Hubert Reeves sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster
Hubert Reeves sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster

Mavi Gezegen Dünya

Dünya, mavi gezegen, coşkulu astronomların, uzayın ta derinliklerinden gelen yıldızların ışığını yakaladıkları yer.

Dünya, mavi gezegen, bir kozmonotun, kapsülünün lombozundan ona doğru baktığında çocukluğunun coğrafya derslerinden hatırladığı kıtaları görüp adlarını söylediği yer.

Dünya, mavi gezegen, bir çirişotunun uluslararası sularda, bir kayanın üzerinde, yorgunluktan ölmüş bir göçmen kuşun bağırsaklarında filizlendiği yer.

Dünya, mavi gezegen, bir diktatör, ailesiyle birlikte Noel’i kutlarken, ölülerin yakıldığı fırınlarda binlerce bedenin küle döndüğü yer.

Dünya, mavi gezegen, kutup deniz buzulundan büyük çatırtıyla kopan mavimsi bir buzdağının uzun okyanus yolculuğuna
başladığı yer.

Dünya, mavi gezegen, bir banliyö garında, bir ailenin yirmi yıldır hapiste olan bir siyasal tutukluyu beklediği yer.

Dünya, mavi gezegen, Güneş’in her ilkbaharda karanlık ağaç altlarına çiçekleri getirdiği yer.

Dünya, mavi gezegen, on altı ailenin, yokluk içinde yaşayan kırk sekiz ülkeden daha fazla zenginliğe sahip olduğu yer.

Dünya, mavi gezegen, bir yetimin, bakıcıların kötü muamelelerinden kaçmak için üçüncü kattan atladığı yer.

Dünya, mavi gezegen, geceleyin karanlık çöktüğünde bir duvarcının bütün gün sıra sıra yükselttiği tuğla duvara gururlanarak baktığı yer.

Dünya, mavi gezegen, bir korobaşının, yüzyıllar boyunca insanların yüreğine dokunacak bir kantatın son notalarını yazdığı yer.

Dünya, mavi gezegen, bir annenin, köy eğlencesinde kocasına bulaşan Aids hastalığı yüzünden ölen çocuğunu kollarında taşıdığı yer.

Dünya, mavi gezegen, yalnız bir denizcinin, şiddetle vuran dalgaların etkisiyle yıkılan büyük direğine baktığı yer.

Dünya, mavi gezegen, bir psikanalist divanında, bir adamın sessiz kaldığı yer.

Dünya, mavi gezegen, bir avcının yaralayıp bıraktığı bir karacanın çalılıkta can çekiştiği yer.

Dünya, mavi gezegen, rengârenk giysiler içinde bir kadının, bir Afrika pazarında tezgâhların üzerinde yeşil sebzelerini seçtiği yer.

Dünya, mavi gezegen, Samanyolu’nun çevresinde yirmi beşinci devrini tamamlayan bir Güneş’in çevresinde, dört milyar beş yüz elli altı milyonuncu turunu gerçekleştiren yer.

Hubert Reeves

Evrende Yalnız mıyız?

"Sağduyu”

Her biri yaklaşık yüz milyar yıldız içeren en az yüz milyar galaksiden oluşan bu koca evrende, başka yıldızların çevresinde dönen başka gezegenlerde yaşam yok mu? Peki varsa: Bu gezegenlerde yaşayan organizmaların evrimi sırasında akıl ve bilinç ortaya çıkmadı mı? Şunu içtenlikle kabul etmeliyiz ki, bu konuda büsbütün cahiliz. Hiçbir gözlem verisi, Dünya’dan başka yerde yaşamın olduğunu kesin olarak söylememize izin vermiyor. En iyi cihazlarla (binlerce ışık yılı uzaklıktaki kaynaklardan gelen sinyalleri alabilecek kapasitede cihazlar) saatlerce yapılan onca dinlemeye karşın radyoteleskoplarımız hiçbir mesaj almadı, “küçük yeşil adamlar”ın dünyaya ayak basışını anlatan hiçbir hikâye yaygınlaşmak için gerekli inandırıcılık eşiğini aşamadı daha. Yeni gökbilimsel araştırma programları sayesinde, önümüzdeki birkaç on yıl içinde, bu sorulara bir cevap alabileceğiz. Ama şimdilik, bu konuda hiçbir kesin bilgimiz olmadığını kabul etmemiz gerek.

Yine de bu, bizim kurgu yapmamıza engel değil... Dünya dışı yaşamın çok büyük olasılıkla varolduğunu söylemez miyiz? Evrende en az bir kez yaşamın ortaya çıktığı (bizde!) gerçeğinden hareketle, kimilerinin ileri sürdüğü gibi, onca olası yer varken yaşamın yalnızca bir yerde olması usa aykırı değil mi?

İyi ama “sağduyu”, “mantıksal çıkarım” ve olasılık gibi alışılmış popüler dayanaklar bu bağlamda kullanılabilir mi? Bu tür dayanaklar birtakım güçlükler içerir; öncelikle kabul etmeliyiz ki, “sağduyu” kavramı insani bir kavramdır ve alabildiğine özneldir; dolayısıyla, buna dayalı her tür çıkarım ister istemez görece bir değer taşıyacak, herkese yaygınlaştırılamayacaktır. Dahası evrenin “usa uygun” olmak gibi bir derdi de yok! O neyse o; bizim usumuz ona uyum sağlamalı...

İkinci güçlük, olasılık kavramının kullanımından ileri geliyor. Bu kavram, ancak bütün seçenekleri bilinen bir durumda geçerlilik kazanabilir. Mesela kumarhanede zar atan bir oyuncu, bir “üç” elde etme olasılığını hesaplayabilir, çünkü attığı zarın altı yüzü vardır. Bu durumda, bir üç elde etme olasılığı altıda birdir. Ama kaç yüzü olduğunu söylemediğiniz bir zar verirseniz ona, olasılık hesabını yapması olanaksızlaşır. Temel bir bilgiden -atışının olası sonuçlarının sayısından- yoksun kalır böyle bir durumda. Öyleyse Dünya’da cansız maddeden canlı maddeye geçişe olanak sağlayan süreçlerin tamamını ve nasıl işlediklerini şimdilik tam olarak bilemediğimiz için, herhangi bir başka gezegen ortamında yaşamın ortaya çıkma olasılığını hesaplamayı bir yana bırakmalıyız.

Evrenin boyutu ve üzerinde yaşanabilecek gezegenlerin sayısı ne olursa olsun, yaşamın Dünya’da ortaya çıkmış olması, evrende başka yerde de varolma olasılığı hakkında hiçbir bilgi vermez bize.

*
Hubert Reeves
Gökyüzüne ve Yaşama
 İlişkin Yazılar


 Üç Pencere Yaklaşımı


Büyük teleskopların gözlemleri sayesinde, evrenimizin keşfinde hızla ilerliyoruz. Özellikle de, kozmosun bir özelliğine ilişkin bulduklarımız karşısında büyük bir şaşkınlık duyuyoruz: Onun devasa benzeşikliği. Bizden milyarlarca ışık yılı uzağa kadar maddenin görünümünde ve davranışında büyük benzerlikler ortaya çıkıyor. Hemen her yerde büyük ölçüde —ama bütünüyle değil- aynı. Hem büyük yapılar düzeyinde (galaksiler, bulutumsular, yıldızlar) hem de küçük yapılar düzeyinde (moleküller, atomlar, temel partiküller). Maddeyi yöneten yasalar da her yerde aynı.
Gökbilimsel görüntülemeyle dünyayı, “büyük pencere” diye adlandırabileceğimiz yerden gözlemleyebiliyoruz. Evrenin bir tür takımada olduğunu, galaksilerin de bu takımadayı meydana getiren adalar olduğunu görüyoruz. Biçimlerine göre gruplandırıyoruz galaksileri: Spiral, eliptik, düzensiz... Evrenin yaşı ilerledikçe bu biçimler de değişiyor tabii. Sonra galaksilerde bir sürü yıldız görüyoruz; bunları da sıcaklıklarına, renklerine ve başka parametrelere göre sınıflandırıyoruz. Ama bir galaksiden ötekine yıldızlar büyük benzerlikler gösteriyor.

Spektroskoplar aracılığıyla yıldızların ışığını inceleyerek açtığımız “küçük pencereden” de atom ve molekülleri gözlemleyip listeleyebiliyoruz. Sonuç dikkat çekici: Her yerde aynı atomları buluyoruz; dünyamızdaki fizik laboratuvarlarındakilerle aynı atomlar! Dünya’da bulamadığımız hiçbir atomun varlığını saptamadık gökte, en azından kozmosun gözlemlenebilir sınırları içinde (helyum hariç, onu önce Güneş’te bulduk, daha sonra Dünya’da).

Aynı şekilde, radyoastronomi de galaksimizde, başka birçok komşu galakside olduğu gibi, kimyacılarımızın yakından bildiği yıldızlar arası moleküllerin varlığını gösterdi. Çarpıcı bir bulgu: İçinde üç ya da dörtten fazla atom bulunan bütün moleküller -bazılarının yüz atomu var- önemli sayıda karbon atomu içeriyor. Öyleyse karbon, Dünya’da da gökte de molekül mimarilerinin favori elementi galiba.

Geriye, üçüncü pencereden, yani atomlar ile galaksiler arasındaki ara boyutlardaki yapılara açılan pencereden yapabileceğimiz gözlemler kalıyor. Başka deyişle, virüslerden balinalara kadar yaşayan organizmaları gösteren pencere. Ancak bu pencere hala bize kapalı, yaşamın bizim gezegenimizden başka yerde de olup olmadığını bugün bilemiyor olmamızın nedeni de bu zaten. İddialı uzay araştırma programları sayesinde çok geçmeden açılır belki bu pencere de!

Yine de küçük ve büyük pencereden yapılan gözlemlerin sonuçları kabul edilebilir bir dayanak koyuyor ortaya: Kozmik benzeşiklik dayanağı. Biraz daha açıklayalım: Gerek makro yapılarda gerekse de mikro yapılarda gözlemlenen büyük benzerlikler dikkate alındığında, ara yapıların da Dünya’da bize tanıdık olan yapılarla birtakım benzerlikler gösterdiği varsayılabilir. Farklı yaşam biçimleri, eğer varsa, kuşkusuz büyük bir çeşitliliği ortaya çıkartacaktır (tıpkı Dünya’da olduğu gibi), ama çok sayıda ortak özellik de içerecektir. Canlıların her koşulda yaşamın gereklerine bağlı zorunlulukları yerine getiriyor olmaları, bu önermeyi destekler zaten; tüm canlılar enerji tüketmek, rekabet etmek, üremek, vb. zorundadır.

Yapıların benzeşikliğini ortaya koyan bu dayanak, dünya dışında yaşam olduğu iddiasını destekleme konusunda ne işe yarar? Bana kalırsa, böyle bir şey ancak esin verir, o kadar. Konunun daha çok tartışılacak yönü var...

*
Hubert Reeves
Gökyüzüne ve Yaşama
 İlişkin Yazılar

Kaos'tan Kozmos'a


Bu kitabı kuşlara ithaf ediyorum.

Nar bülbülünün hüzünlü şarkısına,
 uzun bahar akşamlarında söylediği

Kırlangıçların gürültülü dansına,
gündoğumunda, gölcüğün üstünde
içiçe geçen, gölyüzeyini sıyırıp
tekrar mavi göğe yükselen sürülere.

Bu kitabı çitkuşlarına ve çalıbülbüllerine ithaf ediyorum,
sabahın erken saatlerinde kırda gezinirken
bana eşlik eden.

Ayrıca parlak yaprakları penceremin önüne düşen 
büyük kiraz ağacında yaşayanlara ithaf ediyorum.
Tüyleri siyah ve kavuniçi şakrak kuşuna,
olgun meyvelerle beslenen.
Ve onun donuk renkli, narin dostuna.
Gök baştankaralara,
kırmızı kirazları tek hamlede koparan.

Kitabımı son olarak ağaçlardaki ispinozlara ithaf ediyorum.

tiz ezgileri usanmadan yineleyen.
Ve ıslıklı ezgisi sonsuz çeşitlilikteki
karatavuklara ithaf ediyorum.

Bu kitabı onlarla birlikte yazdım.
Bana verdikleri mutluluk için onlara minnettarım.


Teleskoplardan elde edilen bilgilerle hızlandırıcılardan elde edilen bilgiler birleştirildiğinde, dünyanın geçmişinin şimdiki durumundan oldukça farklı olduğu sonucu çıkar. İlk zamanlarda Evren, olağanüstü sıcak, olağanüstü yoğun fakat hepsinden öte, tamamen düzensizdir. Bu, Yunan şairi Hesiodos'un zihninde kurduğu gibi, bir "kaostur".

Burada "kaos" derken, düzenlenmiş yapıların yokluğunu kastediyorum. Hayvansız, tabii ki, bitkisiz fakat aynı zamanda galaksisiz, yıldızsız hatta molekülsüz ve atomsuz bir evren. Modern fizik en uzak geçmiş için daha da kaotik bir görüntü çizer. O dönemde, bildiğimiz kuvvetlerin ve parçacıkların da varlığı söz konusu değildir. Bu ilk kuvvetler ve parçacıklar saniyenin milyarda birlik ilk dilimlerinde ortaya çıkacaklardır.

Birkaç saniyenin sonunda, parçacıklar ve kuvvetler bugün bildiğimiz özelliklerine kavuştular. Evren, tamamen ayrışmış "temel parçacıklardan" oluşan homojen ve sıcak devasa bir püreye benziyordu. Bildiğimiz elektronların ve fotonların yanında "kuvarklar", "nötrinolar" gibi daha farklı parçacıkları da barındırıyordu.

Meyvelerle kaplı büyük kiraz ağacının üzerindeki obur şakrak kuşları bu temelde aynı, fakat tamamen farklı bir konfigürasyona göre düzenlenmiş temel parçacıklardan oluşmuştur. Hareketlerindeki zarafet, evrenin kaos zamanlarından bu yana geçirmiş olduğu derin evrimi gözlerimizin önüne serer. Milyar kere milyar kere milyar tane parçacık, olağanüstü karmaşıklıktaki yapılarda biraraya gelmiş, düzenlenmiş, birleşmişlerdir. İşte tüm fark buradadır! Evren'in öyküsü, eski zamanların akıl almaz kaosunun başkalaşarak günümüzdeki yapıların mükemmel birlikteliğine ve düzenine kavuşmasının hikayesi olarak okunabilir.

Hubert Reeves

İlerleme

Stephan Jay Gould renkli bir kişiliktir. Kitaplarını okumak daima iç açıcı ve hoştur. Biyoloji, Gould'un kalemiyle yeni bir ruh ve canlılık kazandı. İnanmış fakat bilinçli bir evrimci olan Gould, bazı meslektaşlarının dogmatizmine karşı çıkar ve Darwin Kuramına, her ikna edici bilimsel yöntemin olmazsa olmaz özelliği açık fikirliliği yeniden kazandırmaya uğraşır.

Gould evrimde "ilerleme" kavramını dışlar. Afrika savanlarındaki aslanın, bulunduğu ortama, mikrop üremesine elverişli sıvımızdaki bakteriden daha iyi "uyum sağlamış" olmadığını söyler. Bu noktada onunla sadece aynı fikirde olabiliriz.

Ancak Gould daha ileri gider ve amipten insanoğluna giden, "okla belirtilmiş" evrim düşüncesini yeniden tartışmaya açar. La vie est belle (Hayat Güzeldir) adlı kitabında, biyoloji kitaplarımızda yer alan geleneksel "evrim ağacı" imgesine kuşkuculuktan da öte bir bakış açısıyla yaklaşır. Bu şemada, çok çeşitli dalların ortak bir gövdeden çıktığını ve bir sürü türe ayrıldığını hatırlatalım. En üst dalda, kuzenleri maymunların biraz üstüne insanımsılar yuva yapmıştır. Çoğu kez, dört ayaklılıktan ve maymunsu kafatasından iki ayaklılığa ve - genellikle beyaz erkeğe ait!- güzel,  zeki alına geçişi anlatan resimli bir bölüm de bu diyagrama eşlik eder.

Kanada'daki Rocheuss Dağları'nda, Burgess Shale'de 520 milyon yıllık balık fosilleri gün ışığına çıkarıldı. Gould'a göre, Burgess'te bulunan hayvan türleri çok ender olarak günümüzdeki organizmaların evrimsel atalarına karşılık gelir. Bu antik soyların neredeyse tamamı, hiçbir iz bırakmadan yok olmuştur. Yalnızca "Pikaia" adındaki küçük bir organizma o dönemdeki atamız olabilir. Gould, bundan şu sonucu çıkarır: Pikaia, hayatta kalmış olmasaydı, yeryüzünde insanımsılar ortaya çıkmayacaktı.

http://burgess-shale.rom.on.ca /en/ fossil-gallery

Gould aynı esinle, büyük ihtimalle dev bir göktaşı düşüşü sonucu gerçekleşen dinozorların yok oluşu olayını da kafasında kurar. Bu kıyımın memelilerin evrimini olanaklı kıldığı varsayımını kendi hesabına yeniden ele alır. Gould şöyle der: "Evrim filmini 65 milyon yıl öncesine kadar "yeniden geriye sardığımızı" düşünelim. Önceden bilinmeyen bir kütle çekimi etkisi sonucu katil göktaşının Yer'i ıskaladığını varsayalım. Sonra filmi yeniden seyredelim. Dinozorlar hala Dünya'dadır; memeliler evrimleşmemiş, türlere ayrılmamış ve ... insanımsıları dünyaya getirmemiştir.'
 Gould'un çıkardığı sonuç, hiçbir şeyin bir insan bilincinin alnına biyosferde ortaya çıkacağını yazmadığıdır. Gezegenimize çarpacak kadar zevk sahibi olan göktaşına minnettar kalalım! Doğu Afrika'nın on milyon yıl önce yükselişini yeniden kafamızda canlandıralım. Bazı arkeologlara göre, bu olay maymunsuların insanlaşmasında önemli rol oynayacaktır. Afrika kabuğunun bu mutlu hareketi, insanımsıları ayakta kalmaya zorlayacaktır.

Gould'un savını şöyle özetleyelim: Biyolojik evrim, belirlenmiş olmaktan uzaktır, bütünüyle rastlantısal olaylara bağlı olacaktır, tam olarak önemsiz ya da olumsal olacak ve hiçbir yere gitmeyecektir. "Ok" yoktur.

Bu radikal tutum, duygularımızı kabartır. Varoluşumuz sapkın bir taşla matrak bir yer katmanına bağlı olacaktır! Her şey bir göktaşının kaotik yörüngesine ya da yer magmasının konveksiyon hareketinin olasılığına göre oynanıyorsa, metafizik sorgulayışlarımızdan geriye ne kalır? Varolmamızın "dayanılmaz hafifliği" yüreğimizi daraltır.

*
Kuşlar... Harika Kuşlar
Yapı Kredi Yayınları
sf. 175 - 177
Hubert Reeves

Gould'un blogda yer alan yazıları:
kaotikbenlik.blogspot.com. Stephen Jay Gould

Teleskop: Zamanda Geri Gitme Makinesi

Araçlarımız, fiziğin ve astronominin kullandığı yeni olanaklar sayesinde Evren'in geçmişinin izlerini bulabiliyoruz. Ön-tarih uzmanlarının, mağaralarda kalmış fosillerden yola çıkarak insanın geçmişini yeniden kurdukları gibi, biz de Evren'in geçmişini aynı şekilde kurabiliyoruz. Ama tarihçilere göre büyük avantajımız var: Biz geçmişi gözümüzle, doğrudan doğruya görebiliyoruz.

Işık saniyede 300 000 kilometre, yani bizim ölçülerimize göre son derece yüksek bir hızla yolculuk eder. Evren'in ölçülerine göre ise bu çok önemsiz bir hızdır. Işık bize Ay'dan bir saniyede, Güneş'ten sekiz dakikada gelir; oysa en yakın yıldızdan bize ulaşması için dört yıl, Vega'dan sekiz yıl, kimi gökadalardan gelmek için ise milyarlarca yıl yol almak zorundadır. Şimdi teleskoplarımız çok uzak gökcisimlerini gözlememizi sağlamaktadır. Bunların bazıları 12 milyar ışık yılı uzaklıktadır. Demek ki onları 12 milyar yıl önce bulundukları durumda görüyoruz. Başka deyişle teleskoplarınızı Evren'in bir bölgesine çevirdiğinizde , aslında onun tarihinin bir anını gözlemlemiş oluyorsunuz... 

Teleskop bir zamanda geriye gitme makinesidir. Tarihçilere eski Roma'yı görmek hiçbir zaman kısmet olmayacaktır, ama astrofizikçiler geçmişi gerçekten görebilir, gökcisimlerini eski durumları içinde gözlemleyebilirler. Orion bulutsusunu (nebula) Roma İmparatorluğu'nun sonlarındaki durumda görüyoruz. Çıplak gözle de görülebilen Andromeda gökadası ise 2 milyon yıllık bir görüntü... Andromeda'daki yaratıklar da şimdi bizim gezegenimizi aynı gecikmeyle görüyorlardır: Yani insan türlerinin ilk ortaya çıktığı dünyaya bakıyorlardır.

Demek oluyor ki geceleyin gözlediğimiz gökyüzü, gördüğümüz gökcisimleri, bu sayısız yıldızlar ve gökadalar hep birer yanılsamadan, geçmişin üst üste yığılmış görüntülerinden ibaret.Sözün tam ve kesin anlamıyla Dünya'nın şimdiki hali hiçbir zaman görülemez. Size baktığım zaman, bir mikro-saniyenin yüzde biri- ışık sizden bana gelinceye dek geçen zaman- kadar önceki halinizi görüyorum.Bu zaman aralığı bizim bilincimizce algılanamayacak kadar küçükse de, atomsal ölçülere göre hayli uzun bir süredir. Ama insanlar bu kadarcık bir süre içinde şıp diye yok olmayacaklarından, gördüğüm sırada sizin gerçekten orada bulunduğunuz varsayımını rahatlıkla yapabilirim. Güneş için de durum aynıdır: Işığın sekiz dakikalık yolculuğu süresince o da değişikliğe uğramaz. Geceleyin çıplak gözle görebildiğimiz, bizim gökadamızı oluşturan yıldızlar da göreli olarak oldukça yakın cisimlerdir. Fakat ancak güçlü teleskoplarla ortaya çıkarılabilen uzak yıldızlara gelince iş değişir. 12 milyar ışık yılı uzakta gördüğüm quasar olasılıkla bugün artık yoktur bile.

Dünyanın En Güzel Tarihi
sf. 36 -37
Hubert Reeves

Umut

Çağımızın felaketini hazırlayan üç büyük etken var. Bunlar şöyle özetlenebilir:

- İnsan beyninin olağanüstü düzeyde etkili olması,

- Dünya nüfusunun giderek artıyor olması,

- Gezegenimizin boyutlarının sınırlı olması.

İkinci etken birinciyle bağlantılı. Milattan önce sekizinci bin yıldan itibaren tarımın icadı, tıpkı çok daha sonra, geçtiğimiz yüzyıllarda gerçekleşen sanayi buluşları gibi dünya nüfusunun artmasında etkili olmuştur.

Son birkaç on yıldır birlikte ağırlık kazanan bu iki etken, yani tekniklerin gelişmesi ve buna paralel olarak nüfusun artması, üçüncü etkenle, yani gezegenimizin sınırlı alanlarında kaynaklarının da sınırlı olması etkeniyle karşılaşıyor.

“Biz diğerleri, ey uygarlıklar, şimdi biliyoruz ki, biz de ölümlüymüşüz,” diye yazmıştı Paul Valery, birkaç bin yıl önce Asur ve Babil İmparatorluklarının, ardından da Roma ve Mısır İmparatorluklarının yıkılmasından sonra İngiliz ve Fransız İmparatorlukları’nın da çöktüğünü gördüğünde. Bugün de bizler şaşkınlıkla şunu fark ediyoruz ki, insanların Dünya üzerindeki imparatorluğu da gün gelir, sona erebilir.

Öyleyse, biyolojik evrimin en yüce türü olmak -ki bunu benimsemeye dünden razıyız!- ve kendimizi öyle görüp de binlerce türü maruz bıraktığımız yok olma tehdidinin dışında kalmak şöyle dursun, bu türlerle aynı yazgıyı paylaşacağımızı, dahası bunun için elimizden geleni yaptığımızı görüyoruz bugün...

Böylesine küçük bir gezegende bir tür -bizim türümüz- yok olmuş, kimin umurunda? Yok olmamız kozmos ölçeğinde ne ifade eder ki? Her biri içinde yüz milyarlarca yıldız ve gezegeni barındıran yüz milyarlarca galaksinin doldurduğu koca evrende, küçük bir öyküden başka nedir insanlığın tarihi? “Doğa” tek bir gözyaşı damlası dökmeyecektir bu durum karşısında... 

Bambaşka bir görüşü ortaya koymak istiyorum şimdi. Bu sorunu kozmik bağlamında yeniden ele almak için zamanda geri gidelim. Gökbilim alanındaki çalışmaları, kozmik kökenlerimiz hakkında bize pek çok bilgi vermektedir. Evrenin tarihi, Big Bang’den hemen sonraki ilk anların kızgın ve benzeşik karışımdan itibaren karmaşıklığın ortaya çıkışı olarak özetlenebilir. Soğuma sırasında ve doğal güçlerin etkisiyle partiküller, yeni özellikler taşıyan yapılar oluşturmak üzere birleşmeye başlar.

Böylece tarihlendirebileceğimiz anlarda birtakım yeni sistem parçaları oluşur: nükleonlar, atom çekirdekleri, atomlar, moleküller ve gezegenimizde -ve belki başka yerde de- canlı hücreler, biyolojik organizmalar, ekosistemler... Her sistem, çevresindekilerle çeşitli etkileşimlere giren birtakım öğelerden meydana gelir ve bu öğelerin birleşiminden doğan yeni birtakım özellikler taşır.

Home (2009, Yann Arthur Bertrrand)


Dünya’da biyosferde beliren bu özellikler, biyolojik evrim sırasında, önemi özellikle beslenme ve yaşamda kalma sorunları ortaya çıktığında anlaşılan çok değerli birtakım uyum sağlama avantajları getirir. Bu açıdan bakıldığında, biz insanlar, fiziksel yapımız bakımından iyi korunuyor sayılmayız (kaplumbağalar gibi bir zırh taşımayız sırtımızda, büyük kediler gibi keskin pençelerimiz yoktur, yabanarıları gibi iğnemiz, kaçmak için kanatlarımız da yoktur...). Peki nasıl kalabildik yaşamda? Zekamız, beynimizin milyarlarca nöronunun birleşmesinden meydana gelen o olağanüstü özellik sayesinde.

İnsan beyni, durmaksızın kusursuzlaştırdığı birtakım teknikler geliştirerek, yaşamını sürdürmekle yetinmeyip başka olağanüstü etkinlikler de yarattı. Sanat, müzik, resim, yazın yaratımlarının muhteşem ürünleri de, büyük ve küçük bütün boyutlarında kozmos hakkındaki bilimsel bilgilerin geniş yelpazesi de insan dehasının işleridir. Başka hiçbir tür Ay’a ayak basmadı, hiçbiri Satürn’ün üstünde uçmadı, maddeyi yöneten yasaları ve evrenin tarihini keşfetmedi. Yerimizi martılara, farelere ya da böceklere bırakırsak, kültürümüzün onca muhteşem ürünü ne olacak?

İşte tüm bu görkemli hazineler yok olacak insanlık yok olursa... Demek ki, böylesine büyük bir zihinsel güce erişebiliyor olma fırsatı, bunu elinde bulunduranın yok olma riskini de taşıyor beraberinde. O zaman zekânın zehirli bir armağan olduğu fikri de doğrulanmış oluyor.

“Ama tehlike neredeyse, tehlikeden kurtaracak şey de orada olgunlaşır,” diye yazmıştı Alman ozan Hölderlin.

İnsan duyarlılığındaki gelişmeyi gördükçe umut parıltıları beliriyor zihnimde. Amerikan göçmen güvercinlerinin ve büyük penguenlerin uğradığı katliam karşısındaki genel kayıtsızlık bugün düşünülemez bile. Yaşama duyduğumuz saygı giderek artıyor, bu da bugün yaşadığımız krizin bilincine varmaya ve birtakım olumlu girişimlerde bulunmaya itiyor bizi. İnsanlardan yabanıl hayvan ve bitkilere kadar her yaşayanı korumaya yönelik birtakım hareketlerin doğduğuna tanık oluyoruz. Ozon tabakasını korumak, yağmurlardaki asit oranını düşürmek, doğal dengeleri biraz olsun yeniden kurmak için uygulamaya konan kurtarıcı kararlara değindim daha önce.

İnsancıllaşmak ya da yok olmak: Karşı karşıya olduğumuz durumu ancak böyle koyabiliriz ortaya. Altıncı yok oluş dönemi, bizi önüne geçilmez bir yok oluşa sürükleyecek bir kayıtsızlıkla değil, bugün feda ettiğimiz türleri katletmekten vazgeçmeye karar vererek, bizi günün birinde yok olmuş türler listesinde yer almaktan kurtaracak sağlam bir tepkiyle son bulabilir pekala. O zaman daha da ileriye, yıldızların ve galaksilerin arasına gider, evreni keşfederiz. Kültürümüzü koruyup zenginleştirir, sanat yapıtlarını sanatın her dalında çoğaltarak dünyayı güzelleştiririz. Belki de -kim bilir- bir gün dünya dışı uygarlıkların kültürlerinden yararlanırız.

“Umut, kuşkusuz hâlâ burada ve kısık sesle şarkı söylüyor,” demişti bize Paul Valery.

Hubert Reeves