Walt Whitman'ın Günlüğünden: Doğada Çıplak



Kendimi kutluyorum;
Benim için doğru olan, senin için de doğrudur;
Benim olan herbir atom, benim kadar senindir de.

Boş geziyorum ve ruhuma,
Bana buyurun, diyorum;
Gönlümün dilediği gibi boş geziyorum; çimenlere uzanıyorum; Birkaç sap yaz çimenini seyre dalıyorum.

Evler ve odalar kokularla dolu —raflar kokularla tıklım tıklım;
O hoş kokuyu ben teneffüs ediyorum, farkındayım, ve bundan haz duyuyorum.

İmbikten süzülen içkiler beni sarhoş ta eder,
Eder ama ben bırakmıyorum.

Hava koku saçmaz — imbikten süzülenin tadı onda olmaz —
Hava kokusuzdur hep ağzıma dolar.
Ben havaya vurgunum.

Ormanın kıyısındaki o sahile gideceğim; beni benden saklıyan 
Urbaları üzerimden silkeceğim; çırıl çıplak gezeceğim.
Kendimle başbaşa kalmak için çılgın gibiyim.



Pazar, 27 ağustos 1877


Kederden, bitkinlikten bütüniyle uzak bir gün daha. Doğa pırıl pırıl, sessiz, garip, her şeyden uzak, ama apaçık, anlamlı. Bu güzel havada kır yollarından, tarlaların ortasından yavaş yavaş inerken, — burada yapayalnız, Doğayla başbaşa otururken— göklerden erinç (huzur) süzülüyor içime sanki. Bu güzel günün, bu görünüşün içinde yitiriyorum kendimi. Dupduru akan bir derenin kıyılarında dolanırken, bir yerde suyun tatlı çağıltısıyla, başka- bir yerde de üç ayak yüksekliğindeki çağlayanın boğuk uğultularıyla yatıştı içim. Gel avunmaz İçişi, gizli bir parıltı kalmışsa içinde, gel! Dere boyunun, koruların, tarlaların tertemiz değerlerine aç kendini. Ben onları iki aydır (temmuz, ağustos 1877) dolduruyorum içime, yeni bir adam olmaya başladım şimdi. Her gün, yalnızlık — hiç olmazsa iki üç saatlik bir özgürlük, yüzmek; konuşmaktan, bağlılıklardan, giysilerden, kitaplardan, kurallardan uzak.



Şimdiki yenilenmiş, güç kazanmış sağlığımı neye borçluyum bilir misiniz? Aşağı yukarı iki yıldan beri hiçbir ilâç kullanmadım, her gün açık havada dolaştım. Geçen yaz, deremin bir yakasında ıssız, kuytu bir yer buldum kendime; aslında genişçe kazılmış, sonradan terkedilmiş bir kireç kuyusuydu, şimdi çalılarla, ağaçlarla, otlarla, söğüt kümeleriyle dolmuş, kırık-dökük bir görünüşe bürünmüştü; tam ortasından tatlı bir su kaynıyor, iki üç küçük çağlayan yaparak akıp gidiyordu. Sıcak günleri o kuytuda geçirdim hep, bu yaz da sık sık gittim oraya. Orada eskilerden, yalnızlık sırasında bile yalnız kaldığı ânların pek seyrek olduğunu söyleyen birinin bu sözlerle ne demek istediğini anladım. Doğaya bunca yaklaştığım olmamıştı, bunca yaklaşmamıştı Doğa bana. Eski bir alışkanlıkla zaman zaman, içimden gelenleri, görünüşleri, saatleri, renkleri, çizgileri hemen oracıkta kâğıda aktarıverdim. Başka sabahlara benzemiyen şu dingin, ilkel, doğal sabahın kıvancını özellikle yazayım şimdi, hoş görürseniz.


Kahvaltıdan bir saat kadar sonra bayırlardan yürüyerek, birkaç ardıç kuşuyla paylaştığımız sözü geçen kuytuya gittim. Ağaçların tepesinden doğru, tatlı bir güneybatı rüzgârı esiyordu. Benim Âdemce açık hava banyosunun, gövdemi tepeden tırnağa dinçleştirmemin tam sırasıydı. Giysilerimi yakındaki bir budağa asıp, başımda geniş, eski hasır şapkam, ayaklarımda hafif ayakkabılarla, geçirdiğim şu iki saat sözü edilmeye değmez mi? İlkin sert, esnek kıllı bir fırçayla kollarımı, göğsümü, yanlarımı kıpkırmızı oluncaya dek oğdum, —sonra derenin suyunda yer yer yıkadım gövdemi— her şeyi büyük bir rahatlıkla, yavaş yavaş, dura dura yapıyordum, her iki üç dakikada bir yakındaki kara çamur birikintilerinden birine yalınayak dalıyordum, böylece kaygan bir çamur banyosu yapıyordu ayaklarım.— Pırıl pırıl sulara son bîr kez daha dalıverdim, sonra güzel kokulu bir havluyla kurulandım, güneş altında, yumuşak çimenlere basarak, ikide bir dinlenerek, kayıtsızca gezindim yavaş yavaş, kıl fırçayla bir daha oğdum gövdemi, — arada bir taşınabilir sandalyemi oradan oraya götürüyordum, yerim epeyce geniş, aşağı yukarı beşyüz metre kadardı, hiç kimsenin rahatsız edemiyeceği bir yer (arasıra böyle bir kimsenin çıkması hiç de kızdırmıyordu beni).
Çimenlerin üzerinde yavaş yavaş gezinirken, güneş benimle birlikle yürüyen gölgemi iyice belli edecek ölçüde parlıyordu. Bir bakıma çevremdeki her şeyle aynı değeri taşıyormuş gibiydim. Doğa çıplaktı, ben de çıplaktım. Çok tembel, keyifli, sessiz duruşu düşünmesine engeldi. Ama ben düşünebilirdim bu durumda. Belki de yeryüziyle, ışıkla, havayla, ağaçlarla aramızda bulunan o iç bağı, yalnızca gözlerle ya da düşünceyle değil, gözlerim gibi açık, uyanık tuttuğum bütün gövdemle de kavrıyabilirdim. Tatlı, ağırbaşlı, dingin çıplaklık Doğadaki! — ah kentlerde yoksul, hasta, aşağılık hazlar peşinde koşan insan da bir kez daha bile-bilseydi seni! Ama çıplaklık ayıp değil mi? Hayır, hayır, değil aslında. Sizin kuruntunuz, sizin çokbilmişliğiniz, sizin korkunuz, sizin sanrınızdır ayıp olan. Öyle ânlar olur, şu üstümüzdeki giysiler tiksinti verir bize, ayıbın ta kendisidir onlar. Belki de Doğada çırılçıplak olmanın verdiği o büyük coşkunluğu hiç tatmamış olanlar (kaç binlerce kişi vardır böyle!) arılığın gerçek anlamını bilmezler, inancın, sanatın, sağlığın da gerçek anlamını bilmezler. (Felsefede, eski Yunan ırkının bize sunmuş olduğu -en kalburüstü konular, güzellik, kahramanlık, biçim gibi bellibaşlı sorunlar —bu konularda insanlığın ulaşmış olduğu en derin, en yüce bilgiler— eski Yunan’ın dinsel, doğal çıplaklık anlayışından doğmuştur belki.)


Son iki yaz, zaman zaman bu konularda böyle saatlerce kafa yorduğum oldu. Kimi iyi kişiler, zamanı, düşünceyi böyle bir yolda harcamanın önemsiz, saçma bir şey olduğunu düşünebilirler. Belki de.

*
Çeviren:
 Akşit Göktürk

*
Walt Whitman'ın çıplak fotoğrafları için bak:
https://kaotikbenlik.blogspot.com/2018/05/ww.html

1 yorum:

  1. Walt Whitman, güzel ihtiyar,

    çünkü taraçalarda,

    kümelenip meyhanelerde,

    salkım salkım çıkarak lağımlardan,

    titreyerek bacakları arasında şoförlerin,

    ya da absentin sahanlıklarında fırdönüp


    ve köprü altlarında oynayan çocukların

    göbeklerinde cıvıldarken güneş,

    oğlanlar, Walt Whitman, seni düşlerdi.

    F.G.Lorca

    YanıtlaSil