Vincent Van Gogh & Paul Gauguin

Vincent Van Gogh, Portrait of Gauguin, 1888
Uzun süre Van Gogh hakkında yazmayı istedim, o ruh haline girdiğim güzel bir günde bunu yapacağım. Size onun hakkında, daha doğrusu bizim hakkımızda birkaç yerinde söz söylemek istiyorum. Bazı çevrelerde dönüp duran birkaç yanlışı düzeltmek için.

Benimle arkadaşlık eden ve benimle konuşup tartışmayı seven birkaç kişi delirdiğinde böyle oluyor.
Van Gogh kardeşlerin durumunda da böyle oldu ve belli bazı kötü niyetli kişiler çocukça onların deliliğini bana atfettiler. Kuşkusuz bazı insanlar arkadaşları üzerinde az çok etkilidir, fakat  delinmekle bunun arasında büyük bir fark vardır. Felaketten uzunca bir süre sonra Vincent, bakıma alındığı özel akıl hastanesinden bana yazdı. "Paris'te olduğun için ne kadar da şanslısın. Orası insanın en iyi doktorları bulabileceği yer, sen de kesinlikle deliliğinin tedavisi için bir uzmana danışmalısın. Hepimiz deli değil miyiz?" diyordu. 

İyi bir tavsiyeydi, bu yüzden de kulak ardı ettim. Galiba tersine gitme ruhuyla ... Mercure'ün okuyucuları Vincent'ın birkaç yıl önce yayımlanan mektuplarından birinde, yöneteceğim bir atölye bulma düşüncesine kapılarak beni Arles'a getirmek için ısrar ettiğini görmüşlerdir. O zamanlar Brötanya'da Pont - Aven'da çalışıyordum. Ya çalışmalarım beni oraya bağlamaya başladığından ya da güçlü bir sezi beni olağandışı bir şeylere karşı uyardığından uzun zaman direndim, ta ki sonunda Vincent'ın samimi, dostça coşkusuna yenilip yola koyulduğum gün gelene kadar. Arles'a sabaha doğru vardım ve bütün gece açık olan küçük bir kafede şafağı bekledim. Kafenin sahibi bana bakıp "Siz o dostsunuz, sizi tanıdım," demişti. Vincent'a göndermiş olduğum kendi portrem, kafe sahibinin bu sözlerini açıklıyor. Vincent portremi göstererek yakında dostlarından birinin geleceğini söylemişti.

Vincent'ı kaldırmaya gittiğimde ne çok erken ne de çok geçti. O gün benim yerleşmemle, bol sohbetle, ben Arles'ın ve Arles kadınlarının güzelliğine hayran kalayım diye yaptığımız yürüyüşlerle
geçti. Bu arada hiçbirinin beni çok heyecanlandırmadığını söyleyeyim.

Ertesi gün çalışmaya koyulduk, o başladığı işe devam etti, ben yeni bir şeye başladım. Başkalarının zahmetsizce fırçalarının ucunda buluverdikleri zihinsel kolaylığa sahip olmadığımı belirtmeliyim.
Bunlar trenden inerler, paletlerini alırlar ve size bir anda bir gün ışığı yaratırlar. Kuruyunca Lüksemburg'a gönderilir ve Carolus-Duran diye imzalanır. Resmini beğenmiyorum, ama adamı beğeniyorum. Ne kadar güvenli, ne kadar serinkanlı. Ben ne kadar kararsız ne kadar tedirginim. Nereye gitsem bir kuluçka dönemine ihtiyaç duyuyorum, bitkilerin ve ağaçların özünü anlayabileyim, kısacası asla anlaşılmak ya da kendini vermek istemeyen doğayı öğrenebileyim diye. Yani Arles'ın ve civarının fark edilir derecede keskin kokusunu kapabilmem için birkaç hafta geçmesi gerekti. Fakat bu yoğun çalışmamızı engellemedi, özellikle de Vincent'ı. Biri esaslı bir yanardağ olan onunla içten içe kaynayan benim gibi iki varlık arasında bir tür mücadele hazırlığı vardı. Öncelikle her yerde
ve her şeyde beni dehşete düşüren bir düzensizlik görmüştüm. Hiç kapanmayan boya kutusu bütün o tüplerle karmakarışıktı. Bu kargaşaya rağmen tuvallerinde ve sözlerinde bir şeyler parlıyordu. Daudet, Goncourt, İncil onun Hollandalı beynini ateşlemişti.




 Arles Manzaraları - Gauguin


Arles'ın rıhtımları, köprüleri, gemileri, bütün bir Midi,' onun için Hollanda'nın yerini almıştı. Hatta Hollanda diliyle yazmayı bile unutmuştu ve kardeşine yazdığı yayımlanmış mektuplarda görüldüğü gibi Fransızca'dan, ikenlerin ve gibilerin sonunun gelmediği takdire şayan Fransızca'dan başka bir dil kullanmıyordu. Bu düzensiz beyinle eleştirel görüşlerindeki akla uygun mantığı ayrıştırmaya yönelik tüm çabalarına karşın, resimleri ve görüşleri arasındaki kesin zıtlığı kendi kendime açıklayamadım. Örneğin Meissonier'ye karşı sınırsız bir hayranlık, Ingres'e karşı sonsuz bir nefret duyuyordu. Degas'dan umutsuzdu, Cezanne ise üçkağıtçıdan başka bir şey değildi. Monticelli aklına geldiğinde ağlıyordu. Onu kızdıran şeylerden biri de, bir embesillik alameti olarak alnımın dar olmasına karşın hayli zeki olduğumu kabul etmek zorunda kalmasıydı. Bunların yanı sıra derin bir şefkat, daha ziyade lncil'in özgeciliğini taşıyordu.

İlk aydan itibaren ortak harcamalarımızın da aynı düzensizliğe girdiğini gördüm. Ne yapacaktım? Durum hassastı ve para kutumuz da pek dolu sayılmazdı (onun Goupil'de tezgahtar olan kardeşinin katkıları ve benim resim satışlarım sayesinde doluyordu). Derin hassasiyetini zedelemek pahasına konuşmam gerekiyordu. Bu yüzden benim doğama yabancı olan bir sürü tedbirle, büyük bir tatlılıkla soruna yaklaştım. Sandığımdan çok daha kolayca başardığımı itiraf etmeliyim. Bir kutumuz oldu, içinde gece yapılacak sağlık gezintilerine, tütüne, kira da dahil olası harcamalara kadar yetecek para duruyordu. Üzerine herkesin ne kadar aldığını yazması için bir kağıt ve kalem koyduk. Bir başka kutuda da paranın geri kalanı duruyordu, haftalık yiyecek masrafımızı karşılamak için dörde bölünmüştü. Küçük restoranımıza gitmemeye başladık, Vincent evden pek uzaklaşmadan yemekliklerimizi alıp geliyor, ben de gaz ocağında yemeğimizi yapıyordum. Fakat bir kez Vincent çorba yapmak istedi. Nasıl karıştırdı bilmiyorum, galiba tablolarında boyalarını karıştırdığı gibi. Her neyse, yiyemedik. Vincent kahkahaya boğuldu ve şöyle dedi: "Tarascon! La casquette au pere Daudet!"

 Duvara tebeşirle yazdı:

]e suis Saint Esprit."Ben Kutsal Ruh'um". "Ben ruhen sağlıklıyım".
]e suis sain d'esprit

Birlikte ne kadar kaldık? Bilemem, tamamıyla unutmuşum. Felaketin yaklaştığı sürate, beni saran iş tutkusuna rağmen o dönem bana bir asır gibi gelmişti. El alemin aklının ucundan geçmese de, orada çalışan iki adam ikisine de yararlı olacak büyük bir iş çıkarıyorlardı. Arles'a vardığımda Vincent, Yeni-izlenimci okulun etkisindeydi tamamen, bu yüzden de epeyce çırpınıyor ve acı çekiyordu.
Bütün akımlar gibi bu akım da kötü olduğu için değil, sabırlı olmaktan çok uzak olan, son derece bağımsız doğasına ters düştüğü için. Menekşelerdeki bütün o sarılarla, tamamlayıcı renklerdeki
bütün o çabasıyla, düzensiz çalışmasıyla; eksik ve tekdüze uyumların en yumuşak başlısından öte bir şeyi başaramadı. Yapıtlarında borazanın sesi eksikti. Vincent'ı aydınlatma vazifesini üstlendim, verimli ve bitek bir toprak bulduğumdan bu kolay bir işti. Kişilik damgası taşıyan bütün orijinal doğalar gibi Vincent da öteki adamdan korkmuyordu ve inatçı değildi.

O günden itibaren bizim Van Gogh şaşırtıcı bir ilerleme gösterdi; kendisindeki her şeyi keşfetmiş gibiydi, sonuçta ortaya kusursuz bir gün ışığında, güneş yansımaları üzerine güneş yansımaları
çıktı.

Şairin portresini gördünüz mü?
Yüzü ve saçları krom sarısı (1).
Giysileri krom sarısı (2).
Krom sarısı bir zemin üzerinde ( 4) 
kravatı zümrüt yeşili bir
igneyle krom sarısı (3).

ltalyan bir ressam bana böyle demiş ve eklemişti: "Marde! Marde! Her şey sarı! Artık ressamlık nedir bilmiyorum!"

Burada teknikle ilgili sorunlardan bahsetmek yersiz kaçacak. Bunu sadece Van Gogh'un kendine özgülüğünden bir gram kaybetmeden benden yararlı bir ders aldığını söylemek için anlattım. Ve her gün bana bunun için teşekkür ediyordu. Mösyö Aurier'ye Paul Gauguin'e çok şey borçlu olduğunu yazdığında kastettiği buydu.

Arles'a geldiğimde Vincent kendisini bulmaya çalışıyordu, biraz daha yaşlı olan bense olgun bir adamdım. Fakat ben de Vincent'a bir şey borçluyum. O da ona yararlı olduğum bilinciyle, resim hakkındaki kendi fikirlerimin doğrulanmasıydı. Ayrıca da zor zamanlarda, insanın kendinden daha mutsuz olanların varlığım hatırlaması.

"Gauguin'in çizimi biraz Van Gogh'u hatırlatıyor," ifadesini okuduğumda gülümsüyorum.
Orada kaldığım daha sonraki günlerde, Vincent giderek daha kaba ve gürültücü oluyor, sonra da sessizleşiyordu. Bazı geceler, kalkıp yatağıma doğru gelmesine şaşırdım. Tam o sırada
uyanışımı neyle açıklayabilirdim? Hepsinde de haşin bir üslupla "Derdin ne, Vincent?" diye
sormam tek kelime bile etmeden yatağına gidip derin bir uykuya dalmasına yetti.

Portresini yapma fikri aklıma, o çok sevdiği peyzajını, sabanları çalışırken geldi. Portre tamamlandığında bana "Bu kesinlikle ben, ama delirmiş halim," dedi.

Paul Gauguin, The Painter of Sunflowers: Portrait of Vincent van Gogh, 1888

O akşam kafeye gitmiştik. Hafif bir apsent istedi. Sonra ansızın dolu kadehini kafama fırlattı. Kafamı kurtardım ve onu sıkıca kucaklayarak kafeden çıkarıp Victor Hugo Meydanı'ndan geçirdim.
Birkaç dakika sonra, Vincent kendini yatağında buldu, bir iki saniye içinde de sabaha dek sürecek deliksiz bir uykuya daldı.

Uyandığında bana sakin sakin, "Sevgili Gauguin, hayal meyal dün akşam sana saldırdığımı hatırlıyorum," dedi. Cevap: "Seni bütün kalbimle, içtenlikle bağışlıyorum. Fakat dünkü sahne tekrarlanabilir. Eğer isabet almış olsaydım, kontrolümü kaybedip seni boğabilirdim. Hadi, izin ver de kardeşine yazıp döneceğimi söyleyeyim."

Tanrım, ne gündü ama!

Akşam olup da, alelacele yemeğimi yedikten sonra, tek başıma dolaşmaya çıkmalıymışım ve çiçek açmış defne ağaçlarıyla süslü yollarda biraz hava almalıymışım gibi geldi. Victor Hugo Meydanı'nı geçmiştim ki, arkamda tanıdık, kısa, hızlı ve düzensiz adımlar işittim. Tam Vincent elinde açık bir usturayla üstüme atılırken arkama döndüm. O an o kadar güçlü bir bakış fırlatmış olmalıyım ki, Vincent durdu ve başını öne eğip eve doğru koşmaya başladı.

Bu olayda ihmalim var mı? Elindeki usturayı alıp onu sakinleştirmeye mi çalışmalıydım? Bununla ilgili olarak epeyce vicdan muhasebesi yaptım, fakat kendimi suçlayacak bir şey bulamadım.
Bırakın isteyen bana taş atsın. Bir çırpıda Arles'daki iyi otellerden birine gittim, saati sorup
iyi bir oda tuttum ve yattım. O kadar dolmuştum ki, uykuya daldığımda saat sabahın üçünü
bulmuştu. Biraz uyuyup yedi buçuk sularında kalktım.

Meydana geldiğimde büyük bir kalabalıkla karşılaştım. Evimizin yakınlarında jandarmalar dolanıyordu, bir de polis müfettişi olan melon şapkalı bir adam vardı. işte olup bitenler bunlar.

Van Gogh eve dönmüş ve kafasına yakın bir yerden kulağını kesmişti. Ertesi gün aşağıdaki iki odanın zeminlerine yerleştirilen ıslak havlulara bakılırsa, kanı durdurmak için epeyce uğraşmış olmalıydı. iki oda ve yattığımız odaya çıkan küçük merdiven kan izleriyle dolmuştu. Dışarıya çıkabilecek hale geldiğinde, kafasına bir Bask beresi takıp bereyi iyice aşağıya çekerek, kadın arkadaş isteyenlerin bulabileceği o eve gitmiş, evin yöneticisine titizlikle yıkayıp bir zarfa yerleştirdiği kulağını vermişti. "Buyrun benden bir hatıra," diyerek. Sonra eve koşmuş ve yatağına girip uykuya dalmıştı. Ancak perdeleri çekip pencerenin önüne yanan bir lamba yerleştirirken acı çekmişti.

On dakika sonra filles de joie'ya mahsus bütün sokak gürültüye boğuldu, herkes olup bitenleri konuşuyordu. Evimizin kapısında kendimi tanıttığımda, bundan hiç şüphem kalmadı, zira melon şapkalı beyefendi kabaca ve ciddiyeti aşan sen bir ses tonuyla bana, "Arkadaşınıza ne yapmışsınız,
Mösyö?" dedi.

"Bilmiyorum ... "

"Evet, evet, gayet iyi biliyorsunuz ... O öldü."

Hiç kimsenin hayatta böyle bir şey yaşamasını istemem. Aklımı başıma toplayıp kalbimin çarpıntısına hakim olmam uzun sürdü. Beni parçalayan bütün o bakışların altında kızgınlık, dargınlık, keder ve utanca boğularak, kekeleyerek, "Tamam Mösyö, haydi yukarı çıkalım. Orada konuşabiliriz," dedim.

Vincent yatakta yatıyordu; çarşaflara sarınmış, bir tabancanın horozu gibi kıvrılmıştı; cansız görünüyordu. Yavaşça, çok yavaşça bedenine dokundum, sıcaklığı hala hayatta olduğunun emaresiydi.

Sanki bütün enerjim, bütün ruhum geri geldi. Sonra alçak sesle polis şefine, "Mösyö, bu adamı büyük bir dikkatle, yavaşça uyandırın ve beni sorarsa Paris'e gittiğimi söyleyin. Beni görmek onun için öldürücü olabilir."

O anda polis şefinin mümkün olduğunca makul ve zekice davranıp bir doktor ile taksi çağırdığını kabul etmeliyim. Uyandığında Vincent arkadaşını, piposunu ve tütününü istemiş, hatta alt katta paramızın içinde durduğu kutuyu sormak bile aklına gelmiş, şüphelenmiş galiba. Fakat bunun için tasalanamayacak kadar çok acı çekiyordum.

Vincent hastaneye götürüldü ve kısa zamanda beyni yine saçmalamaya başladı. Gerisini bilmek isteyen herkes biliyor. Ayrıca akıl hastanesine kapatılmış o adam birkaç ayda bir durumunu anlayabilecek kadar aklına kavuştuğundan ve hepimizin hayran olduğu o resimleri gözü dönmüşçesine yaptığından, onun o büyük acısından bahsetmediğimiz sürece konuşmak da yersiz.

Ondan aldığım son mektup, Pontoise yakınlarındaki Auvers'den gönderilmişti. Brötanya'ya gelip bana katılacak kadar iyileşmeyi umduğunu, ancak şimdilik tedavinin imkansızlığını kabul etmek zorunda kaldığını belirtiyordu:

"Sevgili üstat," (bu kelimeyi ilk ve son kez kullanmıştı), " Seni tanıyıp sana acı verdikten sonra, zihinsel durumum iyiyken ölmek, kötüyken ölmekten daha iyi olacak."

Karnına bir kurşun sıktı ve bundan birkaç saat sonra da öldü, yatağına uzanıp pipo içerek, bilinci tamamen yerinde ve sanatına duyduğu aşkla dopdolu, başkalarına nefret beslemeksizin ölüp gitti. Les Monstres'da jean Dollent, " 'Vincent' dediğinde Gauguin'in sesi titrer," diye yazmış. jean Dollent bilmeden, ama sezerek gerçeği söylüyor.

Nedenini biliyorsunuz ...

*
Mahrem Günlük
sayfa 21 - 30

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder