Bağlanan & Bağıran Yazarlar


Portrait de Jean-Paul Sartre. Thierry Ehrmann



Yazı: Francois Bondy
Bağlanan ve Bağıran Yazarlar

Bağlanan yazarların kendilerini adayışıyla bağıran yazarların çığlıkları arasındaki ayrım, yalnızca sözde kalan bir ayrım değildir. Bağlanmış edebiyat: Bu terim, savaştan sonraki yıllarda Fransız aydınları arasında geçen, şimdi artık gerilerde kalmış sayısız tartışmayı, en çok da Jean-Paul Sartre’ın, yazarları, hiçbir siyasal tutum önermeksizin bağlanmaya çağırdığı Edebiyat Nedir adlı denemesini getiriyor akla. Bağırmaya gelince, bu tutum da, bundan on yıl sonra, en zararsız biçimde, örneğin oyun yazarı John Osborne gibi «öfkeli genç adamlar» arasında çıktı ortaya. Bugün artık hiçbirisi genç değil bu adamların, öfkelisi de pek kalmadı.

Yazarların adlarını sayarsak bu ayrımı daha iyi belirtebiliriz belki. Bağlanan yazar: Breoht, bağıran yazar : Celine; bağlanan : Sartre, bağıran : Genet; bağlanan : Malrauc, bağıran : Mailer. Saydığımız yazarlardan dördünün Fransız olması bir raslantı değildir. Fransız aydınlarının günlük olaylara katılma geleneği, Aydınlanma’yı, Voltaire’le Rousseau gibi zıt kişileri, Dreyfus Dâvası konusunda «aydınların yayımladığı ünlü manifestoyu», Cezayir Savaşı’na karşı yayımlanan bildirileri kapsar. Bazılarına göre kendini gerçeği bulmaya adamak— Romain Rolland’ın Birinci Dünya Savaşı sırasında kendisini sürgün etmesi gibi —- aydınların başlıca kıvancıdır. Julien Benda gibi bazı yazarlarsa bunu «okumuşların alçaklığı», bir aydının sahip olması' gereken özellikleri siyasal eylemler ve günlük olaylar uğruna, boşu boşuna harcamak olarak nitelerler; bu yollardan hiçbiri felsefe ya da edebiyatın temel işlevine hizmet edemez.

Bağlanan yazar .- bu terim bazı güçlükler yaratıyor çünkü bağlanmak aynı zamanda satılmak demektir; böyle olunca da kendi içinden gelen sese uyan yazarla, kendini hak ve ilerlemeden yana olan bir parti ya da hükümete adayan yazar arasındaki ayrımı belirtmeye yetmiyor.

«Bağlanma» terimini ben, yukardan gelen herhangi bir baskı söz konusu olmaksızın yazarın kendini bir şeye özgürce adaması anlamında kullanacağım. Bu, son nefesine dek haksızlık altında ezilenler için çalışan Voltaire’e, Zola’yla Heinrich Mann’a dek uzanan soylu bir gelenektir. Aydmlanma’nın, Ansiklopediciler’in oğullarıdır bunlar. O zamandan bü yana bağlanma, içtenliğinden, saflığından bir şeyler yitirmiştir. Orwell ve Camus gibi önemli «bağlanmış yazarların yapıtlarında, çağdaş sorunlarla uğraşan, bu yüzden de kendi kendini eleştirme durumuna düşen yazarın belirsiz durumu işlenir. Modern yaşamın karmaşıklığının bilincinde olan bağlanmış yazar, bireyci olma eğilimindedir; kendisini herhangi bir siyasal eğilime kaptırmaz, uzak durur; oysa «baglanma»ya da devam ettiğinden bu uzak durmayla, olaylara katılmayı birbirine bağdaştırmaya çalışır. Bunu başardığı zaman kendisini sessizliğin sesi saymaz artık ve bağlanarak yazdıklarının konusu bağlanmanın «sorunları» olur çıkar.

Fransız aydınları, on yıl süreyle çağlarının en büyük sorunlarını kendi kendilerine tartışıp durdular; aradıkları nesnel bilgi değil, «en uygun tutumu» geleneksel bakımdan en uygun tutumu bulmaktı. Görünüşü kurtarmakla uğraşmaktan kendi düşüncelerini toparlamaya, hele hele düşüncelerini düzene sokmaya zaman bulamayan bu edebiyat adamlarının en çok başvurdukları biçimler «tutanak» ve «kişisel belge»lerdi; bunlar, biçimleri edebiyat havası taşımayan, yazana günlük gazeteleri, her gün bir parçası yayımlanan günlükleri, toutcourt haber yazılarını okurken düşünüp duyduklarını anlatan yazılardı. Savaş sonrasının bütün o katışık olayları içinde amaçları İspanya ve Çekoslovakya’daki şiddete, Amerika’daki ırk ayrımına, Rusya’daki zorunlu çatışmalara, İran ve Budapeşte’deki idamlara karşı, çok ölçülü bir biçimde başkaldırarak vicdanlarını rahat ve zihinsel dengelerini yerinde tutabilmekti. Sonunda dünyanın herhangi bir yerinde olan bir şey, tek derdi kendi tutarlılığı olan ve bundan başka bir şeyle uğraşmayan Salt Akıl açısından görülür oldu. «Litterature engage»nin tek konusu sonunda kendisi oldu; «bağlanmak da bir tekbencilik (solipsizm) olup çıktı. Böylece Sartre’ın uyandırmasına dek, baştan sona aydınların aydınlar üzerine yazdıklarından oluşmuş bir edebiyat doğdu... (George B. de Huszar)


Bağıran yazar: Dünyadaki kötülüklerden acı duyar, bu kötülüklere kızar. Çektiği acıları, öfkesini açıkça ortaya döker; içinde yaşadığı düzen ya da düzensizlikten öylesine nefret eder ki bu düzenin kurbanlarına şevgi duyacak zaman bulamaz (bununla, birlikte bu, üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken bir genellemedir). Soğukkanlı akılcılığın yerine, duaların büyüsüne kaptırmıştır kendisini, Kendisiyle yazılarının arasına herhangi bir uzaklaşmanın, kişisel sorunlarının ya da hicvin girmesine izin vermez. Bu yakınlık, eşi bulunmaz bir şiir gücü kazandırabilir kişiye, ama bir aydını ya da bir edebiyatçıyı başarısızlığa da sürükleyebilir. Bağlanan yazar, karşısındakileri akıl yoluyla inandırmaya çalışır; bağıran yazarsa çığlığının uyandıracağı ve duyanların hemen etkileneceği birtakım duygular yaratmaya çalışır, çoğu zaman başarır da bunu. Salt akılcı olup çıkmış bir toplumda, edebiyat düzenli bir örgütü gösteren dile karşı sözcüklerin büyüsüne sığınma yolu olarak da görülebileceğinden «bağıran» şair, faydacı, maddeci bir dünyaya başkaldırmakta, büyü yüklü ama gene de gerçek olan güçlerle donatılmış birisi demektir. Sonra, her şeyin nesneleşmesine karşı başkaldırmaya katılmayacak kimse var mıdır? Bağıran yazar duygularını çok daha rahat başı boş barakabilir. Yapıtları da bağlanan yazarın yapıtlarına göre her zaman daha otobiyografik olacaktır; çünkü bağlanan yazar, dışardaki güçlere karşı başkaldırsa da aslında bir iç disiplinin ardından gitmektedir; yapıtları da düzenli bir iç dünyanın — bugünün dünyasına karşı çıkardığı yarınki dünyanın bir parçasıdır.

«Eylemci edebiyat» yaftası hem bağıran hem de bağlanan yazarların yapıtlarına yapıştırılabilecek bir yaftadır. Çünkü bu yazarların hiçbirisi yalnız yazmakla, yalnız yapıtlarını ortaya koymakla- yetinmezler. Çünkü «öfke»nin o genç dehası Rimbaud’nun «hayatı değiştirme».ve Marx’ın «dünyayı değiştirme» yolundaki öğütlerine uymaktadırlar. Andre Breton ve Gerçeküstücüler, bu iki şeyi birleştirmenin, aynı anda hem hayatı, hem de dünyayı değiştirmenin düşünü kurmuşlardır. Bu ikiz amaca ulaşabilmek için, bir yandan insanın düşçü, kendiliğinden ve başıboş olan yanlarına seslenmeye çalışırken bir yandan da toplumsal koşulları eleştirmiş ve Rus Devrimi gibi siyasal ayaklanmaları desteklemişlerdir.

Nedense insan hep bağıran yazarları, kendini tutkulara, içgüdülere kaptıran faşist yazarlar, bağlananları da Marx’çı, çözümleyici, sistematik kişiler olarak düşünüyor. Kabaca söylersek : öfke - aşırı Sağ; bağlanma da - Sol-dur. Bin dokuz yüz otuzların o birbirine taban tabana zıt çifti Celine’le Malraux, çarpuk çurpuk, inanılmaz şeylerle dolu otobiyografik romanlarında dünyaya karşı duydukları nefreti yoğun, açık seçik saplantılarla ortaya dökerler. Yeni Fransız düzyazısının öncüsü olmuştur Celine. Onunla hiç ilgisi olmayan Sartre gibi yazarlar bile kendisine çok şey borçlu olduklarını kabul etmişlerdir.


Öfkeli bir patlayışın öfkeyi yatıştırması gibi öfkeli yazarlar da yazma eylemleriyle rahatlarlar. Oysa Celine’in dünyaya duyduğu kızgınlık bir türlü yatışmamıştır, saplantılarında eylemci öğeler gizlidir. Bağlanan yazarlardan Elio Vittorini, dünyaya karşı duyulan soyut öfkenin — bir kuşağın temel tutumu olduğunu söyler. Oysa Celine’in Öfkesi hedefler arayan, gerekirse bu hedefleri kendisi yaratan somut bir öfkedir. Amaç, koşulları değiştirmek değil, suçluları yeryüzünden kaldırmaktır; Celine’e göre bu suçlular, «Yahudiler»dir; Yahudilerin öldürülmesini isterken bu isteğinin gerçekleşeceğine yürekten inanmamıştır Celine. Kimseyi incitmeyen, kimseye kötülük etmeyen, yoksulların doktoru Celine’in kişisel saplantılarıyla Hitler’in toplumsal saplantıları arasındaki ayrım, edebiyatla gerçek arasındaki uçurumdur işte. Gene de Celine’le, Hitler arasındaki uçurum, örneğin Brecht’le Stalin arasındaki uçurumdan elbette ki daha azdır; ama bağlanma, benzerliklere götürür insanı; oysa her şeyden kopmuş edebiyat, bazı bildirilerle zaman zaman ayrılıkları ortadan kaldırıyormuş gibi görünse de, bu ayrılıkları korumaya yarar.

Modern Şiirin Öncüsü olarak kutlanan, beri yanda devlet haini olarak cezaevinde geçirdiği yıllar kadar akıl hastanesinde'de kalan Ezra Pound’a ne demeli? Onun öfkesi de fikirleri de serpiştirilmiştir yazılarına. Pısan Cantos’unda, «Petain Verdun’ü savundu, oysa Blum küçük bir atı savunuyordu o zaman> der.  Savaşın sona ermesiyle Yahudilerin kıyımı konusunda her şey ayrıntılarıyla öğrenildiği zaman, büyük bir şair olarak Pound’u yalnızca estetik ölçülere göre yargılamak pek kolay olmadı. Pound’un da, Celine’in de yazdıkları, gerçek olaylara öylesine yakın düşüyordu ki, herkes bu iki yazarın yapıtlarında, aslında hiç de haketmedikleri — özellikle Ezra Pound’un anlaşılması çok güç şiirlerinin hiç yapamayacağı — ölçüde büyük bir etki gücü bulunduğuna inandı. Şairin bağırışı, başlı başına bir eylemmiş gibi yorumlandı. -

Celine’le Pound’u örnek almak (gariptir ama Almanya’da büyük çapta bir Yahudi düşmanı edebiyat değil, yalnızca etkili bir alt-edebiyat doğmuştur) Yahudi düşmanlığının, «kötülerin» öldürülmesi düşünün, çağdaş Öfkenin başlangıcı olduğu sanısını doğurabilir. Ama söz konusu değildir böyle bir etki. Yahudi asıllı romana, yazar Norman Mailer’in, yapıtlarında uygar Amerikan toplumunun yaşayışını öfkeli bir bağırışla, kökten eleştirdiğini görürüz. Mailer belli bir savaşın öncülüğünü etmez, herhangi bir yol da göstermez. daha doğrusu nasıl bir yol bulunabileceğini bilmez. Her şeyi olduğu gibi verir ve Amerika düşünün nasıl bir karabasana döndüğünü anlatır. Daha Akılcı yasalarında Mailer, büyük kentlerdeki yaşamın sinir sistemini yavaş yavaş yıpratışını inceler ve bu sarsmayı saldırgan çarelerle dengeleme yollarını arar. Yaşamın kötü koşullarına karşı son çare olarak öfkeli edebiyatın, Öfkeli sanatın aşırılıklarını çıkarır.

Cannibals and Christians'da Mailer, cinsellik ve uyuşturucu maddelerin, kitaplarında gittikçe daha çok yer aldığını, bunların nerdeyse insanı boğacak bir nitelik kazandığını söyler. Mailer, herhangi bir kötülüğe değil, bu bomboş dünyaya karşı çıkmaktadır; böyle bir dünyada başlıca günah, can sıkıntısı ve aldırmazlıktır; zamanımızın, o hem Moravia’nın en iyi yapıtlarının, hem de Sartre’ın Bulantı'sının özünü ören «havası».

Anlamsız sanat yalnızca kesintiler üzerine değil, can sıkıntısı üzerine kurulmuş bir sanattır.... Bu sanat, çağımızda, varoluşun temellerinin sevgi, tutku, kendini adama’nın en üst noktaya ulaşması, ilgi, hava, kafa ya da giderek madde değil, can sıkıntısı, yalnızca can sıkıntısı olduğu ve yaşayan herkesin ortaklaşa paylaştığı tek koşulun kesintiler ve can sıkıntısı olduğu varsayımına dayanır.,,. Bir' Şeyler yemek istersiniz — buzdolabından çıkan yiyeceğin birazcık ısınmasını beklersiniz; bir dostunuzu- arayayım dersiniz  hatlar meşguldür, düşünceye dalarsınız - buzdolabı gürültüyle çalışmaya başlar, arkadaşınıza bir içki hazırlayayım dersiniz - telefon çalar; televizyonda bir eğlence programı, seyretmeye kalkarsınız —araya bir ilân programı girer. Çağdaş insanın can sıkıntısına katlanabilme yeteneğinden söz ediyoruz, çağdaş insanın bilinci çatışmalardan, kesintilerden örülmüştür... İkinci Dünya Savaşından sonra, doğan çocuklar...; bu kesintiler içinde büyüdüler.— bu yüzden çağımızın ortalarında doğan sanatlar, anlamsızlıklar, Süreksizliğin kategorileri ve bunların ortaya çıkış biçimleriyle uğraştılar. Sanat bizi kalkındırmak, dindar, dinsiz herkese cennetten biraz nur getirmek için inmiştir yeryüzüne, sanatın koruyucuları iki bin yıldır böyle diyor. Oysa şimdi sanat, yüreği güçlendirmek için alınan bir haptan başka bir şey değil nitrogliserin — bozulan sinirleri üslûp ve zekâ oyunlarıyla yeni baştan sarsarak düzeltmeye çalışan bir ilâç; her yeni patlama yepyeni bir sinir sistemi yaratmaya yöneliyor... Unutmayalım, canlı olan her şeyin havasını bozan bir zamanda yaşıyoruz... Kesintilerle duyguları yıpranan insanlar delirir gider sonunda... (Norman Mailer, Cannibals and Christians)


Teşhirciliğin yeni bir otobiyografi biçimi ve benliğin, maddeciliğe, işlemselleşmiş bir dünyaya karşı başkaldırması olduğuna inanan Norman Mailer'in bu acı bağırışını, bağlanmayı eleştirel bir uzaktan bakma ve edebiyatın sınırlarının daha ince bir biçimde farkına varma diye gören Saul Bellour şöyle yanıtlıyor: «Bana göre on sekizinci — ve on dokuzuncu — yüzyıl yazarları toplumsal sorunları çok iyi anlamışlardı; oysa yirminci yüzyılda yazarlar bu işi uzmanlara bırakmışlardır. Söyleyecek bir şeyleri olsa bile, gerçek bir anlayışı ortaya koymaktan çok, uğraşlarının içinde bulunduğu durumu yansıtıyorlar. Bu sorunları kendilerini vererek incelemiyorlar. Ödevlerini yapmıyorlar.» 

Bağlanmayla Bağırma arasındaki çizgi hiçbir zaman kesin olmamıştır, gerçeküstücüler söz konusu olduğu zaman bile. Bu iki türü de içine almak üzere kategorileştirme ancak kısa sürelerde işe yarar, olsa olsa bazı ilişkileri tanımlayabilir, o kadar. Bazı bağlamlar içinde bağlanan yazarlarla öfkeliler arasında bir ayrım gözetmek' yararlı olabilir; gene de bu hiçbir zaman açık seçik bir ayrım olmayacaktır. Bağlanan yazarlarda sorumluluk duygusu vardır. Onlar için insan, Malraux'nün deyişiyle, insan kardeşleriyle birlikte başlar. Öfkeliler içinse kendileriyle. Ama herhangi bir yazarı ele alıp da bu iki  kategoriden birine tam olarak uyduğunu» söyleyebilir miyiz? Simone de Beauvoir, Sartre’ın toplumdan nefret ettiğini, ama bu nefret duygusundan nefret etmediğini söylüyor; Sartre ise kendisinin de-bir ürünü olduğu kentsoylu sınıftan ölünceye dek nefret edeceğini söylüyor. Yazılarındaki bu öfkeye benzer şey, kendi içinde bastıramadığı bir şeye karşı duyduğu nefret, ezilenlere duyduğu sevgiden daha baskın gibidir sanki. Kentsoyluların Fransa'sında, proleteryanın durumu düzelir, varlıklı bir devletten yararlanır duruma gelen işçiler sınıf kavgasına sırt çevirir, küçük birer kentsoylu olurlarsa, böyle bir ilerlemeden yana değildir Sartre; tersine, yığınlarda ortaya çıkan bu kent soylu ruhundan nefret etmeye başlayacak, «yeryüzünün yepyeni, hiç bozulmamış ezilmişlerini aramaya koyulacaktır. Sartre ve Frantz Fannon böylesi ezilmişleri sömürgelerde, (geri kalmış ülkelerin insanları arasında bulduklarını sanmışlardır; Sartre da, Avrupa’da kentsoyluluğun yıkılması için umudunu bu insanlara bağlamıştır.

Sartre'ın gözünde köktenci devrimin büyük umutları, kolayca elde ediliveren çıkarlar uğruna harcanmıştır. Ama Sartre'a ve çevresine baktığımız zaman ne görüyoruz? Onların kentsoylulara karşı duydukları nefret artık, her şeyi reddeden, kızgın yığınlarda yankılanmadığı için Amerikalılaşmış, aptallaştırıcı yığın uygarlığına,  yalancı doygunluklara ve gözleri iyi görmeyen bir ılımlılığa yönelmiştir. Aşırı Sol'dan, yığınlaşmış topluma saldıran aydınlarla, geleneksel değerlerin çökmesinden korktuğu için  yeni yığın toplumuna karşı Sağ'dan savaşan soyluları tutan aydınlar arasında benzerlikler görmeye başlıyoruz. Kendisini sözcücü saymaya başladığı kimselerden gelebilecek tepkileri göz önüne almadan bağlanan bir aydın bağlanmanın kolayca bağırmaya döneceği bir yalnızlığa itiliyor. 

Bağıran yazarların bazı özellikleri Sartre’da da vardır; Julien Gracq, Sartre’ın genellikle her şevi yadsıma eğiliminde olduğuna, bu eğiliminin, sonunda, onu kendi yapıtlarını ve ününü de yadsımaya götüreceğine inanıyor, insanın aklına Flaubert’in, zamanının vurdumduymaz kentsoylularına karşı duyduğu yatışma bilmez öfkesi geliyor. Sartre, yıllardır, kentsoyluların nefret eden ama kendisi de bir kentsoylu olan Flaubert üzerine bir kitap hazırlıyor; Sartre’ın Flaubert’in güçsüz öfkeleri arasında şaşırtıcı benzerlikler göze çarpıyor. Sonra, bir yanda güçsüzlükle öfke, öte yanda bağlanmayla değişme umudu arasında da birtakım iç bağlantılar var.

Sartre’ın en uzun yapıtı Jean Genet üzerine bir incelemesidir. Duyumları sadist SS’lere benzeyen kişileri yüzünden Genet’ye çoğu zaman Nazi denmiştir. Bu, tartışma götürecek bir görüştür; ama Genet’nin kendisini öfkeye kaptırdığı, Güç’e, güç gösterilerine tutkun olduğu, bu tutkusunun en olmadık; en sadist güçlere tapma biçiminde ortaya çıktığı da kuşku götürmez. Oysa Genet’nin Karalar’ı ve Perdeler’i «bağlanan oyunlar» sayılmış ve Sol’da büyük bir sevinçle karşılanmıştır.
Genet’nin oyunları edebiyat dışı bir görüşün doğmasına yol açmıştır. Yoksa bu iki tepki — bilinçli olarak düşünülüp bulunanlarla, duyguların koşulladıkları — arasında gidip gelme, son on yıl içinde sınıf kavgasının daha çok ırk kavgasına dönüşmesinden, deri rengiyle doyurulamayan istekler arasında kendiliğinden, kolayca doğuveren çakışmanın eylemci edebiyatın üslûbunu değiştirmesinden midir? Böylece Hitler'in «yabancı ırklar'ı tutsak ya da yok eden siyasal saplantısı, bu ilkel karşıtlıkların gittikçe daha büyük bir rol oynadığı bir dünyanın öncüsü oluyor, Genet, ezilen karaderililerle Cezayirli Arapların beyaz sömürücülerine karşı kazandıkları utkuyu kutluyor; bu utkuyu kendi utkusu sayıyor. Oysa Perdeler’de devriminutkusundan çok ölümün utkusudur gördüğümüz.

Amerika’daki kara edebiyat Richard Wright’ın Marx’çı-devrimci fikirlerinden, James Baldwin’in peygamberce yazılarına, oyunlarında beyazlardan öç almayı salık veren Kara Güç yazarı Leroi Jones’a dek uzanıyor. Sonra, toplumsal eleştiri romanlarından Senegal Cumhurbaşkanı Leopuld Senghor'un, Martinique milletvekili Aime Cesaire’in nigritude’ü yüceltmelerine dek uzanan, Fransızca yazılmış çok değişik karaderili edebiyatı var. Şimdi artık ortada eşitlik isteği değil, yalnızca negritude dolaşıyor. Bu, tanıdığımız bağlanmış edebiyattan bambaşka, coşkun bir edebiyattır; gene de amacı, siyasal bakımdan bir etki yaratmaktır.

Bağlanmış edebiyat, bütün insanların kardeş olduğu, bu yüzden de eşit olmaları gerektiği inancına dayanır. Toplumsal ayrılıkların — gelişmiş ve gelişmemiş ülkeler, ya da beyaz ırklarla öteki ırklar arasındaki çatışmalar biçiminde — uluslararası alana aktarılması, ulusların bu ayrımlar ya da ayrı olma hakkı içinde kendilerini bulma çabalarını .gösterir. Frantz Fannon, Afrikalılara Batı’ya öykünmekten vazgeçmelerini (yönetimleri kendilerine çok iyi maddî koşullar sağlayan sömürgecileri kovmanın ne yararı olacaktır!), kendilerine en uygun yaşama biçimini bulmalarını öğütler. Kara Güç edebiyatında bağlanmayla bağırma arasındaki ayırma çizgisi silinip gitmiştir.

Marx’çılığı zihinsel bir bağlanma, Faşizmi de duygusal bir tepki olarak alırsak, gelişmekte olan ülkelerde bu ikisi arasında gidip gelen hükümetlerin doğduğunu görürüz. Dünkü Sukarno ve Nkrumah, bugünkü Nasır — duygusal bakımdan koşullanarak bir öndere, yaşayan bir kurtarıcıya bağlanmakla toplumsal devrimci erekler arasındaki çizgi nereye gitmiştir? Ayrılıkların böylesine silinip gitmesi Avrupa ve Amerika’daki aydınların karşısına yepyeni bir sorun çıkarmıştır.

Bu yüzden sömürgeci bir imparatorluğun kalıntılarında, örneğin Peter Weiss’ın Lusitanische Popanz’ı gibi bir «bağlanmış» edebiyat örneğine rastlanabilir; ama kendilerine devrimci diyen eski sömürgelerde böyle bir şey olamaz artık.

Bu ülkelerin ayrı olma isteği Batı’daki solcular arasında duygusal bir birleşmeye yol açıyor. Sonunda bütün güçlükler yenilip birleşme sağlandığı zaman, bu, belli bir amacın peşinden birlikte koşmaktan çok, kendi tulumundan kaçış yolu oluyor. Alman öğrenciler Şah’dan nefret ediyor; Fransız öğrencilerse, Bolivya’daki yöneticilerden. Bu öğrencilerin karşı çıkışları her şeyi kapsayacak uluslararası bir birleşmenin belirtileri mi, yoksa kendi ülkelerindeki köktenci siyasetin başarı olanağından kuşkulanmalarını mı gösteriyor?

Tarih açısından bakarsak, daha aydınlanma sıralarında bağlanmış bir edebiyatın doğabilmesi için kentsoylu bir toplumun bulunması gerekiyordu : yerleşmiş ahlâk kurallarının, özellikle Kilise’nin yavaş yavaş yok olduğu, bu sırada kentsoyluların ve öteki sınıfların yöneldiği bir moral güç olarak yazarlarla aydınların yavaş yavaş ortaya çıkmakta olduğu bir toplum.

Yazarlar da yönetici gücün bir parçası, başka güçler arasında ya da 'başka güçlere karşi duran bir güç durumuna giriyor, neyin haklı neyin haksız olduğu konusunda öteki güçler gibi birtakım fikirler ediniyorlardı. Düşünsel ve toplumsal akılcılık arasında yakın bir bağlantı olduğuna inanıyor, akıl ve anlayışı yaymak isteyenlerin sözcüsü durumuna geçiyorlardı.

Aydınlar sessiz ve güçsüz sınıfların sözcüsü olabiliyor, ama bu grupların tam ya da yarı güçlü duruma geçmesiyle artık önderliklerini yitiriyorlar. Toplumcu devrimin ilk evrelerinde şaşırtıcı sayıda edebiyat eleştirmeni çıkmıştır ortaya; Laforgue, Franz Mehring, Plekhanov ve (Romanya’da) Dob-rogeanu Gherea gibi, Toplumcu Leon Blum’le komünist Gramsci’nin yazılarının büyük bir kısmı edebiyat eleştirisidir. Troçki’nin eleştiri yazıları iki kocaman cilt tutar. İngiltere’de İşçi Partisinin yenilenme hareketi Fabian’larla, Wells ve Shaw gibi yazarlarla çok yalandan ilgilidir. Bağlanmış edebiyat eleştirmenleri çoğu zaman, Almanya’da György Lukacs, Kurt Eisner ve Güstav Landeuar’un olduğu gibi, siyasal bağlanmanın öncüleridir. Edebiyatçıların dile getirdiği sessizler sınıfı gücü ele geçirdikten sonra artık ideolog değil,-'kendi çıkarlarını koruyacak kimseler istiyor. Sonra güçlü duruma geçen bu sınıfı da yazarlar artık acı çeken insanlığın bir parçası olarak göremiyorlar.

Yeni doğan güç çatışmaları, bağlanma isteğine yer bırakmıyor pek. Yazar yeniden, gerçekle baskı arasındaki o çözülmesi güç, gergin bağlantıya ve sonunda ister istemez toplumu anlamak ve anlatabilmek için toplumdan ne ölçüde uzak durması gerektiğini düşünmeye itiliyor. Hem Rousseau, hem de Marx’in ortadan kaldırmaya çalıştığı, tek başına insanla toplum içindeki insan, bireyle vatandaş arasındaki çatışma, bir kez daha ortaya  yazarın toplumsal bilincinin temeli oluyor.

Bazı Alman yazarları, özellikle Günter Grass, öfkelenmeden bağlanmaya çalışıyorlar. Grass ılımlı bir işçi partisi çerçevesinin dışına çıkmadan bir yenilenme yaratma çabasında. Orwell'in salık verdiği o romancıyla siyasal bakımdan bağlanmış vatandaş ayrımını gözetse de Grass’ın tutumu, «bağlanmış» yazarın ne denli sınırlı olduğuna iyi bir örnek. Toplumcu Demokrat Parti’yi desteklemeye çalışırken Grass, kendi gözünde SPD’yi Almanya’daki öteki partilerden ayıran bütün etkenleri vurgulamış oluyor — oysa bu parti de seçmenleri, kendisinin de ötekiler gibi bir parti olduğuna, « yazarlar »dan başka herkesin Hristiyan Demokratlarla işbirliğine gitmek istediğine inandırmaya çalışıyordu. Bu da gösteriyor ki bağlanan bir yazar bazı moral koşullar olmaksızın çalışamaz; bu koşulları kendisi için koymasa bile «dürüstlük» gibi bazı genel değerleri varsaymak zorundadır; oysa bu gibi koşullar onların hizmet etmek istediği yönetimin bağışlamak isteyeceği şeylerin çok ötesine geçer.

Times Literary Supplement'da (Londra) Hans Magnus Enzensberger Alman yazarlarından Grup 47’nin «bağlanmasının» tam bir başarısızlık örneği olduğunu, çünkü ilerlemeye yönelen hiçbir yolun artık devrimci olmadan edemeyeceğinin iyice anlaşıldığını yazıyor.

Enzensberger 1966’da Peter Weiss’a verdiği cevapta, uzak yerlerdeki devrimlerden yana olan bu yalancı-eylemcileri kıyasıya eleştiriyor :

Bizim kendimize seçtiğimiz örnekler onların ezilmişlerle nasıl birlik olduğunu daha iyi çıkarıyor ortaya. Onlar, inançlarını açıkça ortaya koyuyorlar. Oysa biz rahat evlerimizde oturuyoruz. Bütün yaptığımız yazmak. Belki -Küba'ya, Sovyetler Birliği’ne gidiyoruz, ama konuk olarak; belki Leipzig’de halka konuşmalar yapıyoruz, ama trene binip tıpış tıpış geri Batı Almanya’ya dönüyoruz.
Bütün bunlar kuramdan, kuru sözden öteye geçmiyor. Olsa olsa televizyona çıkıyor, birkaç gösteri yapıyoruz. Bir de toplumculuğun nabzını yoklamak için çıktığımız gezilerde uçak paramızı kendimiz ödüyoruz— Vietnam’a ya da Peru’ya gidin de yirmi yıl devrimci savaşın içinde yaşayın bakalım! Burada olanlarla orada olanların «temelde aynı şey olduğunu sanıyorsunuz. Ben hiç de öyle düşünmüyorum. Angola'daki bir maden kuyusunda ölmekle, Angolalı maden işçileri üzerine bir istatistiği okumak aynı şey değildir bana göre. Sizin yaptığınız yalnızca istatistikleri okumak, beyler, benimki de öyle. Çevresine inanç dolu bildiriler yaymak her kula nasip olmuyor işte. Peter Weiss’la
ona katılanlar benden neye inandığımı açıkça söylememi istediklerine göre, onların ve benim göğüslerimizde çarpan birbirinden çok ayrı yüreklerin siyasal bakımdan hiçbir değeri olmadığını' söyleyeyim şimdi kendilerine. Sol, moral bakımdan yeniden silâhlanmaya girişmese de olur benim için. Ülkücü değilim ben. Tartışmayı kuru inançlardan üstün tutuyorum. Kuşku, duygulara kapılmaktan iyidir benim gözümde. Devrimci gevezeliklerden iğreniyorum.

Enzensberger’in New York Review of Book'da yayımlanan ve Birleşik Devletler’den ayrılarak bir süre Küba’da kalmak istediğini bildiren mektubu, kendisinin 1966’da saldırdığı Peter Weiss’ın tutumuna pek benziyor. Vietnam Savaşı’na karşı girişilen savaşta Amerikalı aydınlarla Üniversitelerin başı çektiğini unutmamak gerekir. En büyük siyasal ayrılıkların çatışma alanı olduğu bir sırada, Birleşik Devletleri, yalancı erkinlikçiliğe sarılmış bir dikili taş saymak bana biraz Tötonca ve romantik bir davranış, siyasete karşı olan birisinden beklenecek bir tepki gibi geliyor. Enzensberger'in daha sonra "söylediği bir şey de, onun ilk yazılarının belirgin bir özelliği olan oran duygusunu yitirdiğini gösteriyor. Almanya'nın, Yahudileri, işine gelmeyenleri ortadan kaldırmayı amaç edinen bir yönetim istediğini söylüyor Enzensberger. Bu yönetim sürekli olamamıştır, «öğrencilere, genç işçilere dayak atan bir hükümetin de yaşamasına izin verilmemelidir.»

Bugünün Batı Almanya’sında öğrenciler ve genç işçilere yapılanlarla Hitler zamanında Yahudilerin başına gelenleri karşılaştırmaya kalkmak bana — belki başkalarına da -— hiç de yerinde 'görünmüyor. Spieğel’ın yaptığı bir nabız yoklamasında, Solcularla birlikte pek çok yazar Enzensberger'in onun Peter Weiss’a verdiği cevabı vermiştir.

Başkaldıran nefretle devrimci fikirler, dışavurumla sorumluluk arasında gidip gelme Sartre’da açıkça görülür. Oysa Faşizme yakın düşen yazarlarda — Ezra Pound, D. H. Lawrence, Lewis, Yeats — öfkeden, yalnızca başkaldırma ve bağırmadan da fazla bir şeyler buluruz. Celine’in tersine Pound, yalnızca saplantılarıyla kalan birisi değildir. Kapitalizmin kötü yanlarını açıklamaya yarayacak bir görüş ararken Pound, Nasyonal Sosyalizmin ilk evrelerine benzeyen toplumsal-kredi hareketini bulmuştur. Pound bu hareketi İnatçı_ bir kararlılıkla desteklemiştir. Yalnız kapitalciliğin kötü yanlarını yermekle yetinmemiş, bunları giderme yollarını da bulmaya çalışmıştır. Bu konuda-çok yanlış bilgilere dayanmış ya da her şeyi çok basite indirgemiş olabilir — eskiden düştüğü yanlışları kimse Pound'un kendisi ölçüsünde sert eleştirmemiştir ama gene de Pound toplumu ve ekonomiyi anlamaya çalışmıştır..  

Toplumculuğu- seçen ve sayısı oldukça kabarık olan yazarların ekonomik sorunları Pound’dan daha iyi anlayıp daha derinden gördükleri söylenebilir mi? Hiç değilse bu soruyu soralım kendimize Toplumculuk, yalnızca ekonomik aksaklıkların giderilmesi değildir, doğru; apaydınlık bir gelecek demektir toplumculuk. Bununla birlikte toplumu iyice anlama olanağı — Ansiklopedicilere bugün bile açık olan ve onların değişmeyi salık verirken dayandıkları tek olanak — artık uzman olmayanlara gittikçe kapanıyor. Moral konulara eğilirken, bağlanmayla uzmanca bilgiye sahibolma arasındaki uçurum geçerli bir Ölçüt olmayabilir artık; ama her şey öylesine değişiyor ki! Bertolt Brecht, Walter Benjamin’le yaptığı konuşmalarda, toplumculuk içinde Orta Çağ monarşisine benzer bir şeyin yeniden doğabileceğinden söz etmiş, bu nedenle, Stalin’in imparatorluğunda garip, gizemli bir güçle işbirliğine gidebilecek bağlanma sorununa bütün yanlarıyla değinmiştir.

Bağlanmış edebiyatın sömürge, yarı sömürge, ya da sömürge olmayan ülkeler halkına yayılması başka bir sorundur, Komünistlerce yönetilen Doğu ülkelerine yayılmasıysa bambaşka bir sorun; bu öylesine geniş ve karmaşık bir konudur ki, burada yalnız adını anabiliriz. Bu gibi ülkelerde, yazarlar bireysel özgürlükleri, her şeyden çok da anlatım özgürlükleri için yasalara dayanan bir temel yaratmayan çalışmışlardır. Bağlanmaları yazar olarak kendi çıkarlarıyla ilgilidir, ama bu çıkarların da ötesine geçer. Bu ülkelerde — özellikle Çekoslovakya’da — halktan gelen tepkide yazarlar, yığınların ve ilerlemenin geleneksel sözcüleridir ve devlet gücünün ve bağnazlığın karşısında durmaya çalışırlar. Prag’a giren Rus tankları Yazarlar Birliği’nin ve Bilim Akademisinin önünü tutmuşlardır, işgalcilerin gözünde buralar önceliği olan yerlerdi. 

Bu konuda garip bir çelişme çıkar karşımıza: Batılı yazarlar işçi sınıfını küçük kazançlarla yetindikleri, bütün toplumsal sorunları içine alan büyük «çözüm yolu»nu göremedikleri için eleştirirler, işçiler, gerçek çıkarlarının nerede olduğunu artık göremeyecek durumda olsalar bile, yazar kendisini bu çıkarların temsilcisi sayabilir. Sayıca belki çok azdır böyle yazarlar, ama sayısız insanın hayatına malolacak bir savaş tehlikesini sezip de bu tehlikeye karşı çıkanlar da gene bunlardır. 

Oysa Sovyetler Birliği’nde, bağlanan yazarlar yalnız bireyin alınyazısı gibi önemsiz şeylerle uğraşmak, asıl büyük sorunu görememekle suçlanırlar. Seven in The House’ın yazarı Vitali Simone’un anlattığı acınası koşulların gerçekten bulunabileceğini, ama bunların bir yazara yaraşacak konular olmadığını, çünkü o zaman yazarın küçük gerçekler peşinde koşarken «büyük gerçekler»! —- yani toplumculuğun ilerlemesini — gözden kaçırdığını yazmaktadır. Rusça’da bu iki gerçeğin bile ayrı adları vardır: istina: küçük gerçek, pravdâ: büyük gerçek.

Bu yüzden bağlanmanın, bugün bile birbirinden bütünüyle ayrı çıkış noktaları vardır. Komünist yönetim altında bile görülebilir bu ayrımlar. Sinyavski, Yevtuşenko’ya katıldığını bildiren bir yazı yayımlamış ve o zamandan bu yana ağır işe sürülmüştür. Sinyavski’nin eleştirileri, düşünüp taşınarak bağlanmayla duygusal tepkiler arasındaki ayrımı açıkça ortaya koyan Yevtuşenko da, Stal'n zamanında kamplara sürülenlerle — sanki kendileri bambaşka insanlar, birisi suçsuz, öteki bütünüyle Suçluymuş gibi — onları -kamplara sürenler arasındaki ayrımı belirtir. Sinyavski böyle ayrımların anlamsız olduğunu savunmuştur — kendi alınyazısı da bu ayrıma acı bir anlam katmıştır. Başkalarını kampa sürenlerin sonu da çoğu zaman kampa sürülmek olmuştur. Kıyanla kıyılan arasındaki ayrım çoğu zaman raslantıdan başka bir şey değildir ve suç ya da suçsuzluk gibi yalın kavramlarla açıklanamaz. Hannah Arendt’in kötülüğün çok sıradan bir şey olduğu yolundaki yorumunu anımsatan bu tartışma akılcı Bağlanmayla salt öfke arasındaki ayrımı bir kez daha doğrular. Şunu da unutmamamız gerekir ki burada ayrımı gözeten kişi, aynı zamanda kıyılan kişi olmuştur.

Bağlanan ve bağıran yazarlar sorunu hem -salt edebiyat, hem de edebıyat-dışı şeylerin dünyasıyla da ilgili bir konudur. Her iki dünyada yaşayan insanlar da fildişi kulelerine kapanıp kalmak istememektedirler — bu fildişi kule simgesinin nasıl olup da Kutsal Kitap’daki  ilahilerden çıkıp «bağlanmayan» şairin evi olduğunu bir türlü anlayamıyorum! Böylece susku» bir kez daha iyi bir şey oluyor.

«Bağlanma» durumunu etkili kılan öğe, günlük olaylara karışma değildi. Yazarda belli bir ölçülülük ve uzaklıktır. Bu yüzden bağlanma — bir sürü  cansıkıcı şeyle uğraşacağına soylu nedenlere yönelmiş olur -— Zola’nın Dreyfus’ün haklı olduğunu kanıtlamak için, çalışması, Romain Rolland’ın, gözü hiçbir şeyi görmez olmuş ulusal nefret duygularına karşı savaş açması gibi.

Bağıran yazarlarsa, görünüşte toplumcu olsalar da, tanımları gereği yalnızdırlar. Kendi öfkeleri, kendi korkularının, kendi yıkım güçlerinin tutsağıdırlar. «Salt edebiyat» açısından bağlanan yazarlar da bağıran yazarlar da güçlerini boşa harcamaktadırlar; birçok edebiyat tarihçisi bu iki tür yazarın ölçülü davranmalarını dilemiştir. Ama bu dilek, yazarın her şeyden önce bir insan olduğu, kendisini işinden uzaklaştıracak, yaratma çabasını engelleyecek ya da onu doğrudan doğruya edebiyat dışı amaçlar peşinde koşmaya itecek her şeyi bir yana atabilmesi gerektiği inancından doğmaktadır. Oysa Dante’den tutun da Hochhuth’a dek hiçbir yazarın, sevmediği Papaları cehenneme sürmek istemesine engel olunamamıştır.

Bir yazarın kendisini büyük bir amaca, büyük bir fikre adamasının ilkel önyargılara ya da kırgınlıklara kurban olmak ölçüsünde zararlı olmayacağı söylenmiştir. Bu inancı son olarak Stephen Spender, «Partisan Review>-nun 1967 Yaz sayısında «Yazarlar ve Siyasa» adlı denemesinde savunmuştur. Spender, İç Savaş sırasında İspanya’ya koşan bağlanmış İngiliz yazarları geleneğine bağlıdır. Geriye baktığında, Spender kendi kuşağını ve inancını paylaşan yazarların, edebiyata, Pound, Eliot, D. H. Lawrence ve Yeats’den, yani geleneğe bağlı, zaman zaman da gerici olan yazarlardan, daha büyük kötülük ettiğini görmüştür. Bu konuda şöyle der :

Kendi özel dünyalarına kapanmış gibi göründükleri bir devrede şairlerin uygarlaştırıcı bir amaca hizmet ediyorum diyerek kendilerini sıradan eylemlerin heyecanına kaptırıvermeleri anlaşılmayacak bir şey değil. Ama: «gericilerin gericiliği, yapıtlarının gücünden değil, zayıflığından gelmektedir. Biz (burada biz derken otuzların yazarlarını düşünüyorum) şimdi geriye baktığımızda onlara saygı duyuyoruz, o zaman da duyuyorduk. Bizim, onları, işlerine daha çok bağlı büyük bir sanatçı kuşağı olarak değerlendirdiğimizi bilmek önemlidir. Onları böyle görmemiz kendi kuşağımızı daha tek amaçlı saymamıza ama aynı zamanda belki de yepyeni bir konu olan toplumsal durumla uğraşmamıza yol açmıştır. Tuttuğumuz bu yolun bizi daha iyi yapıtlar vermeye götüreceğini sanıyorduk; ama beri yanda şairlerin hiç durmadan uygarlığın sonunu anlatan (esoteric şiirler yazmaya devam edemeyeceklerini de biliyorduk. Gene de onların sonu bizim başlangıcımız oldu... Erkinlikçiler, ilericiler, Faşizme karşı olanlar geleceklerini, bu uygarlığın değerlerine, gericilerin geçmişteki değerlere bağlanması ölçüsünde, bağlayamazlardı... Gericiler geçmişteki değerlere tutkuyla bağlıydılar. Bu geçmiş tutkusu onları yanılttı; düzeni savunan her kara çizmeli çavuşun ya da her lâf ebesinin peşinden sürükledi. Ezra Pound’da da gördüğümüz gibi bunun sonu çok acıklı olabiliyordu bazan. Ama onlar edebiyatı siyasete yem yapmadılar... Faşizme karşı olan yazarların yaptığı gibi, görevlerini bir yana itip önemsememezlik etmediler.

Böylece bağlanan yazarlar sandıklarından da büyük bir özveride bulunmuş oluyorlar; açıkça söylemek gerekirse edebiyatçı olarak bütünlüklerini tehlikeye atıyorlar. Bu şaşırtıcı fikir benimsenebilir mi? Bunun karşıtını doğrulayacak sayısız örnek geliyor insanın aklına : Orwell, Camus, Silone, bir bakıma Brecht. Siyasal baskıyla siyasal özgürlük nasıl yanyana olabilirse, baglanmayla edebiyat da her bakımdan kopmuş, bağdaşmaz şeyler değillerdir ne de Spender’in kendi kuşağını eleştirirken nerdeyse mazoşizme varan tutumu da yabana atılamaz. Bağlanan Solcu yazarlar belli düşünsel düzenleri bütünüyle benimsiyorlar ve bu düzenler onların yapıtlarına, öfkenin bağıran yazarların yapıtlarına kattığından, daha başka bir renk kazandırıyor.. Edebiyata edebiyat dışı kesin düşünsel amaçların katılması, hiç de her şeyi kapsayıcı bir şey olmayan öfke ve önyargıya göre çok daha büyük etkiler yaratabiliyor.

Kategorileri-bir yana atma sırası gene geldi. Yazar adını almaya hak kazanan herkes özgün bir varlıktır. Geleneklere bağlı, bağlanan yazarların yapıtları, bağıran yazarlarınkine göre daha büyük bir zekâ ürünüdür. Zekânın içine de kendini koparabilme, kendisiyle alay etme, düzenlere bağlanmama olanakları da girer. Ayrımımızın ya da oyunumuzun sonuna geldiğimize göre, her iki kategorinin de -"engage ve enrage"- önce yazarları türlere ayırma, sonra da değişik tarihsel durumlar ve toplumlar bakımından bir anlamı olduğuna inandığımı söyleyebilirim. Siyasal bakımdan bağlanan yazarlar bugün kendilerine dönük bir eleştiriden (alaydan) kurtulamıyorlar. Bu alayı yapıtlarına sokabilenler günümüzün Aydınlatıcıları olmaya en yakın düşen yazarlardır. Bizim de böylelerine ihtiyacımız var.


Çeviren: Yurdanur Salman

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder