SEBASTIAO SALGADO'NUN FOTOĞRAFLARI

SEBASTIAO SALGADO'NUN FOTOĞRAFLARI

Işık Çöplüğün Sırrıdır

Edouardo Galeano




1

Bu fotoğraflar, trajik bir ihtişamla dolu bu figürler, umutsuz bir heykeltıraş tarafından taşa ya da ahşaba mı işlendiler? Bu heykeltıraş fotoğrafçı mı? Yoksa tanrı mı, ya da şeytan, ya da yeryüzü gerçekliği mi?

Kesin olan tek bir şey var; bu figürlere etkilenmeden bakmak çok zor. Kimsenin omuz silktiğini, kör ve uzak, başını çevirip hiçbir şey yokmuş gibi ıslık çalarak uzaklaşabildiğini sanmıyorum.





2

Açlık açlığın öldürdüğü insana benziyor. İnsan insanın öldürdüğü ağaca benziyor. Ağaçların kolları var, insanların da dalları. Sıska, kuru bedenler: Ağaçlar kemiklerden yapılmış; insanlar, güneşte büzülmüş köklerden ve budaklardan. Ne ağaçların ne insanların yaşı belli. Hepsi binlerce yıl önce, kim bilir kaç yıl önce, doğdular ve ayaktalar, onları bir başına bırakan göğün altında açıklanamaz bir biçimde ayaktalar.





3

Dünya o kadar hüzünlü ki, gökkuşağı bile siyah beyaz çıkıyor ve o kadar çirkin ki, can çekişenlerin peşindeki akbabalar hemen üstlerinde uçuyor. Birisi Meksika'da şarkı söylüyor:

Hayat lavabodaki pislik gibi, giderden akıp gidiyor.

Ve biri Kolombiya'da konuşuyor:

"Hayatın bedeli arttıkça artıyor, hayatın değeri düştükçe düşüyor"

Ama ışık çöplüğün sırrıdır ve Salgado'nun fotoğrafları bize bu sırrı anlatıyor.

Görüntü çözeltinin sularını emip ışık sonsuza dek gölgede sabitlenince, zamandan ayrılan ve sonsuza dönüşen tek bir an oluyor. Bu fotoğraflar, çıplak dünya gerçeğine ve o gerçeğin gizli pırıltısına tanıklık etmek için yaratıcısından ve gösterdiği kahramanlardan sonra da yaşamayı sürdürecekler. Salgado'nun kamerası vahşi karanlıkta hareket ediyor; ışık arayarak, ışık avlayarak. Işık gökyüzünden mi düşüyor, yoksa bizden mi çıkıyor? Bu ışığın yakalandığı an, bu ışıltı, fotoğraflarda bize görülmeyeni ya da görülen ama fark edilmeyeni açıklıyor: Fark edilmeyen bir varlığı, güçlü bir yokluğu. Bize, yaşama acısının ve ölüm trajedisinin kendi içinde insanın dünyadaki macerasını ipotekten kurtaran kudretli bir büyüyü, ışıltılı bir gizemi sakladığını haber veriyor.








4



Henüz ölmemiş bir ağız, bir testinin ağzına asılı. Parlak, beyaz testi; bir meme.

Bu çocuğun, bu adamın, bu ihtiyarın boynu birinin elinin üstünde uzanıyor. Henüz ölmemiş ama terk edilmiş boyun, kafanın ağırlığını taşıyamıyor.


5



Salgado'nun fotoğrafları insan acısının çok yüzlü bir portresini sunuyor. Aynı zamanda bizi insan onuruna saygı duymaya davet ediyorlar. Bu açlık ve acı görüntüleri yabani bir açık yürekliliğin ürünleri ama aynı zamanda saygılı ve edepliler. Sefalet turizmiyle hiçbir ilgileri yok. Bu çalışmalar insan ruhunu lekelemiyorlar, onu açıklamak için ona nüfuz ediyorlar. Bazen Salgado neredeyse ceset olan iskeletler gösteriyor; onlara kalan tek şey onurları. Her şeyleri ellerinden alınmış ama onurları var. O açıklanamaz güzelliğinin kaynağı orada. Bunlar ölüme dair değiller, sefaletin müstehcen teşhirciliği değiller. Burada dehşetin şiiri var, çünkü onur duygusu var.

Bir keresinde bana Endülüs'te sepetindeki midyeleri satarak sokaklarda dolaşan çok yoksul bir balıkçıyı anlattılar. Bu balıkçı bütün midyelerini almak isteyen genç bir beye midyelerini satmak istememiş. Küçük bey balıkçının istediği parayı ödeyecekmiş ama balıkçı midyelerini satmayı kabul etmemiş; küçük beyin hiç hoşlanmadığı basit bir nedenle.


Basitçe şöyle demiş:

"Kendi açlığımda emirleri ben veririm."


6




Arkadaşının mezarına uzanmış bir köpek var. Başını kaldırmış, yanan mumların arasında dostunun uykusuna bekçilik ediyor.






Yıkıntılar arasında bir otomobil var; içinde yapma bir çiçeğe bakan gelinlikli siyah bir kadın.













Fabrikalarda; bağırsaklar ya da dev boa yılanları olan borular var.






7

Salgado insanların fotoğrafını çekiyor. Gelip geçen fotoğrafçılar hayaletlerin fotoğrafını çekiyorlar.

Tüketim nesnesine dönüşmüş sefalet, hastalıklı bir zevktir ve çok para getirir. Refah pazarında, sefalet iyi para eden bir maldır.

Tüketim toplumunun fotoğrafçıları olay yerinde biterler ama içeri girmezler. Umutsuzluk ya da şiddet sahnelerine gelip geçici ziyaretlerinde, uçaktan ya da helikopterden inerler, düğmeye basarlar, flaşın kıvılcımı patlar: Fotoğrafı hızla çekip kaçarlar. Görmeden bakarlar ve görüntüleri hiçbir şey demez. Dehşet ya da kanla kirlenmiş bu ödlek fotoğraflar karşısında, dünyanın talihlileri timsah gözyaşları dökebilirler, kendi evrenlerinin düzeninde hiçbir şey bozulmadan birkaç kuruş, birkaç merhametli sözcük sarf edebilirler. Bu kara derili düzülmüşleri, tanrı tarafından unutulmuşları, köpeklerin işediklerini izlerken herhangi bir Bay hiçkimse içten içe mutluluk duyabilir: Hayat, bunlarla karşılaştırılınca, bana o kadar da kötü davranmadı doğrusu. Cehennem cennetin faziletlerini olumlamaya hizmet eder.

Hayırseverlik dikeydir, aşağılar. Dayanışma yataydır, yardım eder. Salgado içeriden fotoğraf çekiyor; dayanışarak. Sahra çöllerindeki açlığı fotoğraflamak için orada on beş ay boyunca çalıştı. Latin Amerika üzerine bir avuç fotoğrafı bir araya getirmek için yedi yıl yolculuk etti.



8



 Sierra Pelada madencilerinin çamurdan bedenleri. Brezilya’nın kuzeyinde, yarım milyon insan çamurun içine gömülü altını arıyor.




Çamurların içinden dağa tırmanıyorlar, bazen ayakları kayıyor ve düşüyorlar; düşen her yaşamın düşen bir taş parçasından daha fazla önemi yok. Bir madenci sürüsü tırmanıyor.








Firavunlar döneminde piramitlerin inşasından görüntüler mi bunlar? Bir karınca ordusu mu? Karınca mı, kertenkele mi?













Madencilerin kertenkele derisi var, kertenkele gözleri. Açlıktan ölenler, dünya zoolojisinde mi yaşıyorlar?












Salgado'nun kamerası yaklaşıyor ve insan yaşamının ışığını trajik bir yoğunlukla ya da hazin bir tatlılıkla açığa çıkarıyor. Bir el yaklaşıyor, hiçbir yerden gelen bu el açılıyor ve kendini yokuşu çıkan, sırtındaki yükten iki büklüm olmuş madenciye sunuyor. Bu el Mikelanjelo'nun o ünlü freskinde ilk insana dokunan ve dokunarak onu meydana getiren ele benziyor. Sierra Pelada'nın ya da Golgota'nın yükseklerinde yol alan madenci bir haça dayanıyor ve dinleniyor.



9

Bu mülksüzleşmiş bir sanat. Yeryüzünün çıplaklarını söyleyen çıplak bir dil. Bu görüntülerde hiçbir şey fazla değil; mucizevi bir biçimde retoriğin, demagojinin, hoyratlığın uzağında.

Onun için kolay olsa ve şüphesiz ticari olarak kârlı olsa da Salgado taviz vermiyor. Evrenin en derin hüznü avuntusuz, şekerlendirilmeden ifade ediliyor. Salgado Portekiz dilinde tuzlu demek.

Salgado’nun özenle kaçındığı pitoreskizm, darbelerinin şiddetini hafifletebilir ve Üçüncü Dünya'nın sonuçta öteki dünya olduğunu olumlamaya katkıda bulunabilirdi: Tetikte bekleyen, tehlikeli bir dünya, ama aynı zamanda nadir görülen hayvanlardan oluşan bir sirk gibi sempatik.

10


Gerçeklik simgesel bir dille konuşur. Her parça bütünün bir metaforudur. Salgado'nun fotoğraflarında simgeler kendilerini içeriden dışarıya gösteriyorlar. Sanatçı simgeleri, cömertçe gerçekliğe yüklemek ve gerçekliği onları kullanmaya zorlamak için kendi zihninden üretmiyor. Gerçekliğin kendini mükemmel biçimde ifade etmek için seçtiği bir an var: Salgado'nun kamerasının gözü onu soyuyor, zamandan söküyor, onu görüntü yapıyor ve görüntü bir simgeye, bizim zamanımızın ve bizim dünyamızın bir simgesine dönüşüyor. Ağzını açmadan haykıran bu yüzler artık "öteki" yüzler değil. Artık değil: Hiç rahatsız olmadan bakılabilen nadir ve uzak yüzler değiller artık; sadaka vererek vicdanları rahatlatmaya yarayan zararsız bahaneler değiller. Hepimiz, bu ölü ama aynı zamanda yüzyıllar ya da binyıllardan beri inatla canlı kalan varlıklarız: Bu ölüler, fotoğraf için poz verirken canlıymış gibi yaptıkları için değil en derinlerinde sakladıkları o acılı ışıltıları sayesinde canlı kaldılar.

Eski Ahit'ten çıkmış gibi görünen bu görüntüler aslında yirminci yüzyılda insanlık durumundan portreler; bizim Birinci Dünya olmayan ama Üçüncü Dünya ya da Yirminci Dünya da olmayan tek dünyamızdan simgeler. Bu görüntüler, bu portreler, güçlü sessizlikleriyle, burjuva düzenini her şeyin dışında tutan ve bu düzenin iktidar ve miras hakkını kollayan riyakâr sınırları sorguluyorlar.


11


Ölümü gören, ona bakmak istemeyen ama gözünü alamayan bir çocuğun gözleri. Ölüme mıhlanmış, ölüm tarafından yakalanmış gözler: O gözleri, o çocuğu götürmeye gelen ölüm: Bir cinayetin güncesi.


12



Beş dakikadır beyaz sayfanın karşısında sözcükler arıyorum. Bu beş dakikada dünya silahlara on milyon dolar harcadı ve yüz altmış çocuk açlıktan ya da iyileştirilebilir hastalıklardan öldü. Yani: Benim şüpheye düştüğüm bu beş dakikada, yüz altmış çocuk savaşların en savaşında, en sessizinde, açıklanmayanında, adına barış deneninde, kimse cezasını ödemeden katledilebilsin diye dünya silahlara on milyon dolar harcadı.


Toplama kampından bedenler. Bunlar açlığın Auschwitzleri. Bir insan soyunu arılaştırma sistemi mi? Tavşanlar gibi üreyen alt ırklara karşı gaz odaları yerine açlık kullanılıyor. Bu arada, nüfus düzenleniyor. Atom bombası Hiroşima ve Nagazaki'de korku barışının açılışını yaptı. Dünya savaşlarının yokluğunda, açlık nüfus patlamasıyla çarpıştı. Bu arada yeni bombalar açları gözetliyor. Bildiğimiz kadarıyla her insan yalnızca bir kez ölebilir ama stoklanan nükleer silahlar her bir insanın on iki kez ölmesine yol açacak miktarda.

Açlığı öldürmek yerine açları öldüren ölüm musibetinden mustarip bu dünya, bütün insanlığa yiyecek olarak vermeye fazlasıyla yetecek kadar besin üretiyor. Ama bazıları açlıktan ölüyor, bazıları hazımsızlıktan. Ekmeğin gaspını garanti etmek için dünyada doktorlardan yirmi beş kat fazla asker var. 1980'den beri yoksul ülkeler askeri harcamalarını artırdı ve kamu sağlığı harcamalarını yarı yarıya düşürdü.

Afrikalı bir ekonomist, Davison Budhoo Uluslararası Para Fonu’nu ihbar ediyor. Başkana veda mektubunda şöyle diyor: "Kan çok fazla, siz de biliyorsunuz. Nehirler gibi akıyor. Beni tamamen kirletti. Bazen sizin adınıza yaptığım şeyleri temizlemek için dünyada yeterince sabun olmadığı duygusuna kapılıyorum."

13



Ölü hayvanların kurumuş postları gibi evler. Battaniyeler kefen, kefenler de yararsız meyveleri ve zayıf canlıları sarmalayan kuru kabuklar. Denkleri yüklenen insanlar, insanları yüklenen denkler. Zorlu acılarla dağlarda yürüyen, sırtlarında taşıdıkları ve sırtlarının bir parçasına dönüşen taş lahitler gibi büyük kütükler yüzünden iki büklüm taşıyıcılar. Ama onlar bulutların üzerinde yürüyor.

14



Üçüncü Dünya, "öteki" dünya, yalnızca aşağılamaya ve acımaya layıktır. Nezaket kuralları gereğince ondan çok az bahsedilir.

Eğer AIDS Afrika'dan hiç çıkmasaydı, bu yeni hastalık fark edilmeyecekti. AIDS'in Afrika'da binlerce milyonlarca insanı öldürmesi çok az önemli olacaktı. Bu haber değildir. Üçüncü Dünya denilen yerde hastalıktan ölmek "doğal"dır.

Eğer Salman Rushdie Hindistan'da kalsaydı ve romanlarını Hindu, Tamil ya da Bengal dilinde yazsaydı hakkında ölüm fermanı verilmesi kimsenin dikkatini çekmeyecekti. Örneğin Latin Amerika ülkelerinde pek çok yazar yakın zamandaki askeri diktatörlükler tarafından ölüme mahkûm edildi, idam edildi. Avrupa ülkeleri Rushdie'nin mahkûmiyeti karşısındaki öfkelerini ve protestolarını ifade etmek için büyükelçilerini İran'dan çektiler; ama Latin Amerikalı yazarlar mahkûm edilip idam edildiklerinde Avrupa ülkeleri büyükelçilerini çekmediler. Çekmediler, çünkü elçileri katillere silah satmakla meşguldü. Üçüncü Dünya denilen yerde kurşunlarla ölmek "doğal"dır. İnsanlığı iletişimsiz bırakan büyük iletişim araçlarının bakış açısına göre, Üçüncü Dünya'da hayvanlardan yalnızca iki ayağı üzerinde yürüdüğü için ayırt edilen üçüncü sınıf insanlar yaşar. Sorunları doğaya aittir, tarihe değil: Açlık, hastalık, şiddet, doğal işleyişin bir parçasıdır.



15


Taş heykellerden bir Haç Yolu. Etten ve kemikten insanlardan bir Haç Yolu. Çölün tepelerinde dolanan şu sıska çocuk İsa'nın uysallığına mı sahip? İsa'nın acılı güzelliğine? Yoksa doğduğu yere doğru yürüyen İsa mı sahiden?


16




Açlık yalan söyler: Çözülemez bir sır yada tanrıların intikamıymış gibi görünür. Açlık maskelenmiştir, gerçeklik maskelenmiştir.

Fotoğrafçı olduğunu keşfetmeden önce, Salgado iktisatçıydı. Sahra'ya iktisatçı olarak geldi. Orada ilk defa gerçekliğin gizlenmek için kullandığı deriye nüfuz etmek için kameranın gözünü kullandı.
Ekonomi bilimi, maskeler konusunda ona çok şey öğretmişti. Ekonomide hiçbir şey asla göründüğü gibi değildir. Rakamlardaki iyi durumun insanların mutluluğuyla çok az ilgisi vardır ya da hiç yoktur. Varsayalım ki iki kişinin yaşadığı bir ülke var. Kişi başına düşen gelir, varsayalım, 4000 dolar. Bu ilk bakışta hiç de kötü değildir. Ama bu ülkede yaşayan iki kişiden biri 8000 dolar alıyor, öteki hiçbir şey. O zaman bu adam ekonominin gizli bilimlerini anlayanlara sorabilir: "Payıma düşen geliri nereden alabilirim? Hangi bankadan ödüyorlar?"

Salgado Brezilyalı. Brezilya'nın gelişmesi kaç kişiyi geliştiriyor? İstatistikler şu son otuz yılda, özellikle uzun diktatörlük yıllarında açık ekonomik büyüme göstergeleri kaydettiler. Ama 1960'ta her üç Brezilyalıdan biri kötü besleniyordu. Şimdi her üç Brezilyalıdan ikisi kötü besleniyor. Terk edilmiş on yedi milyon çocuk var. Ölen her on çocuktan yedisini açlık öldürüyor. Brezilya dünyanın dördüncü yiyecek maddesi ihracatçısı, dünyada yüz ölçümü olarak beşinci sırada, açlıkta ise altıncı.

17




Göçebe kervanları, can çekişenler, Afrika çölünde dolanıyorlar; umutsuzca yenilebilecek bir ot ya da böcek arayarak. İnsan mı bunlar, yoksa hareket eden mumyalar mı? Rüzgârdan deforme olmuş yürüyen taş heykeller mi; ölmüşler mi yoksa uyuyorlar mı; belki canlılar, belki ölüler; belki aynı anda hem canlılar hem ölüler?



Bir adam kollarında oğlunu ya da eskiden oğlu olan kemikleri taşıyor, bu adam yalnızlığa çakılı, yüksek ve güçlü bir ağaç. Yalnızlığa çakılı, gölgeli bir ağaç uzun dallarını hareket ettirerek havayı okşuyor, en yüksek dallarıysa bir omza ya da kucağa eğilmiş bir kafa. Can çekişen bir çocuk son bir hamleyle elini oynatmayı başarıyor, okşama hareketi, okşayarak ölüyor. Şu yürüyen ya da rüzgâra karşı sürüklenen kadın, kanatları kırık bir kuş mu? Yalnızlıkta kollarını iki yana açmış şu korkuluk, bir kadın mı?


1989

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder