jay gould sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster
jay gould sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster

İlerleme

Stephan Jay Gould renkli bir kişiliktir. Kitaplarını okumak daima iç açıcı ve hoştur. Biyoloji, Gould'un kalemiyle yeni bir ruh ve canlılık kazandı. İnanmış fakat bilinçli bir evrimci olan Gould, bazı meslektaşlarının dogmatizmine karşı çıkar ve Darwin Kuramına, her ikna edici bilimsel yöntemin olmazsa olmaz özelliği açık fikirliliği yeniden kazandırmaya uğraşır.

Gould evrimde "ilerleme" kavramını dışlar. Afrika savanlarındaki aslanın, bulunduğu ortama, mikrop üremesine elverişli sıvımızdaki bakteriden daha iyi "uyum sağlamış" olmadığını söyler. Bu noktada onunla sadece aynı fikirde olabiliriz.

Ancak Gould daha ileri gider ve amipten insanoğluna giden, "okla belirtilmiş" evrim düşüncesini yeniden tartışmaya açar. La vie est belle (Hayat Güzeldir) adlı kitabında, biyoloji kitaplarımızda yer alan geleneksel "evrim ağacı" imgesine kuşkuculuktan da öte bir bakış açısıyla yaklaşır. Bu şemada, çok çeşitli dalların ortak bir gövdeden çıktığını ve bir sürü türe ayrıldığını hatırlatalım. En üst dalda, kuzenleri maymunların biraz üstüne insanımsılar yuva yapmıştır. Çoğu kez, dört ayaklılıktan ve maymunsu kafatasından iki ayaklılığa ve - genellikle beyaz erkeğe ait!- güzel,  zeki alına geçişi anlatan resimli bir bölüm de bu diyagrama eşlik eder.

Kanada'daki Rocheuss Dağları'nda, Burgess Shale'de 520 milyon yıllık balık fosilleri gün ışığına çıkarıldı. Gould'a göre, Burgess'te bulunan hayvan türleri çok ender olarak günümüzdeki organizmaların evrimsel atalarına karşılık gelir. Bu antik soyların neredeyse tamamı, hiçbir iz bırakmadan yok olmuştur. Yalnızca "Pikaia" adındaki küçük bir organizma o dönemdeki atamız olabilir. Gould, bundan şu sonucu çıkarır: Pikaia, hayatta kalmış olmasaydı, yeryüzünde insanımsılar ortaya çıkmayacaktı.

http://burgess-shale.rom.on.ca /en/ fossil-gallery

Gould aynı esinle, büyük ihtimalle dev bir göktaşı düşüşü sonucu gerçekleşen dinozorların yok oluşu olayını da kafasında kurar. Bu kıyımın memelilerin evrimini olanaklı kıldığı varsayımını kendi hesabına yeniden ele alır. Gould şöyle der: "Evrim filmini 65 milyon yıl öncesine kadar "yeniden geriye sardığımızı" düşünelim. Önceden bilinmeyen bir kütle çekimi etkisi sonucu katil göktaşının Yer'i ıskaladığını varsayalım. Sonra filmi yeniden seyredelim. Dinozorlar hala Dünya'dadır; memeliler evrimleşmemiş, türlere ayrılmamış ve ... insanımsıları dünyaya getirmemiştir.'
 Gould'un çıkardığı sonuç, hiçbir şeyin bir insan bilincinin alnına biyosferde ortaya çıkacağını yazmadığıdır. Gezegenimize çarpacak kadar zevk sahibi olan göktaşına minnettar kalalım! Doğu Afrika'nın on milyon yıl önce yükselişini yeniden kafamızda canlandıralım. Bazı arkeologlara göre, bu olay maymunsuların insanlaşmasında önemli rol oynayacaktır. Afrika kabuğunun bu mutlu hareketi, insanımsıları ayakta kalmaya zorlayacaktır.

Gould'un savını şöyle özetleyelim: Biyolojik evrim, belirlenmiş olmaktan uzaktır, bütünüyle rastlantısal olaylara bağlı olacaktır, tam olarak önemsiz ya da olumsal olacak ve hiçbir yere gitmeyecektir. "Ok" yoktur.

Bu radikal tutum, duygularımızı kabartır. Varoluşumuz sapkın bir taşla matrak bir yer katmanına bağlı olacaktır! Her şey bir göktaşının kaotik yörüngesine ya da yer magmasının konveksiyon hareketinin olasılığına göre oynanıyorsa, metafizik sorgulayışlarımızdan geriye ne kalır? Varolmamızın "dayanılmaz hafifliği" yüreğimizi daraltır.

*
Kuşlar... Harika Kuşlar
Yapı Kredi Yayınları
sf. 175 - 177
Hubert Reeves

Gould'un blogda yer alan yazıları:
kaotikbenlik.blogspot.com. Stephen Jay Gould

Drink Deep, or Taste Not the Pierian Spring

 Çok şey borçlu olduğum bu bilim insanını aşağıya aldığım bir yazısıyla anmak istedim. Kebikeç dergisinin bir sayısında yer alan Gould'un ölümünden hemen sonra yazılmış bir yazıya da bağlantıdan ulaşmak mümkün:  https://kebikecdergi.files.wordpress.com/2012/07/27_lewontin-levins.pdf

Son olarak Gould'un yer aldığı Simpsons'tan şahane bir de bölüm seyrettim, izlemek isteyenler için: 9. sezon 8. bölüm. "Lisa the Skeptic"

 Blogdaki diğer Stephen Jay Gould yazıları için: 











https://kaotikbenlik.blogspot.com/2014/06/ilerleme.html

https://kaotikbenlik.blogspot.com/2014/03/bahis.html

https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/11/derin-zamanlar.html

https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/11/bu-yasam-gorusunde-ihtisam-vardr.html

https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/11/evrimin-kabulu.html

https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/07/darwinin-defterleri.html

https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/07/darwinci-perspektif.html

https://kaotikbenlik.blogspot.com/2013/02/doga-tarihi-uzerine-dusunceler-stephen.html


Musings on the Teaching and Learning of Science

Most famous quotations are fabricated; after all, who can concoct a high witticism at a moment of maximal stress in battle or just before death. A military commander will surely mutter a mundane "Oh hell, here they come" rather than the inspirational "Don't one of you fire until you see the whites of their eyes." Similarly, we know many great literary lines by a standard misquotation rather than accurate citation. Bogart never said "Play it again, Sam," and Jesus did not proclaim that "he who lives by the sword shall die by the sword." Ironically, for this special issue on learning, the most famous of all quotations bungles the line and substitutes "knowledge" for the original. So let us restore our celebratory word to Alexander Pope's Essay on Criticism:


A little learning is a dangerous thing;

Drink deep, or taste not the Pierian spring;

There shallow draughts intoxicate the brain,

And drinking largely sobers us again.


I have a theory about the persistence of the standard misquote, "a little knowledge is a dangerous thing," a conjecture that I can support through the embarrassment of personal testimony. I think that writers resist a full and accurate citation because they do not know the meaning of the crucial second line. What the dickens is a "Pierian spring," and how can you explain the quotation if you don't know? So you extract the first line alone from false memory, and "learning" disappears.

To begin this little essay about learning in science, I vowed to find out about the Pierian spring so I could dare to quote this couplet that I have never cited for fear that someone would ask. And the answer turned out to be joyfully accessible-a two-minute exercise involving one false lead in the encyclopedia (reading two irrelevant articles about artists named Piero), followed by a good turn to the Oxford English Dictionary. Pieria, this venerable source tells us, is "a district in northern Thessaly, the reputed home of the muses." And Pierian therefore becomes "an epithet of the muses; hence allusively in reference to poetry and learning."

Bahis

Dinozorların olağanüstü yanı, soylarının tükenmesi değil, dünyaya bunca uzun süre egemen olmuş olmalarıdır. Dinozorlar, 100 milyon yıl boyunca egemenliği ellerinde tutarken, memeliler bütün bu süre boyunca, dinozorlar dünyasının ara boşluklarında küçük hayvanlar olarak yaşadılar. Tepede yaşanmış 70 milyon yıl sonunda, biz memelilerin görkemli bir geçmişimiz ve gelecek için iyi beklentilerimiz var; fakat, hala dinozorları geçebileceğimizi göstermemiz gerekiyor.

Bu ölçüte vurulduğu zaman, insanoğlunun sözünü etmeye bile değmez -Australapithecus'dan bu yana belki 5 milyon yıl, kendi türümüz Homo sapiens'dan bu yana yalnızca 50 bin yılcık.

Bu kendi değer sistemimiz içindeki mutlak testi deneyin: Homo sapiens'in Brontosauros'tan daha uzun ömürlü olacağına, iyi bahis oranlarıyla bile, önemli bir miktar para koyacak birini tanıyor musunuz?

S. Jay Gould*

Evrimin Kabulü

Darwin Lincoln ile aynı gün doğmuş ve 1859'da Türlerin Kökeni yayınlandığı zaman kendi adını taşıyan devrimi "resmen" başlatmıştı. 1959'da yüzüncü yıl kutlamaları sırasında Amerikalı büyük genetikçi H.J.Muller, "Darwinsiz Bir Yüzyıl Yeter!" başlığını taşıyan bir söylevle katılımcılarının heyecanını yarıda bıraktı. Muller bu devrimin bizim sosyokültürel tayfımızın iki karşıt ucuna nüfuz etme başarısızlığını ele aldı: Amerikan pop kültürü üzerinde yaratılışçılığın devam eden etkisi ile evrimi olgusal bir gerçek olarak kabul ederken, doğal seçilimi tam anlayamayan insanlar.

Bununla birlikte ben, daha büyük bir şeyin, bu tayfın ortasında duran bir şeyin Darwinci devrimin tamamlanmasına her zaman en büyük engeli oluşturduğu kanısındayım.  Freud insan küstahlığının bastırılmasını büyük bilimsel devrimlerin ortak başarısı olarak tanımlarken haklıydı. Darwin'in devrimi -Freud'un kendi dizisindeki ikinci darbe; belli başlı tüm içerimleriyle evrimin kabulü- asla tamamlanmadı. Freud açısından devrim, artık inkar edene rastlanılmadığı ya da çoğu Amerikalı doğal seçilimin doğru örneğini verdiğinde bile asla tamamlanmış olmayacaktır. Darwin'in devrimi; ancak küstahlığımızı kesin olarak başımızdan attığımız ve yaşamın tahmin edilemez yönsüzlüğünü evrimin açık içerimleri olarak kabul ettiğimizde tamamlanacaktır. Daha önce tekrarlanmış bir örneği tekrar söyleyelim: Şayet tohumdan itibaren yeniden yetiştirilmesi mümkün olsa aynı dal grubunu asla üretmeyecek muazzam bir yaşam ağacında, Homo Sapiens'in daha dün ortaya çıkmış minik bir filiz olduğunu kabul ettiğimiz takdirde, yani Darwinci topolojiyi ciddiyetle ele alırsak bu devrim tamamlanacaktır. İlerlemeden (kurumuş ideolojik daldan) medet umuyoruz, çünkü Darwinci devrime henüz hazır değiliz. Bir evrim dünyasında insan küstahlığını barındıran elverişli umut olarak ilerlemeye bayılıyoruz. İlerleme argümanının, böylesine cılız ve ihtimal dışı bir argümanın bugün üzerimizde neden bu kadar güçlü bir etkisinin olduğunu ancak bu koşullarda anlayabiliriz.

S. Jay Gould

Darwinci Perspektif

Darwin evrimin amacı olmadığını ileri sürmüştür. Bireyler genlerinin gelecek kuşaklarda temsil edilmesi için mücadele ederler o kadar. Dünya bir ahenk ve düzen sergiliyorsa, bu yalnızca bireylerin kendi çıkarlarını gözetmelerinin rastlantısal bir sonucudur - Adam Smith'in ekonomisinin doğaya uyarlanmış biçimi. İkincisi, Darwin evrimin belirli bir yönü olmadığını savunmuştur; evrim mutlaka daha yüce varlıklara doğru ilerlemez. Organizmalar yerel çevrelerine daha iyi uyum sağlar o kadar. Bir asalağın "soysuzluğu" bir ceylanın sekişi kadar kusursuzdur. Üçüncüsü, Darwin doğa açıklamasına tutarlı bir maddecilik felsefesi uygulamıştır. Madde tüm varoluşun zeminidir; akıl, ruh ve hatta tanrı, sinirsel karmaşıklığın muhteşem sonuçlarına verilen adlardan başka bir şey değildir. Thomas Hardy, doğayı konuştururken amaç, yönelim ve ruhun sürgün kararı karşısında duyduğu üzüntüyü dile getirir:

Tan ağarırken düştüm yola, gölcük
Tarla, sürü ve bir ağaç, yalnız
Sanki bana bomboş bakarsınız
Cezalı okul çocukları gibi sessiz, sönük

Fısıldar küçük göl her bir dalgada
(Bir zamanlar göl ve davetkar sesi
Şimdilerde pek dar gibi nefesi)
"Bilmeyiz, bilemeyiz, ne işimiz var burada!"


Evet, Darwin'den sonra dünya değişti. Ama daha heyecansız, daha sıkıcı ya da daha az büyüleyici değil; çünkü doğada amaç bulamıyorsak, onu bizim tanımlamamız gerekecektir. Darwin bir ahlak düşmanı değildi; yalnızca, karşısında doğa dururken batı düşüncesinin derin önyargılarıyla yetinmeye yanaşmadı. Hatta gerçek Darwinci ruhun, Batılı kendini beğenmişliğin gözde bir kanısı olan, önceden belirlenmiş sürecin en yüce ürünü olarak yeryüzüne ve yaşama hakim olmak için yaratıldığımız kanısını çürüterek, tükenmiş dünyamız için son bir kurtuluş umudu olabileceğine inanıyorum.


Sigmund Freud, evrimin insan yaşamı ve düşüncesi üzerindeki geri dönüşü olmayan etkisini şöyle ifade etmiştir:

Zamanın akışı içindeki insanlık, bilimin ellerinden gelen darbelerle iki kez, naif öz sevgisinin incinmesinin acısını yaşamak zorunda kalmıştır. Birincisi, Dünya'nın evrenin merkezinde olmadığını, akıl almaz büyüklükte bir dünyalar sistemi içinde bir nokta olduğunu anladığında. (...) İkincisi, biyolojik araştırmalar özel yaratılmışlık ayrıcalığını elinden alıp soykütüğünü hayvanlar alemine düşürdüğünde."

Bu düşüşün bilincinde olmamızın, kırılgan dünyamızın sürekliliği için en büyük umudumuz olduğuna inanıyorum. Umalım ki yaşamın bu görünüşü ikinci yüzyılında çiçeklensin ve - bizler Hardy'nin tarlaları ve ağaçları gibi burada ne işimiz olduğunu merak etmeyi sürdürürken- bilimsel aklın sınırlarını ve verdiği dersleri anlamamıza yardımcı olsun.


Stephan Jay Gould'un
Darwin ve Sonrası kitabından

Doğa Tarihi Üzerine Düşünceler - Stephen Jay gould

Primatlar genel olarak diğer hayvanların çoğuna göre yavaş gelişir. Benzer vücut boylarına sahip diğer memelilere göre daha uzun yaşar ve daha yavaş olgunlaşırlar. Bu eğilim primatların evrim çizgileri boyunca devam eder. İnsansımaymunlar genellikle maymunlara ve yarımaymunlara göre daha büyüktür, daha yavaş olgunlaşır ve daha uzun yaşarlar..., diğer primatların birçoğu benzer organ gelişimlerini çoktan durdurmuşken bizim sistemimizin birçoğu büyümeyi sürdürür. W.M. Krogman şöyle diyor: " İnsan diğer bütün yaşam formları arasında kesinlikle en uzun bebeklik, çocukluk ve gençlik dönemlerine sahip olandır; yani neotenik, başka bir deyişle yavaş büyüyen bir hayvandır. Tüm yaşam süresinin neredeyse yüzde otuzu büyümekle geçer."


Biz her şeyden önce öğrenen hayvanlarız. Özel olarak güçlü, çevik yada iyi tasarlanmış değiliz; hızlı üremiyoruz. Avantajımız, olağanüstü bir deneyerek öğrenme kapasitesine sahip olan beynimizdir. Öğrenme sürecimizi güçlendirmek için, cinsel olgunluğu erteleyerek ve ergenliğe özgü bağımsızlık arzumuzu geciktirerek çocukluk süremizi uzattık.


Bizim bebeklerimiz, çoğu öngelişimsiz memelide olduğu gibi, aciz ve az gelişmiş doğar. (...) İnsan bebekleri embriyonik olarak doğar ve yaşamlarının ilk dokuz ayında da embriyon olarak kalır. Eğer kadınlar "doğru zamanda " -yaklaşık bir buçuk yıllık bir gebelikten sonra- doğum yapsalardı, bebeklerimiz diğer primatların sahip olduğu standart öngelişim özelliklerini paylaşıyor olacaktı.


Peki insan bebekleri niçin zamanından önce doğar? Evrim genel gelişim süremizi büyük ölçüde uzatmışken, niçin gebelik süremizi kısaltarak bize özünde embriyonik bir bebek vermiştir? Gebelik niçin diğer gelişim süreçleri kadar uzamamıştır?

...diğer memelilerin çoğuyla karşılaştırıldığında insanlarda doğumun daha zor olduğunun inkar edilemeyeceğini düşünüyorum. Primatlarda, dölütün kafası leğen kemiğinden geçemeyecek kadar büyük olduğunda, dişilerin doğum sırasında ölebildiğini biliyoruz. A.H. Schultz, ölü doğmuş bir habeş maymunu (iri bir Africa babunu) dölütünün ve yine ölmüş olan annesinin leğen kemiği kanalının resimlerini gösterir; embriyonun kafası kanaldan epey daha büyüktür. Schultz dölüt boyutunun bu türde üst sınır olduğu sonucuna varır:

" Doğal seçilim kuşkusuz dişi leğen kemiğinin çapının genişliğini destekleme eğilimindedir. Ancak bir yandan da gebeliğin uzun sürmesinin ya da en azından bebeklerin doğumda çok büyük olmasının karşısında işlemelidir."

Bir yaşında bir bebeği başarılı şekilde doğurabilecek çok fazla insan dişisi olmadığına eminim.



Darwin ve Sonrası
 sf 58 - 66

"Bu yaşam görüşünde ihtişam vardır"


Darwin'in, devrimci kitabı Türlerin Kökeni'ni bitirmek için özenle seçtiği satırlara büyük bir hayranlık ve saygıyla geri dönüyoruz. Darwin evrimi, insan zekasının gelişimini överek ya da önceden belli olan ve tercih edilmiş karmaşıklığa yönelik yukarıya doğru bir ilerlemeye methiyeler düzerek yüceltmedi. Aksine, yeryüzünün güneşin etrafında tün Newtoncu haşmetiyle sıkıcı ve tekrarlayıp duran dönüşüyle tezat oluşturacak şekilde, yaşamın heyecan dolu ve karmaşa içindeki çeşitliliğini yüceltmeyi seçti:

"Bu gezegen, sabit yerçekimi yasasına göre dönüp dururken çok basit bir başlangıçtan, sonsuz sayıda en güzel ve en harika formlar evrildi ve evrilmeye devam etmekte."

Kitabın son satırlarında, özetlerin en güzeli yer alır: "Bu yaşam görüşünde ihtişam vardır." 

S.Jay Gould

Derin Zamanlar

Freud'un keskin, neredeyse hazin gözlemini aktarma fırsatını sık sık buldum. Bu gözleme göre, bilim tarihindeki tüm büyük devrimlerin ortak teması, farklılıklarına rağmen, kozmik küstahlığımıza peş peşe darbeler indirmekten ibaret. Freud bu tür üç olaydan söz ediyor. Kopernik, Galileo ve Newton dünyayı kıyıda kalmış bir yıldızın minik bir uydusu olarak tanımlayıncaya dek, bir zamanlar, sınırlı bir evrenin merkezindeki bir gezegen üzerinde yaşadığımızı sanıyorduk. Ardından -Darwin ortaya çıkıp da "bizleri hayvan dünyasından gelen bir soyla ilişkilendirinceye" kadar kenarda kıyıda kalmış bu yeri, eşsiz bir organizmayı kendi suretinde yaratmak için, yine de Tanrı'nın seçmiş olduğunu hayal ederek teselli bulduk. Sonra Freud'un, entelektüel tarihin hiç de alçakgönüllü olmayan ifadelerinden birinde belirttiği gibi, pisikoloji bilinçdışını keşfedinceye kadar rasyonel zihinlerimizde teselli arayıp durduk.

Freud'un ifadesi keskindir, mamafih kaideleri tuzla buz eden birkaç önemli devrimi de es geçmiştir. (burada Freud'un kavrayışına eleştiri yöneltmiyorum, zira kapsamlı bir liste sunmayı değil, sadece süreci göstermeye çalışıyordu). Özellikle kendi alanım olan jeoloji ve paleontolojinin bu sekansa yaptığı -Kopernik'in uzay keşiflerinin zamansal muadili olan- büyük katkıyı gözden kaçırdı. Harfi harfine okunduğundan Kutsal Kitap öyküsü öylesine rahatlatıcıydı ki: Yeryüzü sadece birkaç bin yıl yaşındaydı ve hakim konumdaki yaratıklar olan insanlar tarafından neredeyse beş gün içinde işgal edilmişti! Böylelikle yeryüzünün tarihi insan yaşamının öyküsüyle özdeşleşmiş oluyordu. Bu durumda, fiziksel evreni salt bizim için ve bizden dolayı mevcutmuş gibi niçin yorumlamayalım ki?


 fotoğraflar: sebastiao salgado


Gel gelelim paleontologlar John McPhee'nin isabetli deyimiyle "derin zaman"ı keşfettiler. Görünen evrenin uzayın içine doğru genişlemesi gibi, zamanın içinde olabildiğince geri çekilen yeryüzü milyarlarca yıl yaşındadır. Zamanın kendisi bizim özsaygımızı asla tehdit etmiyor: Zira insanlık tarihi tüm bu milyarlarca yıl boyunca mevcut olmuşsa şayet, gezegen üzerindeki bu daha uzun hegemonya sayesinde olsa olsa küstahlığımızı artırmış olabiliriz. Paleontologlar insani varoluşun gezegen tarihinin sadece son anını -kozmik milin birkaç santimini ya da kozmik yılın sadece birkaç dakikasını- doldurduğunu açığa çıkardıklarında, Freudyen alaşağı etme gerçekleşti. İnsana ait zamanın bu olgusal sınırlandırılması, özellikle Freud'un ikinci devrim olarak adlandırdığı Darwinci devrim ile birlikte, apaçık bir tehdit taşıyor. Çünkü bu tür bir sınırlandırma "açık bir anlam" barındırıyor - ve açık anlamlar genellikle doğrudur (her ne kadar ilginç zihinsel devrimlerimizin çoğu görünüşte açık yorumları bozguna uğratmış olsalar da): Şayet bizler, ağacı andıran yaşam çalılığı üzerinde sadece minik bir dal isek ve dalımız jeolojik açıdan kısa bir süre sonra ortaya çıktıysa, belki de doğal olarak ilerlemekte olan sürecin (yaşam tarihindeki övgüler düzülen ilerleme eğiliminin) beklenen bir sonucu değiliz; sahip olduğumuz ihtişam ve başarılarımız her ne olursa olsun, belki de bizler, yaşam ağacının tohumu yeni baştan ekilebilse ve aynı koşullar altında yeniden büyüyebilmesi sağlansa asla ortaya çıkmayacak olan bir anlık kozmik rastlantılarız.

Stephan Jay Gould

Darwin'in Defterleri

Darwin, M ve N adı verilen defterleri, 1838 ve 1839'da, 1842 ve 1844 tarihli taslaklarına temel olarak dönüşüm notlarını derlediği sırada yazmıştı. Bu defterler Darwin'in felsefe, estetik, psikoloji ve antropoloji üzerine düşüncelerini içerir. Darwin bunları 1856'da yeniden okuduktan sonra, "ahlak metafiziğiyle dolu" sözcükleriyle tanımlamıştır. Bu defterlerde, evrim düşüncesinden daha aykırı bulduğu bir şeyi, felsefi maddeciliği -bütün varoluşun gerecinin madde olduğu ve bütün zihinsel ve ruhsal görüngülerin maddenin yan ürünleri olduğu temel önermesini- desteklemeye karar verdiğini, ancak bunu dışa vurmaktan korktuğunu gösteren birçok ifade yer alır. Aklın -ne kadar karmaşık ve güçlü olursa olsun -sadece beynin bir ürünü olduğu iddiası kadar, Batı düşüncesinin köklü geleneklerini altüst edebilecek bir şey olamazdı. John Milton'ın, aklı geçici konağı olan bedenden ayrı ve üstün tutan anlayışını düşünün:

Ya da ışığım, ortasında gecenin,
Yansın içinde, yüksek yalnız bir kulenin
Durmadan baktığım yerde Ayı'ya
Ve üç kez yüce Hermes'e, açılsın ya da
Eflatun'un ruhu, ortaya sermek için
İçinde tuttuğunu, alem ve feleklerin
Ölümsüz aklı, ki bırakıp yüzüstü gitti
Konağını, bu ten diyarındaki


Bu notlar Darwin'in felsefeyle ilgilendiğini ve içermelerini bildiğini gösterir. Kendi kuramını diğer tüm evrim öğretilerinden ayıran ana özelliğin ödün vermez felsefi maddeciliği olduğunun farkındaydı. Diğer evrimciler yaşamsal kuvvetlerden, yönlendirilmiş tarihten, organik mücadeleden ve aklın temel indirgenemezliğinden -Hristiyanların Tanrı'sının yaratılış yerine evrimle iş görmesine açık kapı bıraktıkları için, geleneksel Hristiyanlığın uzlaşmayla kabul edebileceği bir dizi görkemli kavramdan- söz ediyordu. Darwin ise sadece rastlantısal değişim ve doğal seçilim diyordu.

Darwin notlarında, maddeci evrim kuramını, kendi deyimiyle "kalenin kendisi" olan insan aklı da dahil, yaşamın bütün görüngülerine kararlılıkla uyguladı. Akılın beynin ötesinde gerçek bir varoluşu yoksa, Tanrı bir yanılsamanın yanılsamasından başka ne olabilirdi? Darwin dönüşüm defterlerinin birini şöyle yazar:

"Düzenin doğurduğu tanrısallık aşkı, ey maddeci! (...) Beynin bir ürünü olan düşünce, maddenin bir özelliği olan kütleçekiminden niçin daha hayret verici olsun? Bu bizim kibrimiz, kendimize olan hayranlığımızdır."


Bu öyle aykırı bir inançtı ki, Darwin Türlerin Kökeni'nde bunun üzerinden atladı ve "insanın kökeni ve tarihe ışık tutulacaktır" gibi şifreli bir ifadeden fazlasını göze alamadı. İnançlarını, artık daha fazla gizleyemediğinde, Descent of Man (İnsanın Türeyişi, 1871) ve The Expression of the Emotions in Man and Animals (İnsanda ve hayvanlarda duyguların ifadesi, 1872) kitaplarında açığa vurdu. Doğal seçilimin eş zamanlı kaşifi A. R. Wallace, bu kavramı hiçbir zaman insan aklına uygulamaya cesaret edemedi ve aklı, Tanrı'nın yaşam tarihine tek katkısı olarak gördü. Oysa Darwin, M defterindeki en dikkate değer ifadesinde, 2000 yıllık felsefe ve dine karşı koyuyordu:

"Platon Fedon'da, "imgesel idealarımızın" ruhun önoluşundan kaynaklandığını ve deneyimden türetilemeyeceğini söyler - önoluş için maymunlara bakmak gerek."


Gruber, M ve N defterleriyle ilgili yorumlarından maddeciliği "o zamanlar evrimden daha büyük bir küstahlıktı" sözleriyle betimler.



*

On dokuzuncu yüzyılın en ateşli maddecileri olan Marx ve Engels, Darwinin neyi başardığını anlamakta ve bunun köktenci içeriğinden yararlanmakta gecikmediler. Marx 1869'da Engels'e, Darwin'in Türlerin Kökeni adlı yapıtı hakkında şunları yazdı:

"Kaba İngiliz tarzıyla yazılmış olmasına karşın bu kitap, görüşümüzün doğa tarihindeki temelini içermektedir."

Marx'ın Das Kapital'in 2. cildini Darwin'e adamayı teklif ettiği (ve Darwin'in reddettiği) yolundaki söylencenin doğru olmadığı ortaya çıkmıştır. Ama Marx ile Darwin yazışmışlardı ve Marx Darwin'e büyük saygı gösterirdi. (Darwin'in Down House'daki kütüphanesinde Kapital'in bir kopyasına gördüm. Kendisini Darwin'in "içten bir hayranı" olarak tanımlayan Marx tarafından imzalanmıştı. Sayfa kenarları açılmamıştı; Darwin alman dilinin hayranlarından değildi.)

Aslında Darwin yumuşak başlı bir devrimciydi. Yapıtını uzun süre geciktirmekle kalmadı, kuramın felsefi yönlerini halka açıklamaktan da özenle kaçındı. 1880'de şunları yazdı:

"Bana (doğru ya da yanlış) öyle geliyor ki, Hristiyanlığa ve Tanrıcılığa karşı yürütülen dolaysız tartışmaların halk üzerinde neredeyse hiçbir etkisi olmuyor. Düşünce özgürlüğünün yaygınlaşmasının en etkili yolu, insan aklının, bilimsel ilerlemeyi izleyerek adım adım aydınlanması olacaktır.Bu nedenle din hakkında yazmaktan özenle kaçındım ve kendimi hep bilimin sınırları içinde tuttum."

Ancak yapıtlarının içeriği geleneksel Batı düşüncesi için o kadar yıkıcıydı ki, onları hala bütünüyle benimseyebilmiş değiliz. Örneğin, Arthur Koestler'in Darwin karşıtı kampanyasının temelinde, Darwin'ci maddeciliği kabul etmek istemeyişi ve yaşayan maddeye bir kez daha ayrıcalıklı bir özellik atfetmeye yönelik ateşli arzusu yatar. Doğrusu ben bunu anlayamıyorum. Merakı ve bilgiyi el üstünde tutmamız gerektiğini düşünüyorum. Sergilediği uyum planlı değil diye doğanın güzelliğini daha mı az takdir edeceğiz? Kafamızın içinde milyarlarca nöron var diye aklımızın potansiyeli içimizde artık hayranlık ve korku uyandırmayacak mı?

Kuzu'yu Yaratan mı Yarattı Seni?

Dawkins'in yazısında birkaç kez değindiği William Blake'in
ünlü Kaplan şiiri:

Kaplan! Kaplan! gecenin ormanında
Işıl ışıl yanan parlak yalaza,
Hangi ölümsüz el ya da göz, hangi,
Kurabildi o korkunç simetrini?

Hangi uzak derinlerde, göklerde
Yandı senin ateşin gözlerinde?
O hangi kanatla yükselebilir?
Hangi el ateşi kavrayabilir?

Ve hangi omuz ve hangi beceri
Kalbinin kaslarını bükebildi?
Ve kalbin çarpmaya başladığında,
Hangi dehşetli el? ayaklar ya da

Neydi çekiç? ya zincir neydi?
Beynin nasıl bir fırın içindeydi?
Neydi örs? ve hangi dehşetli kabza
Ölümcül korkularını alabilir avcuna?

Yıldızlar mızraklarını aşağıya atınca,
Göğü sulayınca gözyaşlarıyla,
Güldü mü o, görünce eserini?
Kuzu'yu yaratan mı yarattı seni?

Kaplan! Kaplan! gecenin ormanında
Işıl ışıl yanan parlak yalaza,
Hangi ölümsüz el ya da göz, hangi,
Kurabilir o korkunç simetrini?
(http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr
/2013/09/tyger-and-lamb.html)


***

Memeli türüne mensup en hızlı beş koşucu, çita, çatal boynuzlu antilop, gnu, aslan ve Doğu Afrika
ceylanıdır. Dikkatinizi çekerim, bu birinci sınıf koşucular listesi av ve avcıların karışımından oluşuyor ve benim vurgulamak istediğim nokta da bunun bir tesadüf olmadığı.

Çıtaların saatte 100 kilometre hıza üç saniyede çıkabildiği söyle­nir ki bu Ferrari, Porsche veya Tesla standartlarında bir performanstır. Aslanlarda ürkütücü bir hızlanmaya sahiptirler, hatta dayanıklılıkları daha fazla olan ve aniden yön değiştirme kabiliyetine sahip ceylanlar­dan bile daha iyi hızlanırlar. Kediler genellikle kısa mesafe koşularına ve hazırlıksız yakalanan avların üzerine atlamaya uygun yapıdadırlar; Afrika yaban köpeği veya kurt gibi köpekler ise dayanıklılık ve avları­nın gücünü tüketme özellikleriyle öne çıkarlar. Ceylanlar ve diğer an­tiloplar her iki avcı tipiyle de baş etmek zorundadırlar ve dolayısıyla fedakârlık yapmaları olasıdır. Onların hızlanmaları büyük kedilerinki kadar iyi değildir ama dayanıklılıkları daha iyidir. Bir ceylan aniden yön değiştirerek kimi zaman çitanın adımlamasını bozabilir, böylelik­le çita maksimum ivmelenme safhasını aşıp yorulma safhasına geçene, zaten az olan dayanıklılığı iyice azalmaya başlayana kadar durumu erteleyebilir. Çita şaşırtma ve hızlanma özelliklerine güvendiği için, başarılı çita avları genellikle başladıktan kısa bir süre sonra sona erer. Başarısız çita avları da, çitanın ilk koşusu başarısız olduktan sonra enerjisini saklamak için pes etmesiyle erkenden sona erer. Diğer bir değişle, tüm çita avları kısa sürer!

Yüksek hız ve ivmelerin, dayanıklılık ve yön değiştirmenin, şaşırtma ve uzun takibin detaylarını boş verin. Bariz gerçek şudur ki en hızlı hayvanlar listesi hem avı hem de avları içerir. Doğal Seçilim, avcı türleri avlarını yakalamakta sürekli daha iyi hale gelmeye iterken, eş zamanlı olarak av türlerini de avlardan kaçmakta sürekli daha iyi hale gelmeye iter. Avcı ve avlar, evrimsel süreç boyunca cereyan eden evrimsel bir silahlanma yarışının içindedirler. Sonuç ise her iki taraftaki hayvanların silahlanma yarışına (vücut ekonomilerindeki başka bölümlerden çalmak pahasına) ayırdıkları ekonomik kaynakların miktarının düzenli olarak artması olmuştur. Avcı ve avlar sürekli olarak diğer taraftan daha iyi koşma (diğer tarafı şaşırtma, onlardan daha kurnaz olma vs.) becerileriyle donanırlar. Ama daha iyi koşmak için gelişen donanım illa karşı taraftan daha hızlı koşulacağı anlamına gelmez. Bunun nedeni basitçe, silahlanma yarışının diğer tarafının da kendi donanımını geliştiriyor olmasıdır: bu bir silahlanma yarışının ayırt edici özelliğidir. Kızıl Kraliçenin Alice'ye söylediği gibi, aynı yerde kalmak için koşabildikleri kadar hızlı koşmaları gerekir diyebilirsiniz.

Darwin (bu tabiri kullanmasa da) evrimsel silahlanma yarışlarının pekâlâ farkındaydı. Meslektaşım John Krebs ve ben konuyla ilgili 1979’da, “silahlanma yarışı” tabirini Ingiliz biyolog Hugh Cotta atfet­tiğimiz bir makale yayınladık. Belki de anlamlı bir şekilde, Cott kendi kitabını {Hayvanlarda Uyarıcı Renklilik) 1940'ta, ikinci Dünya Savaşı tüm hızıyla sürerken yayınlamıştır:

Bir çekirgenin ya da kelebeğin aldatıcı görünüşünün gereksiz derecede detaylandırılmış olduğunu ileri sürmeden önce, böceklerin doğal düşmanlarının algılama ve ayırt etme güçlerinin neler olduğundan emin olmalıyız. Bunu yapmamak, bir kruvazörün zırhının gereğinden faz­la ağır olduğunu veya silahlarının menzilinin gereğinden fazla uzun olduğunu, düşmanının silahlarının doğasını ve etkisini araştırmadan iddia etmeye benzer. Gerçek şu ki ormandaki ilkel mücadelelerde (keza gelişmiş medeni savaşlarda), sonuçları kendisini; (avunmada, süratlilik, uyanıklık, zırhlılık, dikenlilik, kazma davranışı, geceye özgü davranışlar, zehirli salgılar ve tiksindirici tatlar üretme, kamuflajlı, aposematik, taklitçi renklere bürünme gibi özelliklerde; saldırıda ise, süratlilik, şaşırtmaca, tuzağa düşürme, cezbetme, keskin gözler, pençeler, dişler, iğneler, zehirli dişler, kamuflajlı olmayan ve cezbedici renklere bürünme gibi karşı nitelikteki özelliklerle belli eden büyük bir evrimsel silahlanma yarışının devam etmekte olduğunu görüyoruz. Tıpkı takip edilen hayvanın yüksek hızının takipçisinin artan hızıyla orantılı olarak; veya koruyucu zırhın saldırı silahlarıyla orantılı olarak gelişmesi gibi, saklanma tertibatındaki mükemmellik de artan algıla­ma gücüne cevaben evrimleşmiştir.

Silahlanma yarışının evrimsel zaman içinde cereyan ettiğine dik­kat edin. Bir çita ve bir ceylan bireyi arasında gerçek zamanda cereyan eden yarışla karıştırılmamalıdır. Evrimsel zamandaki yarış, gerçek za­mandaki yarışlarda kullanılacak donanımları geliştirmek üzere yapı­lan bir yarıştır. Bunun geldiği asıl mana ise, karşı taraftan daha zeki ya da daha hızlı olmayı sağlayan donanımları üreten genlerin her iki tarafın da gen havuzlarında biriktiğidir. İkinci olarak (ve bu Darwin’in kendisinin de çok iyi bildiği bir noktadır), hızlı koşmak için gerekli donanım, aynı avcıdan kaçan, kendi türünüze mensup rakipleri geç­mek için de kullanılır. Oldukça bilinen, koşu ayakkabıları ve ayıyla ilgili fıkra bunu güzel dile getirir. Çita bir ceylan sürüsünü kovaladığı zaman, bir ceylan bireyi için sürünün en yavaş bireyinden daha hızlı koşmak, çitadan daha hızlı koşmaktan daha önemli olabilir.

Silahlanma yarışı terminolojisini artık sizlere tanıttığıma göre, or­mandaki ağaçların da bir silahlanma yarışının içinde olduklarını görebilirsiniz. Her bir ağaç, ormanda hemen bitişiğindeki komşularıyla güneşe doğru bir rekabet içerisindedir. Bu rekabet, özellikle yaşlı bir ağaç ölüp saçakta boş bir yer açtığında daha da sert bir hal alır. Yaşlı bir ağacın düşüşünün yankılanması tam da böylesi bir şansı bekleyen körpe ağaçlar için (gerçek zamanda cereyan eden) yarışı başlatan ta­bancadır (gerçi bu biz hayvanların alışık olduğundan daha yavaş iler­leyen bir zamandır). Kazanan muhtemelen, evrimsel zamanda cere­yan etmiş atasal silahlanma yarışlarında başarılı olmuş olan daha hızlı ve daha yükseğe büyüme genleriyle donanmış bir ağaç olacaktır.

Ormandaki ağaç türleri arasındaki silahlanma yarışı simetrik bir yarıştır. Her iki taraf da aynı şeyi elde etmeye çalışır: saçakta bir yer. Av ve avcılar arasındaki silahlanma yarışı ise asimetrik bir silahlanma ya­rışıdır: saldırı silahlarıyla savunma silahları arasındaki bir silahlanma yarışı. Aynısı parazitler ve konaklarının arasındaki silahlanma yarışı için de geçerlidir. Hatta şaşırtıcı görünebilir ama bir türdeki dişi ve erkekler arasında ve ebeveynlerle yavruları arasında bile silahlanma yarışları vardır.

Silahlanma yarışlarının akıllı tasarımın taraftarlarını endişelendirebilecek bir yanı da onların aşın dozda gereksizliklerle dolu olmasıdır. Eğer Çitanın bir tasarımcısı olduğunu varsayacaksak, görünen o ki tasarımcı, tasarım konusundaki bilgisinin her zerresini, eşsiz bir katili mükemmelleştirmek için kullanmıştır. Bu muazzam koşu makinesine atılacak tek bir bakışla bundan hiç bir şüphemiz kalmaz. Eğer tasarımdan bahsedeceksek, çita ceylanları öldürmek için muhteşem bir şekilde tasarlanmıştır. Ama görünen o ki aynı tasarımcı, tam da bu çitalardan kaçmak için muhteşem bir donanıma sahip ceylanı tasarlamak için de tüm gücüyle çabalamıştır. Tanrı aşkına, bu tasarımcı kimden yana? Çitanın gergin kaslarına ve esnek omurgasına baktığı­nızda, tasarımcının rekabeti çitanın kazanmasını istediği sonucuna varırsınız. Ama ceylanın koşuşuna, sıçramasına, attığı çalımlara bak­tığınızda ise tam tersi bir sonuca ulaşırsınız. Acaba tasarımcının sol eli, sağ elinin ne yaptığından bihaber mi? Yoksa tasarımcı, gösteri sporlarından hoşlanan ve kovalamacanın heyecanını yükseltmek için her iki tarafın elindekileri sürekli arttıran bir sadist mi? Kuzuyu yapan mı yaptı seni?*


DARWİN GALAPAGOS'TA


H.M.S. Beagle in the Galapagos Islands. Painting by John Chancellor


İnsanın, hatta bütün yaşamın köklerini nasıl biliyoruz? Alan Moorehead, Charles Darwin’in 1835’te HMS Beagle ile yaptığı uzun yolculuk sırasında evrimle ilgili kuramının ilk tohumlarının kafasında belirdiği yer olan Galâpogos adalarını ziyaretini sürükleyici bir dille anlatır.

Pasifik’teki bütün tropik adalar arasında Tahiti’den sonra en ünlüsü Galâpagos Adalarıydı. Ancak bu adalarda insanın beğenebileceği pek bir şey yoktu. Tahiti Takımadası gibi bereketli ve güzel olmadıkları gibi, denizde izlenen alışılmış yolların da çok dışındaydı. Adaların ünü tek birşeyden kaynaklanıyordu: Dünyadaki öteki adalardan farklı olarak son derece ilginçtiler. Beagle için çok uzun bir yolculukta sığınılacak limanlardan biriydi yalnızca, ama Darwin için bundan daha fazlaydı; çünkü burası, onun yaşamın evrimiyle ilgili tutarlı bir görüşe varmaya başladığı yerlerdi. Kendi sözleriyle; 

“Burada, gizemler gizemi o büyük olgunun, bu dünyada yeni varlıkların ilk ortaya çıkışının gizine zamanda ve uzamda biraz daha yaklaştığımızı hissediyoruz.”

Fakat Beagle’ın mürettebatı için adalar daha çok bir cehennemi andırıyordu. Gemi, takımadanın en doğusunda yer olan Chatham Adasına yaklaşırken, kıvrılıp bükülerek çevreyi kaplayan korkunç lavlardan oluşmuş, taşlaşıp kalan fırtınalı bir denizi andıran bir kıyı gördüler. Hemen hemen yeşil tek bir şey bile yoktu; iskelete benzeyen zayıf çalılar adeta yıldırımla kavrulmuş gibiydiler ve ufalanmış kayalar üzerinde tembel tembel iğrenç kertenkeleler yürüyordu. Kararan sıkıntılı gök havada asılı duruyor, baca şapkaları gibi dikilmiş küçük volkanik koni ormanı Darwin’e doğup büyüdüğü Staffordshire’daki dökümhaneleri anımsatıyordu. Havada bir yanık kokusu bile vardı. Beagle’ın kaptanı Robert Fitzroy’un yorumu “Cehenneme yaraşır bir kıyı” biçiminde oldu.

Beagle bir aydan biraz uzun bir süre Galâpagos’ta dolaşıp ilginç bir noktaya her ulaştığında bir kayık dolusu adamı keşif yapmaları için bıraktı. Bizi ilgilendiren grup James Adasında karaya bırakılan gruptur. Darwin burada iki subay ve iki gemiciyle birlikte, yanlarında bir çadır ve erzak, karaya ayak bastı, Fitzroy da bir hafta sonra geri gelip onları almaya söz verdi.

Deniz kertenkeleleri açık kocaman ağızları, boyunlarında keseleri ve uzun düz kuyruklarıyla yaklaşık bir metrelik minik birer ejder olup çıkmışlardı; Darwin onlara “karanlığın minik şeytanları” diyordu. Binlercesi biraraya toplanmıştı ve gittiği her yerde önünden kaçışıyorlardı. Üzerinde yaşadıkları ürkütücü kayalardan bile daha karaydılar. Sahildeki öteki yaratıkların da farklı tuhaflıkları vardı: Uçamayan karabataklar, ikisi de soğuk deniz yaratığı olan ve hiç tahmin edilemeyeceği halde burada tropik sularda yaşayan penguenler ve ayı balıkları, bir de kertenkelelerin üzerinde kene avlayan bir kızıl yengeç.

Adanın iç kesimlerine yürüyen Darwin dağınık bir öbek kaktüsün arasına vardı; burada da iki koca kaplumbağa karnını doyurmaktaydı. Küp gibi sağırdılar; ancak burunlarının dibine kadar yaklaşınca onu farkettiler. Sonra da yüksek sesle tıslayıp boyunlarını içeri çektiler. Bu hayvanlar o denli büyük ve ağırdılar ki yerlerinden kaldırmak ya da yana çevirmek olanaksızdı -bir insan ağırlığını da hiç zorlanmadan taşıyabiliyorlardı.

Kaplumbağalar daha yukarıdaki bir tatlısu kaynağına yöneldiler; birçok yönden gelen geniş patikalar tam orada kesişiyordu. Darwin çok geçmemişti ki kendini iki sıralı garip bir geçit töreninin ortasında buldu. Bütün hayvanlar ağır ağır ilerliyorlar, arada bir yol boyunca rasladıkları kaktüsleri yemek için yürüyüşlerine ara veriyorlardı. Bu geçit töreni bütün gün ve gece devam etti durdu. Sanki çok uzun çağlardır sürüp gidiyordu.

Bu dev hayvanlar çok savunmasızdılar. Balina avcıları gemilerine erzak sağlamak için bir kerede yüze yakınını alıp götürüyordu, Darwin’in kendisi de bunların yavru olanlarından üçünü yakaladı, sonra da Beagle’a yükleyip canlı canlı İngiltere’ye kadar götürdü. Doğal tehlikeler de onları bekliyordu. Yavru kaplumbağalar daha yumurtadan çıkar çıkmaz leş yiyici bir tür şahinin saldırısına uğruyorlardı.

Buradaki başka garip yaratık da kara iguanalarıydı. Bunlar hemen hemen deniz iguanaları kadar iri (bunların 1,5 metre olanları hiç de az değildi), onlardan biraz daha çirkindi. Bütün sırtlarını kaplayan dikenleri, sanki üzerlerine yapışmış gibi görünen portakal rengi ve tuğla kırmızısı ibikleri vardı. Karınlarını, daha etli parçalara ulaşmak için çok yükseklere tırmanarak, yaklaşık 9 metre boyundaki kaktüs ağaçları üzerinde doyuruyorlardı; çoğu zaman da kurt gibi aç görünüyorlardı. Danvin bir gün onların bir öbeğinin üzerine bir dal fırlattığında, bir kemik çevresinde dalaşan köpekler gibi dala saldırmışlardı. Yuvaları o kadar çoktu ki yürürken Darwin’in ayağı sürekli birine giriyordu. Toprağı bir ön bir art pençelerini kullanarak şaşırtıcı bir hızla kazabiliyorlardı.

Keskin dişleri ve tehditkâr bir havaları vardı, ama hiç de ısıracakmış gibi görünmüyorlardı. “Aslında yumuşak ve uyuşuk canavarlardı”; kuyruklarıyla karınlarını yerde sürükleyerek yavaş yavaş yürüyorlardı ve sık sık kısa bir tavşan uykusu için duruyorlardı. Bir keresinde Darwin onlardan birini toprağı kazıp tamamen altına girene kadar bekledi, sonra da kuyruğundan tutup çekti. Kızmaktan çok şaşıran hayvan birden döndü ve “Kuyruğumu neden çektin?” der gibi öfkeyle Darwin’e baktı. Ama saldırmadı.



Darwin James Adasında, hepsi de eşsiz, 26 kara kuşu türü saydı. “Çok nadir olduklarını tahmin ettiğim kuşları da dikkatle inceledim” diye yazdı eski hocası John Henslow’a. inanılmaz ölçüde uysaldılar. Darwin’i büyük ve zararsız başka bir hayvan olarak gördüler ve yanlarından her geçtiğinde çalıların içerisinde kımıldamadan oturdular. Darwin, Charles Adasında bir pınarın başına elinde bir değnek oturmuş, su içmeye gelen güvercinlerle ispinozları avlayan bir çocuk gördü; çocuk öğle yemeklerini bu basit yöntemle çıkarma alışkanlığındaydı. Kuşlar hiç de yaşadıkları tehlikenin farkında görünmüyorlardı. “Yerli sakinler çevreye yeni gelen bir yabancının beceri ya da gücüne alışana kadar, yeni gelen bu yırtıcı hayvanın çevrede çok büyük bir tahribat yaratacağı sonucuna varabiliriz” diye yazdı Darwin.

Büyülü bir hafta böyle geçti; Darwin’in kavanozları bitkilerle, deniz kabuklarıyla, böceklerle, kertenkelelerle ve yılanlarla doldu. Herhalde Cennet Bahçesi böyle olmazdı; yine de adada “bir zamandışılık ve bir masumluk” vardı. Doğa büyük bir denge içindeydi; orada bulunan tek davetsiz misafir insandı. Bir gün tam bir daire oluşturan bir krater gölünün etrafında yürüyüşe çıktılar. Göl yaklaşık bir metre derinliğindeydi ve parlak beyaz bir tuz tabanın üzerinde kımıltısız uzanıyordu. Kenarlarında pırıl pırıl yeşil bir perçem oluşmuştu. Bu doğa harikası yerde balina avına çıkmış bir geminin isyancı tayfaları kısa bir süre önce kaptanlarını öldürmüştü. Ölen adamın kafatası hâlâ toprağın üzerinde duruyordu.