz?
Ona piyano çalıyorlar. Alkışlıyor. Tanıklar çok heyecanlanı­yor. Biz de.

Kız kardeşi, istemeye istemeye sahneye çıkıyor ve son nokta­yı koyuyor:

"Son yıllarda, Katolik papazların ayin gömleğine benzeyen kalın kumaştan uzun, beyaz renkli bir gömlek giyiyordu."

Artık tan vakti.


25 Ağustos 1900,

 öğleye doğru, zatürreye tutulur, ardından felç iner M.N.'nin bedeni ölür. 27'sinde, Röcken'de, aile kab­ristanına defnedilir. Cenaze töreninde Brahms (Palestrina) mü­ziği çalar. 

Cebinize onun bir kitabını (sözgelimi Ecce Homo'yu) koyup bir yaz günü mezarını ziyaret edebilirsiniz. Ve Zerdüşt'ün şu pasajını aklınızdan geçirebilirsiniz.

Pasajın başlığı: Tam Günortası:

“Tatlı bir rüzgâr dingin denizin üzerinde görünmeden dans eder. Hafif, tüy gibi hafif bir rüzgâr. Sanki başımın üzerinde dans eden uyku gibi."


***

Hiçbir fanatik budala M.N.'nin mezartaşına şu sözcükleri ka­zımayı (bereket versin ki) aklından geçirmemiştir: 'Satan', "Lucifer', 'Saint-Sepulcre', 'Nazi', 'Deccal'. Bunların yanına şu simgele­ri de çizebilirdi: davut yıldızı, gamalı haç, Hıristiyan haçı, orak- çekiç, İslam hilâli.


***

Ahlâk: Budalalığın haddi hesabı yok (birbirimizi boğazlıyo­ruz, bombayla havaya uçuruyoruz) ya da gülmekten katılıyoruz (delilerle bir aradayız). M.N. son nöbetine girmeden önce bu saçmasapan dünyanın farkındaydı. Binlerce yıllık soytarılığın nasıl iğrençlikle iç içe girdiğini çok iyi hissetmişti. 1888'in Kasım ayında (1. yılın ikinci ayı), sürekli yüzünü buruşturup sırıtarak içinde şiddetlenen rahatsızlığı yazıyor:

"Dört gün boyunca, yüzüme ciddi ve anlamlı bir ifade ver­mem mümkün olmadı."                         


***



SCHOPENHAUER
                                
M.N. yolda yürürken ihtiyar Schopenhauer'i düşünüyor. Bu adam, cinselliği kişisel düşmanı gibi algılamış, daha ileri giderek kadınları "Şeytan'ın yardımcıları" olarak suçlamış. Şeytan'ın yar­dımcıları mı? Ee sonra? Oyunun kurallarını bilmek lazım, hepsi bu. Kutsal Schopenhauer olumlu bir yanlışa düşüyor. Nakaratla­rı malumdur: Haz herhangi bir şey olarak değil de salt acının dindirilmesi olarak vardır, insan türünün ruhu içimizden konuşur, şu halde konuşan asla ben değilim, her şey Maya büyüsü ve düş­ten ibarettir, mutlu hayat mümkün değildir, kahramanca hayat geçerlidir, vs. Sıradan formüller: Hayat, giderlerini karşılayama­yan bir işletmedir, vs. Bütün on dokuzuncu yüzyıl filozoflarını et­kilemiştir. M.N. ise o filozofların görüşlerini hem saçma hem gü­lünç bulur. Bunların arasında Darwin, Freud, hatta Marx vardır.

Marx, Wagner'le aynı yılda, 1883'te ölür, aynı tarihte Joyce adın­da, cüretkâr bir Katolik İrlandalı doğar. Ahlâki teslimiyetçiliğin sisleri arasında Schopenhauer hâlâ modadır. Bu modaya uyanlar "trajik hayatın Ahlâkını" öğütleyen gizli papazlardır. Gerçek kar­şısında düş kırıklığına uğramış olanlardır. Annelerinin sevilme­yen yavrularıdır. Fizyolojik sorunlara saplanıp kalmış olanlardır.

Bütün bu laf salataları genç yaşlarda, dolayısıyla ateşli kö­tümserken çekici gelir. Ama İtalyan baharına direnemezler. İşte, bir zamanlar gezintiye çıkan ihtiyar pinti bekâr. Tablo tanınmış­tır: Arthur Schopenhauer ve köpeği Atma (Sanskritçe'de 'dün­yanın ruhu' anlamına gelir). Bu köpek biricik aşkıdır. Öyle ki köpeğin kendi yanına gömülmesini vasiyet etmiştir. Annesi Johanna başarılı bir romancıdır. Her şey aydınlığa kavuşuyor. M.N.'nin annesi Protestan papazın karısıdır. Bu da beşeri putlar konusunda çok şey anlatıyor.

Keyfi iyice yerine gelen M.N., Böyle Buyurdu Zerdüşt'e bir be­şinci bölüm eklemeyi tasarlıyor. Şunu hatırlayalım, dördüncü, yani son bölüm kükreyen aslanın mağaradaki davetlilere saldır­masıyla sona erer. On iki havari bu öfkeli saldırı karşısında deh­şete kapılıp kaçarlar. Zerdüşt tek başına kalır:

"Kalk ayağa, aya­ğa kalk, ey büyük Günortası!"

"Böyle buyurdu Zerdüşt ve mağarayı terk etti. Karanlık dağ­ların ardından beliren sabah güneşi gibi kızgın ve güçlüydü."

Güzel, peki sonra?

Gerçekten tam da bu sabah, güneş zamanın kendisi gibi saat 6.30'da belirdi (hep zaman geçiyor, denir, asla zaman belirdi, den­mez). Renkler sarı ve kırmızıydı, tümüyle görkemli. Görkemli kılmak diye bir sözcük uydurmak lazım. Güneş görkemli kılıyor. Neyse, mağarayı terk ediyor, sonra başına neler geliyor?

Ecce Homo'da aynı proje: Mekân, beslenme, eğlenceler söz konusu; gelgelelim 'genç kadınlara ilişkin en ayrıntılı ve dobra bölüm eksik. Gitgide özgürleşen M.N.'nin bu konuyu irdelemek istediği her bakımdan anlaşılıyor. En azından bugün öyle düşü­nüyor. Komik Lou macerası, anne-ve-kız kardeş mizanseni bu kadarla kalamaz. Daha katı, daha sakini daha kesin olmanın tam zamanıdır. Her düşünür, öyle değil mi, kendi olayına açık­lık getirmelidir. Madam Hegel hakkında bilgilerimiz yetersizdir. Ne yazık! Madam Marx saydam değildir, Madam Freud siliktir, Heidegger'in Hannah Arendt'e gönderdiği şiirler ağırdır. Az çok içini açan eşcinsel filozof iyidir, mantıklıdır, ama biraz sınırlıdır. Bütün bunlar, küçük çocuklarla anne arasındaki ilişkilere benzi­yor; bu çocuklar kâh evcilleşmiş damızlık hayvanlar (yani nor­mal), kâh huysuz homolardır. Ötesini bekliyoruz.

Bir kez daha, ebedi dönüşün ideal, soyut ve ebediyen etki­sizleşmiş hiçbir yanı yoktur. Bir proje, bir program, bir 'gele­cek' de değildir. Orasıdır ve bütün mesele orası tarafından ezi­lip ezilmediğinizi bilmekten ibarettir. Onu nasıl yaşarsınız, söyleyin. Dirilmiş İsa 'yeni ve sonsuz ittifak'tan söz ettiği za­man, kolektife, on iki havariye, kurtuluşun yeni evrensel toplumuna hitap eder. M.N. ise tek başınadır, çocuklarını düşünür, yani dediği gibi yapıtlarını. Daha doğrusu kitaplarını, ama bunlar kitaptan bambaşka şeylerdir.

"Özenle ve uzun uzun sorgulayarak kâğıda dökülen yazılar, belki, özgür zekâlı tipten daha yüksek ve daha zor anlaşılır bir tipin anlaşılmasına yardıma olacaklar."

'Belki' değil, kesin.




***

Altüst oluş gerçekleşmeden önce davranıp her şeyi tersine çevirmek gerekiyor. Daha başında kaybedilmiş bir yarış bu. Güzelliği burada; isyan eden zamanın bir köşesinde bir'e karşı milyonlar. Ancak ovosit ve sperm yağmurunu elinin tersiyle durdurmasını bilmeli. İşte yeniden "donuk benizliler, yok­luk çekenler, ne dediği pek anlaşılmayanlar, afallayanlar". Uzun ve bıktırıcı sözler yeniden başlıyor; hep aynı, hiç zah­mete katlanmaya değmez, dünya anlamını yitirmiş, insanın boğazını sıkıyor, yıkım, hüzün, acı veren hayat. Ve her şey ye­niden başlıyor, bir daha, sahtekârca, dürüstlükten uzak, cana­varca, tavanda pleb tabanda pleb, eski matem giysilerinin acı dolu karanlık gelgiti.

"Bir gün, pleb hiç sebepsiz inanmayı öğrendi; bu sayede, sırf bu sayede işin içinden çıkacaktı!"

Cinsellik pleb, beyinler pleb, yazılar pleb; sanki hamambö­cekleri tarafından takdir ve terfi ettirilen hamamböceklerinin dayanılmaz yükselişi. Buradan yola çıkarak tuhaf, mide bulan­dırıcı bir bilimsel inceleme, bir hamamböceğiloji yazılabilir. Ama neye yarar? O da hemen hamamböcekleşecektir. Hamambö­cekleri zamanlarını hamamböcekliğinden kurtulmak için harcıyorlar.


***

"Güzel okuma Sanatı, kitapları, gazete haberlerini, yazgıları ya da hava durumunu içerir."

Amaç ne? Otomatizmi kolaylaştırmak:

"İçgüdünün kusursuz otomatizmine bir kez ulaşıldı mı, yaşama sanatında her şeye egemen olunur, mükemmeliyet oluşur"


***

Kendini toparlamak için nereye gitmeli? Roma'ya? Kudüs'e? Mekke'ye? Hindistan'a? Çin'e?

Yoo hayır, Ağustos sonunda, Silvaplana Gölü kıyısına. Bir ka­yık geçiyor. Hasır şapkalı kırk yaşlarında bir kürekçi. Hayli gü­zel iki genç kız kayığa binmişler. Biri sarışın san etekli, öbürü esmer mavi etekli. Uçü birden şakalaşıp gülüşüyorlar. Mavi etek­li esmer kız elini sulara daldırıveriyor. Kürekçiye biraz su sıçra­tınca, adam itiraz ediyor. Sabah saatlerinin sonu, hava sakin, gü­neşli. Hepsi bu. Etrafı dolaşmaya gelen turistler.

Yedi yaşında saf bir mistiktim. On yaşında Tanrı'yı gördüm, On iki yaşında eskrime merak sardım. On dört yaşında şiire, on sekizinde felsefeye ilgi duydum. Yirmi yaşında sefahate daldım. Yirmi ikisinde intihar saplantısına yakalandım. Yirmi beş yaşın­da, manastıra girdim. Otuz yaşlarında, metafiziğin her şekline kafayı taktım. Nihayet otuz beşimde, mürekkebi kalemi kâğıdı elime aldım.

M.N.'nin aşağıdaki notu özellikle hoşuma gidiyor. 22 Aralık 1888'de (1. yılın üçüncü ayı), Torino'da yazılmış:

"New York'tan gelen mürekkep nihayet elime geçti; pahalı, ama çok güzel."


***


Kural:

"Şeyleri boylu boyuna görmekten sakınmak, onlara kulak vermemek, kendi üzerine gelmelerine izin vermemek ihtiyatlılığın birinci koşuludur; bir tesadüf olmayıp gereklilik olduğumuzun birinci kanıtıdır. Bu kendini savunma içgüdüsünün güncel anlamına zevk denir."
"
En iyisi kendini bilmemek, ne isen o olmaktır. Zaten kim ol­duğumuzu bilemeyiz:

"İçimde büyüyen şeyden hiçbir zaman kuşku duymadım; öyle ki bir anda yetkinleşip olgunlaşan bütün yeteneklerim bir gönde ortaya çıktılar."

***



La-coste


Saldırgan kan emicilik ve zoraki duyarsız seks: Şimdiki za­manlar böyle (dünya dışı yaratıkların istilası, ölü-dirilerin orta­ya çıkışı, intihara sürükleyen depresyon hapları); bütün bunlara rağmen halkın sağduyusunu koruması sevindirici. Nitekim La-coste köyünde, eskiden lanetli Sade şatosunun yıkıntıları yükseliyor. Bugün şatoyu restore ettiler; şimdi aynı mekânda kültürel etkinlikler düzenleniyor, abuk sabuk tiyatro oyunları sahneleni­yor, kalitesiz konserler veriliyor.

Sade ismi bizi korkutmaya devam ediyor. Basın böyle söylüyor. Markinin hatırasının hâlâ rahatsız edici bir unsur olduğu anlaşılıyor; bunun için köy insanlarıyla konuşmak yeterli. Kö­yün hepsi Vaudois tarikatına bağlı, 417 sakini var; katı kuralcı, koyu Protestan insanlar. Bir Amerikan sanat okulu köyün bir kısmını satın almış. Yaz aylarının şık ziyaretçileri ortalıktan çe­kildiği zaman senyörün utanç verici hayaleti dolaşmaya başlıyor. Fırıncı kadın gazeteci ağzıyla kekeliyor: "Ötekilerden farkı olmayan bir köydeyiz." Yaşlı bir köylü ekliyor. "Burada kimse­nin başına bir şey gelmez."

Sade mı? Herhangi biri gibi kültürel bir ürün. Torino'da, M.N.'nin beygirin altına düştüğü yeri ziyaret etmek âdet haline gelmiş. Neckar kıyısında bulunan Hölderlin kulesi için de aynı âdet geçerli. Ve böyle gidiyor.

Bu arada M.N.:

"Sevinç getiren bir haberciyim", diyor. "Yeni umutlar ancak benim vereceğim müjdeyle yeşerirler."




***


Bilirsiniz, Zerdüşt'ün ilk sayfaları güneşten yardım dileyerek başlar ve onun yakında sona ereceğini dile getirir. Kitabın so­nunda, "kızgın ve güçlü" güneş doğar.

Eskiden, Gece Yolcusunun Şarkısı'nı dinlerdik:




Gustave Mahler- Symphony 3, movement 4 
(Nietzsche- Midnight Song)

***

“Bir!
Ey İnsan Kulak ver!
İki!
Derin gece yarısı ne söyler?
Üç!
‘ Uyudum, uyudum–
Dört!
‘Uyandım derin rüyalardan:–
Beş!
‘Derindir dünya,
Altı!
‘Daha derindir, gündüzün düşündüğünden.
Yedi!
‘Derindir acısı–,
Sekiz!
‘Haz—daha derindir yürek acısından:
Dokuz!
‘Acı söyler ki: Git ve bit!
On!
‘Oysa tüm hazların istediği, bengilik–,
On bir!
‘–Derin mi derin bengilik!

On iki!” 

***
Sevincin 'derin' sonsuzluğu, 'sonsuzluk' diye anlaşılan nite­likten apayrı bir şeydir. Bu, yüreği parçalayan acının derinliği­dir. Derinliğin içindeki derinlik. Aslında her an yanılırız; çünkü ezik büzük bir dünyadayız. Matem, melankoli, depresyon, hü­zün, tevekkül, acı bu dünyanın içindedir. Olsun! Neden olmasın, madem ki her şey olup geçiyor!

Fakat sevinç geçip gitmek istemez; sonsuzluğun içindeki acı­nın derinliğini ister. Gece de bir güneştir.


***


  Şimdi Constance Gölü kıyısında, güzel bir oteldeyiz. Ludi taraçada çırılçıplak uzanmış, güneşte uyuyor. Hava sıcak, tam ge­rektiği gibi. Sevecenliğin hüküm sürdüğü yerde gizlilik yoktur. Bunu kim söylemişti? Ya da şöyle: "İçtenliğin birliği yoğun se­vecenlik değil midir?" "Sevecenlik sözcüğü biraz şurup tadı ve­rir Fransızca'da. Almanca anlamı daha iyi anlaşılır: İnrıigkeit. Ludi az önce çok şaşırırdı, onun etrafında İntıigkeit diye sayıklamaya başlasaydım. Rahatsız olacaktı. Güzellik edeplidir. Bu sır­rı unutmayalım.

"Uzun sessizliği öğrenmelisin, ruhunun dibinde bulunduğu­nu kimse söylemez sana. Bunun sebebi, sadece suratının asık ve suyun bulanık olması değil, ama ruhun çok derin olmasıdır."




...


Paris, 30 Eylül 118
Philippe Sollers

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder