YAZMAMAK

YAZININ EN UCU

Yazmamak, yazamamak, yazmayı bırakmak: Üç durum. Aynı paydanın farklı payları. Edebiyat, Yazı/n tarihleri, doğal olarak, yazmayanları içermez: Onları yapmadıkları şey nedeniyle tanımayız. Yazmayı reddettiğini söyleyenlerle karşılaştığım olmuştur, bilemem, bilemezler: Yazabilecekken mi, bilinçli bir kararla, yazma edimine, uğraşma sırtlarını dönmüşlerdir? Kırılmaz bir paradoks bekler orada: Yazmadıkça yazmama kararı verilemez. Öyle ya: Yazabilirdim - nereden biliyorsunuz? Bu ‘hayalet ordusunun tek somut (ama çok güçlü) temsilcisi Sokrates: Konuşmayı seçen, yazmaya diklenen adam. Yazabileceğini Platon yazdığı için görüyoruz ya, benim gözümde paradoksu kırmaya yetiyor “söz”ü. (İzini süren Lacan’ın arkasında iki koca Yazılar cildi bıraktığını görmezden gelemeyiz).

   Yazamamak, yazmış olanların karşısına çıkan, içinde beliren, masalarında doğan ve büyüyen düğüm. Her yazı/n tarihi için bir son bölüm eklenebilir bu konuda: 25 yıl kalemi eline almayan Racine’den "Elveda"yla noktayı koyan Rimbaud’ya, şiir yazmayı bırakan Hofmannsthal’dan Denis Roche’a, kalemi arada bırakan Valery’den hepten bırakan Roger Laporte’a geniş bir aile. Gelgelelim, “kararlarla sınırlanamayacak bir durumun sularındayız: Yazamayışlarına yazarak direnmeye çalışanlar canalıcı bir kategori; Beckett’ten Vüsat O. Bener’e bir başka geniş aile.

   Kendi payıma, yazamamak ile yazmamak arasındaki bir bölgede gerçekleşen duruşları ayırıyorum - sözgelimi Valery yapıt vermeye ara vermiştir, yazmayı bırakmamıştır. Hofmannsthal ve Roche nesir yazmayı sürdürmüşlerdir. Rimbaud’nun son mektupları, genç yaşta ölmeseydi döneceğini düşündüren ifadeler taşır. Sonuç olarak, yazmayı hepten bırakan tek örnek, 1982’de noktayı koyan Roger Laporte’dur (1925-2001) - bilebildiğim kadarıyla tabiî.

  Yazmamak, Sokrates’te bir susma niyetine bağlı değildi: Onunkisi bir araç olarak yazıya güven duymamaktan kaynaklanan seçimdir: Ünlü Phaidrosunda altedilmesi pek güç gerekçelerini sıralar. Sözlerinin yazıya aktarılışı bir çelişki yaratmamıştır: Bütün diyaloglar Platon imzasıyla okura ulaşmıştır, orada Sokrates hâlâ bir “konuşan” kimliğiyle karşımızda duruyor.

 Yazamamak, az ya da çok kilitlenmek. Binbir türlüsüyle karşılaşıyoruz, geçmişe bakışımızı çevirdiğimizde. ‘Deşifre’ edilmesi, dolayısıyla yorumlanması kolay olmuyor herbir örneğin. Yazarken, yakın ve uzak çevremde ciddî tutukluk biçimlerine tanık oldum; gördüklerim kural aranamayacağını düşündürdü bana: Yazamamak, derin yazma sıkıntıları çekmek, her seferinde farklı sorunların işin içine karıştığı apayrı denklemler ortaya koyar - bütün yazı serüvenleri nasıl biricikse, bütün yazamama halleri öyle benzersizdir.


       Akıllı uslu birçok şairin, yazarın, bir aşamada değilse bir başka aşamada, yazmaya ara vermeyi de, hepten bırakmayı da tartmış olduğunu sanıyorum. Yazmanın profesyonel bir işten çok bir varoluş biçimi koşuluna dönüştüğü örneklerde yoklama, bana kalırsa, sinsi ya da apaçık bir ‘basso continuo’ gerçekliği taşıyordur. Yazmadan yaşayamamak ile yazmadan yaşamak seçeneği arasındaki mesafe sık sık daralır.

     Bu soruşturmanın, kanlı muhasebenin yazma edimini sınırdurumlara taşıyanlarda yerleşiklik kazandığı tartışılmaz. Burada yazmayı sevmekten, yazma tutkusundan çok tüpsüz dalınamayan derinliklere inme dürtüsünün kesintisizliğinden sözedilse yeridir: Blanchot’yu örneğin, başka nereye koyabiliriz? Bunu söylerken, ‘son’una dek yazdığını unutmuyorum. Beckett'in ‘organik susku'ya varasıya, gitgide sessizliğe teğet bir yazıyı beyaza sürmeye devam ettiğini de.

    Birçok intiharın arkasında, yazıyı nihayete erdirme çabası arandığının farkındayım. Pavese'nin, on gün öncesinde günlüğüne düştüğü son üç cümle - ve sonuncusu: “Artık yazmayacağım”, gerçekte neyi bırakma kararıydı, diye sorulmuştur: Yaşamayı mı, yazmayı mı?

   Etle tırnak olarak da bakılabilir kuşkusuz: Ancak yazarak yaşayabilmişlerdi. Doğru mudur, böyle bir doğru olabilir mi? Celan’a, Bachmann'a, Hemingway'e, Mişima’ya, Montherlant’a - hepsine bakalım: Neyi doğrulamak adına?

    Roger Laporte'un Hiçkimseye Mektub'u ölümünden sonra yayımlandı. Yazmayı bırakma kararını kuşatan defter, vazgeçişin, bırakmanın ille de yaşamsal bir boyut taşımadığının belgesi: “Yazmasam çıldırırım”dan da, “yazmazsam yaşayamam”dan da eser yok o kitapta. Üstüne üstlük, Laporte kadar kendi(si)ni yazmış yazar olmasın: Bugün Bir Yaşam başlıklı tek bir ciltte toplanan bağmışız kitapları düpedüz biyolojik bir yazıya dayanıyor: Tek konusu öznesi olan bir yazı serüveni.
     
Bundan sonrası yazılamaz eşiğine mi dayanmıştı Laporte; yoksa, yazılmasa da olur, yazılmamak eşiklerinden birine mi? Yazmayınca yaşamaya başlamıştır, yollu ironilere karnım tok, yaşamasız hiçbir yazar yoktur, olmamıştır. Laporte’un yazmadan da pekâlâ yaşanabileceğini, yazma uğraşının bir olmazsa olmaz gerçekliğine dayanmadığını iletmek için kalem bıraktığını ileri sürmek de zayıf bir gerekçelendirme biçimine sığınmak olur bana kalırsa. Bir efsane türetme, bir söylem kurma niyeti görülemez mi bu kararda?
    
Hiçkimseye Mektub’u açıkçası fazla buldum ben. Lacoue-Labarthe’ın ön, Blanchot’nun son sözleri daha da pekiştirdi içimde doğan fazla bulma duygusunu: ‘İlân’ edilmemeli böyle bir karar, susarak uygulanmalı: Laporte’un yazmayı ölümünden 20 yıl önce bırakmış olduğunu görmek ve anlamak okuruna kalmalıydı.

    Bu soy jestler kirpileştiriyor beni. Pavese’nin son üç cümlesinde de “jest” sözcüğü yeralır gerçi, ne var ki o “jest” herkesin harcı değildir, eksiksiz fazlasız bir son “jest”i Laporte vari olanla denk tutamayız. Yazı adamı, yazmayı bırakma kararı vermesinin bütün yazdıklarının üstüne kapaklanacak bir gölge, bir kafes olarak algılanması olasılığını göze almamalı(ydı).

     Bütün itirazlarım mahfuz, Laporte’un kararına indirgemeci bir edâyla eğildiğim düşünülsün istemem. Bırakmak da her babayiğidin harcı değil. Hele bırakmak ve geri dönmemek, ömrünü yazmaya vermiş, yaşamım bu uğraşın etrafında biçimlendirmiş biri için doğan boşluk ölçülemeyecek kadar büyük olsa gerek. O boşluğun ortasında sonra nasıl yaşadığını bilmiyoruz işte: Bunu bize anlatabileceği bir yazı kurmak istememiş miydi acaba, sonra? Şu soru bile yazıyı bırakma kararının ne denli çetin bir adım olduğunu duyurmaya yetebilir.

   Yazmanın, yazı’nın neden bir sonu olmasın - yaşarken? “Elvedâ”sıyla Rimbaud, hem de coşkulu bir vaadin, güçlü bir seçeneğin peşine takıldığını iletmişti. Çok gençti, denilebilir; günü geldiğinde pekâlâ dönebileceğini hesaba katmıştı. Gelgelelim, bu düşkırıcı varsayımı hiçbir somut delile dayandıramayız, bana kalırsa son mektuplarındaki özlem dolu hükümlere de - sonuçta geridönüş gerçekleşmediği için kuzeyyıldızı statüsünü koruyor Rimbaud’nun kararı.

   Bir karar mıydı ama?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder